90. Yılında Lozan Antlaşması

90. YILINDA LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI

DR. BİLAL N. ŞİMŞİR    PROF. DR. TEMUÇİN FAİK ERTAN

20 KASIM 2012

 

ÖZDEN TOKER’İN SUNUŞ KONUŞMASI:

Sayın Genel Başkanım, değerli konuklarımız;

Pembe Köşk’e hoş geldiniz. Sizlerle beraber olmak bizim için her za­man büyük bir mutluluk, ama, bugünün ayrı bir özelliği var. Bugün, hem bizim için hem Türkiye Cumhuriyeti için, burada bulunan herkesin ailele­ri için çok önemli bir gün. Bundan tam 90 yıl evvel İsviçre’nin bir şehrin­de, Lozan’da bir toplantı yapılıyor. Ne olacağı pek belli değil. Bir tarafta, dünyanın en önemli devletleri, imparatorlukları, krallıkları, devlet büyük­leri; hepsi karşımızda. Bir tarafta da daha ne olacağı belli olmayan gence­cik, küçücük bir devlet.

İşte o devlet, tek başına, bütün dünyaya karşı kendi bağımsızlığı için, hakları için ve devlet olmayı hak ettiğini göstermek için büyük bir müca­deleye giriyor. Kurtuluş Savaşı kazanılmış ve savaş meydanlarından bü­yük bir zaferle çıkılmış. Ama bu yetmiyor, politikacıların diplomasi ma­sasında da aynı zaferi kazanmaları lazım. İşte, bugün, 20 Kasım, o zaferi kazanmak için başlatılan mücadelenin birinci gününün 90. yıldönümü. Ondan sonra 24 Temmuz’a kadar mücadele sürüyor. 24 Temmuz’da biz haklarımızı kabul ettiriyoruz.

Aslında dünya ve Avrupa, Türk toplumunu hem haritadan hem tarih­ten silmek üzere Lozan’a çağırıyorlar. Ama işte o zaman, babamın başın­da bulunduğu Türk delegasyonu, büyük bir mücadele veriyor. Tabii, arka­larında her zaman TBMM’nin ve Atatürk’ün bulunduğunu bilerek, giri­yorlar bu mücadeleye.

Türk delegasyonunun, haklı olduğunu bilmenin gücüyle yürüttüğü müzakereler sonucunda 24 Temmuz’da imzalar atılıyor. Bu bizim için çok gurur verici. İnönü Vakfı olarak bunları bir kez daha hatırlatmayı, bu heyecanı beraberce paylaşmayı düşündük. Allahtan, yardımımıza Sayın Bilal Şimşir yetişti.

Sayın Şimşir, bu konuya gönül vermiş bir tarihçi, bir araştırmacı. Bu sıralarda dünyanın her tarafında arşivler açılıyor. O memleketlerde otu­ranların bile henüz görmedikleri arşivlere Sayın Bilal Şimşir girdi. Birçok belge taradı ve çok güzel bir kitap meydana getirdi: Lozan Günlüğü.

Kitapta, Lozan’da Türk delegasyonunun yaşadıklarını saati saatine ta­kip ediyorsunuz. Kitabı okurken aynı zamanda karşımızdaki ülkelerin kendi aralarındaki gizli haberleşmelerini, telgraflarını okumanın da keyfine varıyorsunuz.

Sayın Bilal Şimşir, şimdi bu güzel çalışmanın sonucu yazdığı kitabı­nı hem tanıtacak hem de imzalayacak.

Daha sonra genç profesörümüz, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Ta­rihi Enstitüsü Müdürü Temuçin Faik Ertan, bize o günün heyecanını hissettirecek. Kendimizi Lozan’da barış antlaşmasının imzalandığı yerde hissedeceğiz, o heyecanı yaşayacağız.

Aynı zamanda size Lozan Barış Antlaşması’nın aslının bir kopyasını göstermek istiyorum. Antlaşmanın kendisi, orijinali, Fransız hükümeti ta­rafından korunuyor. İmzalandığı zaman toplantıya katılan bütün delegas­yonlara ve bize bunun sadece tasdikli bir örneğini vermişler. Aralık 2001 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Sayın İsmail Cem antlaşmanın tıpkı ba­sımının çoğaltılmasını ve dağıtılmasını sağladı.

İşte bugün sergilediğimiz Lozan Barış Antlaşması elimize böyle geçti.

Onun 1. ve 2. sayfalarını büyüterek koyduk. Görüyorsunuz işte İngil­tere’den büyük büyük isimler; karşılarında da 3 tane isim İsmet Paşa, Rıza Nur, Hasan Saka

Geldiğiniz için hepinize çok teşekkür ederim. Sağ olun.

BİLAL ŞİMŞİR’İN KONFERANSI:

Sayın Başkan,

Hepinize saygılar sunuyorum. Önce Sayın Özden Toker Hanım’a te­şekkür etmek istiyorum. Bu tarihi mekânı bize açtılar. Bilgi Yayınevine teşekkür ediyorum. Başta Biray Hanım olmak üzere, kitabın titiz bir ça­lışmayla yayınlanmasına gayret edildi. Ben de gayret ettim.

İngiltere gibi köklü devletlerin bir belge yayınlama gelenekleri var. Mavi kitap, san kitap, beyaz kitap vs. Devlet kurumlan yayınlıyor bu ki­tapları. Bizde o gelenek yok.

İsmet Paşa’nın başında bulunduğu Türk delegasyonu müzakereleri yürütürken, Lozan’dan Ankara’ya, Ankara’dan Lozan’a 1600 telgraf gi­dip gelmiş. Bunları Tarih Kurumu yayınladı. Onlar akademik kitaplardır. Araştırmacılara dönüktür. Lozan Günlüğü ise iki yönlü kitaptır. Hem aka­demisyenlere yönelik, hem de genel okuyucuya yöneliktir. Belgelere da­yalı kronolojik bir çalışmadır. İki satırla şu gün şu olmuştur, diye değil. O günlerde gönderilen telgraflar, yayınlanan raporlar, yapılan konuşmalar vs. Konuya ilgili ulaşılabilecek bütün belgeleri tam olarak buraya koy­dum. Akademisyenler, dipnotlara bakarak kaynak olarak kullanabilirler.

Lozan Günlüğü, iki yıllık bir dönemi kapsıyor, Atatürk, İzmir yakı­nından Ankara’ya telgraf çekiyor, bugün Türk askeri İzmir’e girdi, ya­rın da ben İzmir’de olacağım, diye. Aynı gün İtalya, İngiltere’ye nota veriyor, hemen barış konferansını toplayalım, diye. Ondan sonra görüş­meler, yazışmalar, girişimler başlıyor. Büyük zaferden, 9 Eylül 1922’den 1924 Ağustosu’na kadar olan iki yıllık dönemi kapsıyor bu kitap. Niye 1924 Ağustos? Lozan Antlaşması’nı son olarak Fransa, Ağustos 1924’te onaylıyor. Fransa’da büyük gürültü kopuyor Lozan konusunda, asırlık kapitülasyon haklarımızı feda ettiniz, diye. Hükümete yükleniyorlar, 1 yıl sürüyor bunun kavgası Fransızlar arasında. Aslında o konuda da ay­rı bir kitap yazmak lazım.

Bu 2 yıllık süre, yeni devletimizin doğuş sürecidir. Bir yığın talep var­dır peş peşe ve bir yığın da araştırılacak konu… 1600 küsur dipnot var ki­tapta; gönderme yapıyorum, şurada da şu var burada da bu var, diye. Ula­şılabilecek bütün belgelere ulaştım. Londra’dan, Fransa’dan aldım bunla­rı. Bunlar yalnızca Lozan’la ilgili değil, Türkiye ile ilgili belgeler. Ondan sonra Rus belgelerine kadar uzandım.

Lozan konusunda çok konuşuluyor, çok şey yazılıp çiziliyor hâlâ fa­kat çok da bilgi eksikliği olduğu kanısındayım.

Artık üzerinde pek durulmuyor ama Lozan felaket mi, diye kitaplar yazıldı. Polemiğe girmek niyetinde değilim. Fakat belirtmek gereğini du­yuyorum. İki yıldan beri yeni bir teori ortaya atıldı. “Lozan Sevr’in yumu­şatılmış ılımlı bir şeklidir” diye… Alakası yoktur. Bunu hemen kesinlik­le söyleyebilirim. Sevr, egemenliğimizi, bağımsızlığımızı yalnız küçült­mekle kalmıyor, sıfırlıyordu. Küçük bir devletçik bırakılıyordu. Sevr’i yapanlar Anadolu’da Türk nüfusunu 7 milyon kadar tahmin etmişler. Bu nüfusun bir bölümünü Yunan toprakları içinde, bir bö­lümünü de Ermeni toprakları içinde dağıtır, böylece Türkleri bitirir ve tarihten sileriz, hesaplarını yapmışlardır.

Dahası Sevr’e göre küçücük Türkiye’nin tepesinde üçlü bir yabancı komisyon vardı. İngiliz, Fransız ve İtalyan komiserlerinden oluşan bu ko­misyonun onayı olmadan Türkiye hiçbir kanun çıkaramaz, hiçbir karar alamaz, hiçbir silah satın alamazdı. Kısacası Sevr bizi bitiriyordu. Dönem açısından Lozan, Sevr’den sonra gelmiştir ama Sevr ile alakası olmayan, bağımsızlığımızı, egemenliğimizi güvence altına alan bir antlaşmadır.Bu uzun bir mücadeledir.

Şimdi deniyor ki, “ABD; Lozan Antlaşmasını imzalamadı dolayısıy­la bizi tanımıyor.” Alakası yok. Amerika ile yapılan antlaşma ticaret ant­laşması, diplomatik ilişkiler kurma antlaşması, genel antlaşmadır. Bu apayrı bir antlaşmadır. Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923’te im­zalandı; Türk-Amerikan Antlaşması ise 6 Ağustos 1923’te imzalanmıştır.

Amerika ile müzakereler için 15 gün daha kalıyor İsmet Paşa, 6 Ağus­tos’ta imzalanıyor. Reddedilen bu antlaşmadır. Şunu bilelim, bu bizimle ilgili değil. Amerika’nın genel politikası o zaman. Avrupa ile ilgili konu­lara bulaşmak istemiyor ama özel sektörüyle, ticaretiyle içimize giriyor, 100 seneden beri içimizde var. Bu iddialar bilgisizlikten kaynaklanıyor.

Ayrıca çok yaygın olarak, “Lozan Antlaşması İsmet Paşa’nın eseri değil, milletin eseri” deniliyor. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı kazanan elbette millettir. Ama bu genel bir söylemdir. Millet savaşı kazanmıştır ama diplomatik savaşı kazanan diplomasidir. İsmet Paşa başkanlığın­daki heyetimizdir.

Bir de şunu söylemek lazım, biz zaferi kazandık ama yalnız Yunanlı­ları denize döktük. İstanbul, Boğazlar bölgesi işgal altında, Doğu Trakya yani bizim Misak-ı Milli sınırlarımız dahilindeki Doğu Trakya işgal altında. Musul vilayeti 90 bin kilometrekarelik bir bölgeyi kapsıyor, o da işgal altında.

İstanbul’un işgali, o zaman Atatürk’ü, İsmet Paşa’yı çok tedirgin edi­yor. Şimdi bizler üç kuşaktan beri savaş görmedik, o günleri yaşama­dık. Ben bu belgeleri yan yana getirirken, kronolojiyi düzenlerken, o dö­nemleri düşüne düşüne anlamaya çalıştım. 1945 yılında Almanya’nın ba­şına gelenler, 1920’lerde bizim başımıza gelebilirdi. Yani Türkiye parçalanabilirdi, İstanbul parçalanabilirdi. Lozan’da bu ihtimali or­tadan kaldırdık.

Doğu Trakya, güç bela ve yarım ağızla, Lozan’dan önce bize vaat edildi. Doğu Trakya’dan Yunan çekilecek dendi ve bunu Mudanya Mü­tarekesinde tescil ettirdik. Fakat ayak sürüdüler, biz de Yunan’ı gönder­dik. Doğu Trakya’nın sınırlarını da belirleyemiyorlar. Bunların hepsi Lo­zan’a kaldı.

Yeri geldiğinde Türkiye’ye ne kadar zulmettiklerinin bir örneğini ve­reyim. Meriç’te ortay hat, Thalweg hattı deyince ayağa kalkıyorlar, kendi kurallarını çiğneyerek Meriç suyunun tamamı Yunanistan’ındır, di­yorlar. Siz ayak basamazsınız, pirinç sulayamazsınız, orası Yunan. Uzun süre bunun kavgası oldu. Biz, Edirne’nin demiryolu istasyonu Karaa­ğaç Türkiye’de olmalıdır, deyince, Karağaç Meriç’in batısına düşer, Türkiye’de olamaz, diyorlar ve Balkan ülkelerini de Türkiye aleyhine kışkırtıyorlar. Türkiye sanki yayılmacı bir emel besliyormuş gibi gösteri­liyor.

Az önceki konuya dönersek, işgaller, özellikle İstanbul ve Boğazlar bölgesi işgalleri bizim belimizi büktü. Şimdi İsmet Paşa mı yaptı, millet mi yaptı? Tabii millet kazandı zaferi ama yarımdı zaferimiz. İşgal altında topraklarımız vardı. İsmet Paşa değil başka biri de olabilirdi Lozan’da. Yi­ne barış antlaşması yapılırdı fakat o, İsmet Paşa’nın imzaladığı Lozan Antlaşması gibi olmazdı.

Ben tarihçiyim, eski Türk Tarih Kurumunun hayatta kalan üyelerin­den biriyim. Bizim genel kurulumuzda tarih kurumunun üyelerinin sayısı 40’ı geçmiyordu. Genel Kurul salonumuzda aşağı yukarı şöyle bir sözü var Atatürk’ün: “Tarih yazan, tarih yapana sadık kalmalıdır.” Ken­di kendime ant içtim, ben her ne pahasına olursa olsun tarih yapana sadık kalacağım. Böyle bu inançla şunu söyleyebilirim: İsmet Paşa’nın seçil­mesi çok isabetli olmuştur. En isabetli seçimdir. Delegasyon başkanı olarak İsmet Paşa zafer kazanmıştır Lozan’da, kolay bir zafer de de­ğildir. Büyük bir zaferdir ve o zaman da denmiştir. Hem savaş gazisi hem barış gazisi diye. Şimdi bana kimse İsmet Paşa’nın evinde İsmet Paşa’yı övüyorsun demesin. Kimseyle tartışmaya girmek niyetinde değilim, dediğim gibi ben tarihçiyim.

Son olarak şöyle bir şey ortaya atıldı: İsmet Paşa İngilizlerle anlaşmış­mış, bu barış antlaşmasını yüz yıl için yapmışmış. İnsanın dili tutuluyor. Bütün barış antlaşmaları süresiz yapılır. Bunu bilmek için siyasi ilim­ler okumaya, devletler hukuku okumaya gerek yoktur. Barış antlaşması diyor, sınırları çiziyor, devletin bünyesini oluşturuyor, devletin şeklini oluşturuyor, bunun şakası filan mı var? Yüz sene geçince biz buradan göç mü edeceğiz, savaşa mı başlayacağız, yani inanılır gibi değil, bunlara ce­vap vermeye değmez ama nerelere vardırdıklarını söylemek istedim.

Lozan Konferansı 13 Kasım’da kararlaştırılmıştır. İsmet Paşa yola çıktı, tam Lozan’a varırken konferans bir hafta ertelendi. İsmet Paşa tel­grafla protesto etti, bizi çağırdınız gelmediniz, nerdesiniz, diyor. Daha başında büyük diplomatik kabalık. Randevu veriyorsun, randevuna gel­miyorsun. Bu arada İngilizler bir muhtıra hazırlamışlar bize karşı, bu muh­tırayı Fransa’ya da İtalya’ya da kabul ettirmek için, Paris’e gelmiş girişim­lerde bulunuyorlar. Türkiye’ye karşı ortak cephe oluşturmaya çalışıyorlar.

Amerikan ve Balkan gazeteleri, Türkleri niye Avrupa’ya taşıdık, diye yayınlar yapıyorlar. Bütün bunların üstesinden gelebilmek Lozan’da Eyüp Peygamber sabrı gerektiriyor. Dayanılacak gibi değil, ben olsam çıl­dırırdım. Ama İsmet Paşa çıldırtıyor.

Lozan’ı anlamak için şunu da belirteyim. Bize, siz yalnız Yunanis­tan’ı yendiniz, İtilaf Devletlerine yenildiniz ve İtilaf Devletleri olarak biz size Mondros Mütarekesini imzalattık, siz Mondros’tan Lozan’a geldiniz, diyorlar. İsmet Paşa, Mondros Mütarekesini Osmanlı Devleti imzaladı, biz başka bir devletiz, sizinle Mudanya Mütarekesini imza­ladık. Biz buraya Mudanya’dan geldik, diyor.

Bu, tamamen Lozan’a özgü, Lozan konferansına özgü… Almanya ile antlaşma yapıyorlar; yenilen var, yenen var. Almanya’ya, Avusturya’ya, Macaristan’a, Bulgaristan’a 1. Dünya Savaşında mağlup olanlara, hiçbi­riyle müzakere etmeden, imzala bunu, diyorlar. Kısacası biz İtilaf Dev­letleriyle eşit düzeyde müzakere yaptık ve Lozan’da egemenliğimizi, ba­ğımsızlığımızı tam olarak sağlayan bir barış antlaşması imzaladık.

Sağlam bir barış antlaşması oldu. O dönemde imzalanmış olan diğer barış antlaşmaları yıkıldı. Lozan Barış Antlaşması ise hâlâ yaşıyor. Tabii Lozan Antlaşmasının değiştirilmiş olan hükümleri var. Türk Boğaz­ları ile ilgili hükümleri 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleş­mesi ile değiştirildi. Türk ve Rum nüfus mübadelesiyle ilgili hükümler de uygulandı, mübadele sorunu da tarihte kaldı artık. 30’lu yıllarda Yunanis­tan’la dostluk anlaşması yapıldı. Mübadelenin tarihi bir kıymeti vardı. Lozan’ın özü; Türkiye’nin egemenliği, mutlak bağımsızlığı bunlar hâlâ geçerlidir, sınırlarımız hâlâ geçerlidir.

Lozan, üzerinde titrememiz gereken bir antlaşmadır ve bir başka ki­tabımda Lozan için “Tapu senedi gibidir” dedim. Daha başka slogan gi­bi çarpıcı şeyler var: Lozan namusumuzdur, Lozan egemenliğimizdir, Lo­zan bağımsızlığımızdır vs. Bunların hepsi doğru, bunların üzerine tit­rememiz lazım. Çocuklarımıza da Lozan’ı, nerden geldiğimizi, nasıl gel­diğimizi, ne zorluklarla, ne zahmetlerle kazanıldığını anlatmamız lazım.

Efendim, beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

ÖZDEN TOKER:

 

Çok teşekkür ediyorum, çok güzel anlattınız, çok heyecanlandırdınız bizi. Hep böyle devam edin, bu heyecanı gençlere de geçirin, onlar da si­zin gibi araştırma meraklısı olsunlar, araştırsınlar, güzel güzel kitap yaz­sınlar. Siz onlara yol gösteriyorsunuz. Çok teşekkür ederim.

Şimdi Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof.Dr.Sayın Temuçin Faik Ertan’ı konuşmasını yapması için rica ediyorum.

LOZAN KONFERANSI’NIN İLK GÜNÜ :

     PROF. DR. TEMUÇİN FAİK ERTAN

 

20 Kasım 1922 tarihi geldiğinde bütün heyetler Lozan’a gelmiş ve otellerine çekilmişlerdi. Türk ve Fransız heyetleriyle Japon temsilciler Lo­zan Palas’ta kalıyorlardı. İngiliz ve İtalyan heyetleri ise Uşi’deki Şato ad­lı bir otele yerleşmişlerdi. Bu otel o gün itibariyle Lozan Palas’a göre da­ha büyük ve ihtişamlıydı.

Konferans’ta iki taraf vardı. Bir tarafta henüz işgalden kurtulmuş, yı­kıntılar içinden çıkmış, dişiyle tırnağıyla kazanmış olduğu bağımsızlığı tescil ettirmek isteyen Türkiye; diğer tarafta diğerleri. Bir başka deyişle Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri, İngiltere, Fransa, Amerika, İtalya, Ja­ponya, Romanya, Yunanistan ve Sırbistan. Konferans’ın açılış töreni ile ilgili hazırlıkları müttefikler adına Fransızlar yürütüyordu. Açılış törenin­de sadece İsviçre Cumhurbaşkanı Mösyö Haab’ın konuşma yapması plan­lanıyordu. Ancak İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un da konuşaca­ğının anlaşılması üzerine, İsmet Paşa da konuşmaya karar vermişti.

Bu arada Fransız heyeti ve Türk heyetinin aynı otelde kalmaları, her iki ülkenin delegasyonu arasında bazı ön görüşmelerin yapılmasına olanak sağlamıştır. İsmet Paşa’nın konuşma yapacağının duyulması üzerine, açı­lış töreninden iki saat kadar evvel Türkiye’nin birinci delegesi ile Fransa Cumhurbaşkanı Poincare arasında şu diyalog gerçekleşmiştir:

Poincare: Ne yapacaksınız?

 

İsmet Paşa: Ben de konuşacağım.

 

Poincare: Niçin? Ne lüzumu var? 

 

İsmet Paşa: Böyle bir şey olmaz, bir taraf konuşacak, biz konuşma­yacağız. Buna razı değilim. Burada eşitlik üzerinde duruyoruz, behema- hal konuşacağım.

Poincare: Ne konuşacaksınız.

İsmet Paşa: Yazdığım bu metni konuşacağım. 

Poincare: Görebilir miyim?

İsmet Paşa: Hayhay!..

Poincare: Daha başlarken şikâyet ediyorsunuz. Bunların hepsi arka­da kaldı. Şimdi konferansa iyi bir hava ile gidelim. Bundan vazgeç!..

İsmet Paşa: Bunu biz de istiyoruz. Şüphe yok. Ama konferansa eşit haklarla eşit durumda başlayalım. Buraya biz böyle geldik…

İsmet Paşa’nın konuşma yapmak konusundaki kararlılığı, kişisel bir tercih ya da mizaçtan kaynaklanan bir inat değil, ilkeli duruşun bir gere­ği olarak gerçekleşecekti.

Konferansın açılış töreni için İsviçre Hükümeti Mont Benon Gazino- su’nun en geniş konferans salonunu ayırmıştı. Bu salona giden yollar ip­lerle kesilmiş ve polis tarafından inzibat tedbirleri alınmıştı. Konferansa katılacak heyetlerin temsilcileri, danışmanları, kâtipleri ellerindeki daveti­yeleri göstererek içeri giriyorlar ve görevlilerin yardımlarıyla koltuklarına yerleşiyorlardı. Saat üç buçuk olduğunda beş yüz kişilik salon hıncahınç dolmuştu. Kendilerine yer bulamayan ve çoğunluğu gazeteci olan büyük bir kalabalık ise salonun en sonunda oluşturulan yüksekçe bir sahne üze­rindeki sandalyelere sıralanmıştı.

Saat üç buçuğu biraz geçtiği bir sırada heyetlerin baş delegeleri birer birer salona girmeye başlamışlardı. İçeri girenler arasında ilk merak uyan­dıran kişi Yunan temsilci Venizelos olmuştu. Yunan diplomat uzun boyu, gözlüğü, sivri sakalı, bakışları ve tavırlarıyla bu tür törenlere alışık bir in­san görüntüsü çiziyordu. Venizelos’un biraz gerisinde yüksek alınlı sert bir tip olan Mussolini bulunuyordu. İtalyan diktatör, Türkiye’nin Roma mümessili Celalettin Arif Bey ile konuşuyordu. Onun biraz ilerisinde ise kısa boylu, san yüzlü Japon delegeler Hayachi ve Otchiai görünüyor ve hemen arkalarında da Bulgar Stambuliski yer alıyordu. Stambuliski, kon­feransa Bulgaristan’a soluk almak için bir hava deliği, denize bir mahreç istemeye gelmişti.

Bu arada içeri Fransa Cumhurbaşkanı Poincare girmişti. Poincare’e karşı bir hürmet dalgası oluşmuş ve herkes ayağa kalkmıştı. Fransa Cum­hurbaşkanının hemen arkasından meşhur Lord Curzon, elinde bastonu ile içeri girmişti. Görevli “İşte İngiltere İmparatorluğu” demişti. Bu mağrur diplomat içeri girerken herkes o tarafa bakmış ve hayretler içerisinde kal­mıştı. Çünkü Lord Curzon, İsmet Paşa’yı sağına almış, koluna girmiş ve eski bir arkadaşı ile konuşuyormuş gibi samimi bir dost görüntüsü çiziyor­du. Lord Curzon ile kol kola salona giren İsmet Paşa, Celalettin Arif Bey tarafından Mussolini’ye takdim edilmiş ve dostça bir el sıkma gerçekleş­mişti.

Saat dörde yaklaştığında bütün delegeler salondaki yerlerini almışlar­dı. Sahnenin sol kısmında sırasıyla Poincare, Curzon, Rumbold, Venize- los ve diğer Yunan delegeler ile Mussolini ve Marki Garroni bulunuyor­du. Sahnenin sağ tarafında ise Japonya, Romanya delegeleriyle İsmet Pa­şa, Hasan ve Rıza Nur Beylerden oluşan Türk heyeti oturuyordu.

Saat tam dörtte İsviçre Cumhurbaşkanı Mösyö Haab içeri girmiş ve herkes ayağa kalkmıştır. Haab herkesin oturmasından sonra açılış nutku­na başlamıştır.

İsviçre Cumhurbaşkanı Haab şu konuşmayı yapmıştır: “Baylar, Bu­rada seçkin temsilcilerini selâmlamakla şeref duyduğumuz Devletler, Yakın Doğu anlaşmazlığına son verdirecek olan banş konferansının ilk toplantısını, tarafsız İsviçre’nin yurttaşlarından birinin açmasını iste­mek inceliğini göstermişlerdir. İsviçre Federal Meclisi, görevinizin ta­rihî büyük önemini bilerek, bu işi, İsviçre Konfederasyonunun Başkanına emanet etmiştir; biz, bunun nasıl bir şeref olduğunun bilinçli olarak farkındayız. Bu görevi üzerime alırken heyecan duymadığımı söyleye­mem. Bu ödeve, yalnız görevlerim yüzünden değil, aynı zamanda, çalış­malarınızın başarıyla sonuçlanmasını çok candan istemekte olduğum için de çağrılmış olduğumu sanmaktayım. İsviçre Konfederasyonu adı­na, yüce topluluğunuza, sıcak ve dostça duygularla, hoş geldiniz derim. İsviçre Hükümeti ve halkı, kendilerine gösterilen güven yüzünden, mo­ral ve ekonomik acıların yükü altında ezilmiş insanlığa daha iyi bir ge­lecek umudunu vermeye hizmet edecek bir barışın, bu ülkenin bağrında doğduğunu görürlerse, bundan büyük bir mutluluk duyacaklardır. Uluslararası bir anlaşmanın yapılması, ya da bir anlaşmazlığın barışçı yollardan çözümlenmesi ne zaman ve hangi koşullar altında söz konu­su olmuşsa, İsviçre buna ne kadar küçük olursa olsun katkıda bulun­mağı bir ödev, bütün öteki görevlerinin üstünde bir görev saymıştır. Konferansın, toplantı yeri olarak bir İsviçre kentini seçmiş bulunması­nı, Hükümetlerinizin, bizim için kutsal bir gelenek halini almış bir tu­tum ve politikaya değer verdiklerini göstermek istedikleri anlamında yorumluyoruz.

Baylar, Bütün insanlığın sona erdirmesini Konferansınızdan yü­rekten duygularla beklediği son savaşın yapıldığı alanlar, tarihte en bü­yük rolü oynamış, eski dünyanın iki kıtasının kavuştukları noktada bu­lunmaktadır. Çok şiddetli çekişmelere konu olan bu bölgeler, kahra­manlık çağları efsanelerinin, eski çağlar masallarının ve orta çağ öykü­lerinin bizlere anlattığı, sayısız kanlı boğuşmalara sahne olmuştur. Ef­sanelere konu olan ya da tarihe geçen bu olaylar, bizim zamanımızda bi­le, halkların kaderini etkilemeye ara vermemektedir. Bunca kahraman­ları görmüş olan bu yerler, daha son haftalara gelinceye kadar bizi, es­ki çağlar tarihini incelediğimiz zaman hayrete düşüren ve heyecanlan­dıran, savaşçılık değeri yüksek boğuşmalarla kanlara boyanmıştı. Yurt­ları uğrunda, canlarını sakınmadan feda eden bu kahramanların me­zarları önünde saygı ve hayranlıkla eğiliyoruz. Onların anılarına şan ve şeref! Onlar, yurtlarına, uğurunda ölecek kadar bağlı ve inançlı kalmış­lardır.

Baylar, dilerim ki Türk-Yunan savaşı, on yıldan beri Avrupa’yı ve Asya’nın bir parçasını yakıp-yıkmış olan ve uğursuz etkileri, hem ye­nenlerin hem de yenilenlerin gelecek kuşaklarında sürüp gidecek trajedyanın son perdesi olsun. İşte bunun içindir ki, dünya, Leman gölü kı­yılarına, içinde güçlü bir umut ışığı parlayan, kuşkulu gözlerle bakmak­tadır. Öngörünüzün, savaşan Devletlere dolayısıyla da artık entelektüel ve ekonomik refahın fethine doğru yürüyebilecek olan insanlığa banş ve huzur sağlaması isteğiyle yanan bütün yürekler, tam bir uyum içinde çarpmaktadır. Ülkelerin ve halkların kaderini ellerinizde tutmaktasınız,. Göreviniz hem nazik hem de çok büyüktür. Sorumluluğunuzun ne ka­dar büyük olduğunu da bilmekteyiz. Çözümlemek zorunda olduğunuz çetin sorunların kökleri geçmiş yüzyıllara derin bir şekilde gömülüdür. Tarih bize, bu sorunların, her zaman eski dünyanın kaderini etkilemiş olduğunu öğretmektedir. Halkların birbirlerine sıkı sıkıya bağımlı ol­dukları günümüzde, ekonomik, malî ya da entelektüel alanlarda, bir üyenin sürekli hasta oluşu, bütün uluslar ailesini sarsar. İşte bunun içindir ki, Baylar, Hükümetlerinizin akıllı politikası, kıyıcı savaşlara bir son verdirdikten sonra, taraflardan birine olduğu kadar ötekine de, var­lığı ve yaşaması için gerekli koşulları sağlayacak ve gerçekleşmek üzere olan bir barışmaya engel çıkartmayacak bir durum yaratmağa yönel­miştir. Dünyanın duyacağı gönül borcu ve insanlığın mutluluğu için ça­lışmış olmaktan doğan memnunluk verici inanış, her yüce ortak amaca erişmek için zorunlu bir şart olan, uzlaşma ve ölçülü olma zihniyetinin hak ettiği ödüller olacaktır. Dünkü düşmanların inançlarına kaynak olan ve uygarlıklarını besleyen iki büyük din, insanlara en büyük er­demlerin uyum zihniyeti ve banş sevgisi olduğunu gösteren yüce düşün­cede birleşmektedir.

Baylar, Birkaç hafta sonra Noel yortularını kutlayacağızz. Yüreği­min derinliklerinden dilerim ki şüphesiz milyonlarca insan da bu dileği­me katılmaktadır çalışmalarınız sayesinde, şu büyük söz, o mutlu günde gerçekleşmiş olsun: Dünyaya barış ve bütün iyi niyetli insanlara esen­likler!”

Görüldüğü gibi Mösyö Haab İsviçre’nin tarafsızlığına değinerek baş­ladığı konuşmasında, barışın önemini dile getirmiş ve Türk-Yunan Sava- şı’nın on yıldan beri Avrupa ve Asya’yı yakıp yıktığına vurgu yapmıştır. Evet, İsviçre Cumhurbaşkanı Haab, Türk-Yunan Savaşı ifadesini kullan­mıştır. Tarafsız olduğu zannedilen İsviçre bu ifadeyle daha ilk gün Türk Kurtuluş Savaşı’nı nasıl algıladığını göstermiş ve Anadolu’daki diğer iş­galci güçlerin varlığını görmezlikten gelmiştir.

Savaşın ölümlere yol açtığından, her tarafı yakıp yıktığından ve barı­şın vazgeçilmezliğinden bahsetmiş ama bir kez bile bu savaşın nedenlerin­den söz etmemiş, emperyalizm ifadesini sözcük olarak bile kullanmamış­tır. Ayrıca “Dünkü düşmanların inançlarına kaynak olan ve uygarlıkla­rını besleyen iki büyük din, insanlara en büyük erdemlerin uyum zihni­yeti ve banş sevgisi olduğunu gösteren yüce düşüncede birleşmektedir” diyerek günümüzün benzer söylemleri gibi medeniyetler çatışmasının kar­şısında durmuştur. Sanki emperyal gayeler açısından eşit iki taraf varmış gibi. Haab; “Dünyaya banş ve bütün iyi niyetli insanlara esenlikler” diyerek konuşmasını tamamlaması da anlamlıdır.

İsviçre Cumhurbaşkanın konuşmasıyla ilgili olarak dar kapsamlı bir içerik analizi yapılacak olursa, Haab’ın konuşmasını barış, insanlık ve halklar üzerine inşa ettiği görülür. Bu da onun ev sahibi olarak klasik bir açış konuşmasını tercih ettiğini ortaya koymaktadır.

İsviçre Cumhurbaşkanının konuşmasından hemen sonra Lord Curzon ayağa kalkmış, elinde bastonuyla kürsüye doğru yürümüş ve konuşması­na başlamıştır. Lord Curzon’un açış konuşması şu şekildedir:

“İsviçre Konfederasyonu Başkanı Ekselanslarının, çok güzel ve yüksek bir dille söylemiş olduğu sözleri, hepimiz, derin saygı duygularıy­la dinledik. Bugün burada, dört yıldan uzun bir süre önceki, kıyıcı ve ortalığı yakıp-yıkan bir savaşın anılarını unutmak ve arkada bırakarak barış yapmak üzere, dört yıldır toplanmış olanlardan en son (umalım ki, sonuncu olsun) konferans için toplanmış bulunuyoruz. Şimdiye kadar bu konferanslar, savaşa katılmış başlıca Devletlerin başkentlerinde ya da ülkelerinin çeşitli kentlerinde toplanmıştır. Londra’da, Paris’te, İtal­ya kentlerinde ve başka yerlerde bu konferanslardan kaçına katıldığımı söyleyecek değilim; fakat şimdi, ilk defadır ki, Sayın Başkan, tarafsız bir ülkede, Sizin başkanlığınız altında toplanmış bulunuyoruz. Eğer, ger­çekleşmesini umduğum gibi, kesin bir banş yapmak için konferansın toplanacağı tarafsız bir ülkenin seçilmesi gerekmişse, bize konuksever­liğini sunabilecek, İsviçre’den daha elverişli durumda bulunan hangi ülke vardır? O İsviçre ki, aşılmaz dağlarının meydana getirdiği kuşağın arkasında, yüz yıldan uzun bir süredir yabancı istilâsı görmemiştir; o İs­viçre ki, uğrunda savaşacak bir davası olmamakla birlikte, bir savaşa sürüklenirse, çocuklarından her biri yurtlarını savunmak için hemen si­lâha sarılmağa hazırdır; o İsviçre ki, yüzyılı aşan bir süre içinde, dün­yaya barış ve uzlaşma öğütleri vermiştir; o İsviçre ki, bütün Avrupa’da, barışsever ve düzenli bir ülke örneğidir. Şüphe yok ki, Baylar, böyle bir hava içinde, böyle güzel bir yerde ve önümüzdeki iki-üç haftayı geçire­ceğimiz bu çevrede, aramızda uyum ve uzlaşma zihniyetinin doğması kolay olsa gerektir.

Sayın Başkan, gerçekten, savaşın bütün fedakârlıklarından ve acı­larından çok duyarlı bir dil kullanarak söz etti ve bütün bunları geçmiş içinde hemen unuttura—cak bir düzeni gerçekleştirmemiz için bizlere seslendi. Dilerim ki, her birimiz, Başkanın bizlere seslendiği anlayış içinde davranalım. Temsilci Heyetlerinden her birisi kendi Heyetim adı­na bunu söyleyebilirim bu konferansın her aşamasına, önümüze gele­cek olan bütün güç sorunlar üzerinde bir anlaşmaya varma ve banş yapma isteğiyle girsin; öyle ki, bu büyük dramın son perdesinde, her bi­rimiz, kendimize düşen katkıyı yapmış olduğumuzu bilerek, buradan ay­rılalım.

Görüşmelerimizin ne kadar süreceğini, Sizin konukseverliğinize ne kadar bir süre için yük olacağımızı bilmiyorum, Sayın Başkan. Kendi Temsilci Heyetim adına sanırım başkalarının da adına şunu söyleyebi­lirim: Başarılı bir sonuca varmak ve bizlere, bütün sıkıntılarımızı sona erdirecek sürekli bir barışın gerçekleştirilmesinde son perdenin oynan­ması için bu sahneyi vermiş olan güzel ülkenize borcumuzu ödemek üzere, elimizden geleni esirgemeyeceğiz.”

Bu konuşmada da görüldüğü gibi, İsviçre Cumhurbaşkanına konukse­verliği için teşekkür ederek söze başlayan Curzon, savaşın olumsuzlukla­rından bahsettikten sonra, Lozan’daki konferansın son konferans olması dileğini belirtmiştir. Lord Curzon, bundan önceki konferansların savaşa katılmış olan devletlerin başkentlerinde toplanmış olduğuna dikkat çeke­rek, bu kez tarafsız bir kentte toplanılmış olmasının önemini hatırlatmış­tır. Konferansın antlaşmayla sonuçlanacağına olan inancını da dile getiren Curzon, görüşmelerin ne kadar süreceğinin belli olmadığını belirterek, İs­viçre Cumhurbaşkanına dönük olarak, kaç gün yük olacaklarını bilemedi­ğini de ifade etmiştir. Lord Curzon’un konferansın ne kadar süreceğinin belli olmadığına dair sözleri aslında onun kafasındaki düşünceleri doğru olarak yansıtmamaktadır. Çünkü Curzon aynı konuşmada; “Şüphe yok ki, Baylar, böyle bir hava içinde, böyle güzel bir yerde ve önümüzdeki 2-3 haftayı geçireceğimiz bu çevrede, aramızda uyum ve uzlaşma zihniyeti­nin doğması kolay olsa gerektir” diyerek aslında görüşmelerin 2-3 hafta gibi kısa bir sürede sonuçlanacağına olan inancını belirtmiştir. Lord Cur- zon’u böylesi bir düşünceye sevk eden etken neydi? Geçmişte imzalanan antlaşmalarda yaşananlardı Curzon’u bu düşünceye iten etken… Şöyle ki, son dönemlerde Türklerle yapılan antlaşmaların hemen hepsi önceden ha­zırlanmış metinlere dayanan, dikte niteliği taşıyan sözleşmelerdi. Lord Curzon bu kez de benzer bir süreç yaşanacak zannediyordu. Çünkü henüz İsmet Paşa konuşmasını yapmamış, Türk tarafının kararlılığı ve yeni dip­lomasi anlayışı henüz kimse tarafından fark edilmemişti. Osmanlı diplo­masi geleneğinin etki alanı dışında olan Türk Heyeti’nin kararlı tutumu yüzünden Lozan Konferansı, 2-3 hafta değil, 2-3 ay da değil, kesintilerle beraber iki dönemde 8 ay sürecekti. Kısacası Lord Curzon süre konusun­da yanılıyordu. Görüşmeler başladığında daha pek çok konuda benzer ha­yal kırıklıkları yaşayacak ve ilk günkü kibirli havası, yerini sinirli bir gö­rüntüye bırakacaktı.

Lord Curzon’un konuşmasının kısa bir içerik analizinde ise banş söz­cüğünün çok sık kullanıldığı görülmektedir. Ancak sık sık barış diyen Curzon’un kastetmiş olduğu barış elbette Britanya’nın çıkarları doğrultu­sunda bir barıştır.

İsviçre Cumhurbaşkanı ve İngiltere Dışişleri Bakanı’nın konuşmaları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, her ikisinin de emperyalizm ifade­sini kullanmaktan ısrarla kaçındıkları, yakıp-yıkma eyleminin sorumlusu­nun kimler olduğundan söz etmedikleri görülmüştür.

Mösyö Haab ve Lord Curzon’un suya sabuna dokunmayan konuşmala­rı sonrasında açılış töreninin tamamlanacağını zannedenler yanılıyorlardı. Çünkü İsmet Paşa, Lord Curzon’un konuşmasını tamamlamasının ardından hemen ayağa kalkmış ve kürsüye doğru yönelmiştir. Daha ilk günden itiba­ren ikinci planda kalmak istemeyen İsmet Paşa, Konferansın açılış günün­den itibaren Türk davasını tüm dünyaya tanıtmak amacı gütmüş ve bir nu­tuktan çok, Türkiye’nin çektiği ıstıraplardan doğan bir iddianame niteliğin­deki metni okumuştur. İsmet Paşa’nın ses getiren konuşması şöyledir:

“Sayın Başkan, Dört yılı aşan bir süre önce, Başkan Wilson’un il­kelerine ve bunlara inanç duygusuna dayanarak yapılmış bir silâh-bırakışımı [mütareke], Osmanlı İmparatorluğunun da katılmış bulunduğu çarpışmaları resmen durdurmuştu. Barışın nimetlerinden her zaman yoksun kalan Türk ulusu, o tarihten bu yana, hak ve adalet elde etmek için ara vermeden yaptığı banş girişimlerinin yetersizliğini ve hiç bir şe­ye yaramadığını görerek ve artık hiç bir kurtuluş umudu kalmadığını anlayarak, varlığını korumağı ve maddî ve manevî kendi kaynaklarıyla bağımsızlığını kazanmayı başarmıştır. Türk ulusu, bu yolda, pek çok acılara katlanmış, sayısız fedakârlıklara rıza göstermiştir. Özgür ulus­lar, bütün bunlara, içten bir yakınlık ve anlayış duygusuyla tanık olmuş­lardır. Kadın ve çocuk, her yaşta ve her durumdaki Türkler, bu savun­ma savaşına katılmışlardır. 1918’den bu yana, Türk ulusunun karşılaş­tığı sonu gelmez saldırılan ve acılan burada hatırlatmaktan kendimi alamıyorum. Gerek bu saldırılara ve acılara, gerekse hiç bir askerî zo­runluluk olmaksızın, Türkiye topraklarının en zengin ve en bakımlı par­çalarında, yok etmekten başka bir şey düşünmeyerek, sistemli bir şekil­de yapılmış yakıp-yıkmalara tek bir özür bulunamaz.

Hâlâ bu dakikada bile, bir milyondan çok masum Türkün, Küçük Asya ovalarında ve yaylalarında, evsiz ve ekmeksiz, başıboş dolaştıklarını da hatırlatmak isterim. Türk ulusu, insan gücünü aşan bu fedakârlıklara katlanmakla, uygar insanlık içinde, köklü bir yaşama gücüne sahip ulus­lara özgü olan varlık ve bağımsızlık haklarıyla, barış, huzur ve çalışkan­lık unsuru olarak, büyük bir yer kazanmıştır. Türkiye Büyük Millet Mec­lisinin kesin amacı, bu yeri korumak ve güçlendirmektir. Son yılların olayları insanlığın vicdanında genel barış ve huzurun, Devletlerce, birbir­lerinin haklarına, özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına karşılıklı olarak saygı gösterilmedikçe gerçekleşemeyeceği gerçeğini bir inanç ilkesi halin­de yerleştirmiş bulunduğundan, bu olayların anısı, gelecek için bir barış ve huzur teminatı olur umudundayım. Düşünülmesi mümkün en büyük bir iyi niyetle dolu olan Türk Temsilci Heyetinin, öteki Temsilci Heyetle­rinde de aynı iyi niyeti bulacağı ve böylece, konferans çalışmalarının memnunluk verici bir sonuca ulaşacağı umudunu besliyorum.

Sayın Başkan, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adına, İs­viçre Cumhuriyetine, konferansımızın burada toplanmasını kabul et­mekle lütfen göstermiş olduğu konukseverlikten dolayı teşekkür ederek sözlerime son vereceğim. Tarihi şanlı, soylu bir ulusun, kendi bağımsız­lığına ne kadar büyük bir değer verdiğini inkâr edilmez şekilde gösteren bu ülkenin, konferansa toplanma yeri olarak seçilmesinden büyük bir mutluluk duymaktayım.”

İsmet Paşa konuşmasına Wilson İlkelerine uygun olarak Osmanlı Devleti’nin mütareke imzaladığını hatırlatarak başlamıştır. Ancak Türk ulusunun barış girişimlerinin sonuçsuz kalması üzerine mücadele ederek maddi ve manevi kendi kaynaklarıyla bağımsızlığını kazandığını ifade et­miştir.

“Özgür uluslar, bütün bunlara, içten bir yakınlık ve anlayış duygu­suyla tanık olmuşlardır. Kadın ve çocuk, her yaştan ve her durumdaki Türkler, bu savunma savaşına katılmışlardır. 1918’den bu yana, Türk ulusunun karşılaştığı sonu gelmez saldırılan ve acıları burada hatırlat­maktan kendimi alamıyorum. Gerek saldırılara ve acılara, gerekse hiç­bir askeri zorunluluk olmaksızın, Türkiye topraklarının en zengin ve en bakımlı parçalarında, yok etmekten başka bir şey düşünmeyerek, sis­temli bir şekilde yapılmış yakıp-yıkmalara tek bir özür bulunamaz” di­yerek Türk topraklarının işgaline dönük tepkisini dile getiren İsmet Paşa’nın konuşması bir bütün olarak incelendiğinde, kesinlikle sıradan bir tören konuşması değil, ağır ithamlar içeren ve hak arayan bir konuşmadır denilebilir.

Bununla birlikte İsmet Paşa da diğer konuşmacılar gibi sık sık banş sözcüğünü kullanmıştır. İsmet Paşa, barış sözcüğünün üçünü huzur sözcü­ğü ile birlikte kullanmıştır. İsmet Paşa’ya göre huzur ancak barışla gele­cektir, ama bu barışa eşit ve adil bir diplomasi sonuncunda ulaşılacaktır. İsmet Paşa diğer iki konuşmacıdan farklı olarak konuşmasında sıklıkla ba­ğımsızlık sözcüğüne yer vermiştir. Bu da hemen herkes tarafından dillen­dirilen barışın bedelini Türkiye açısından gösteren bir anlayışı yansıtmak­tadır. Barış, ama Türkiye’nin bağımsızlığını onaylayacak bir barış!..

Diğer taraftan İsmet Paşa’nın en fazla kullandığı sözcük Türk olmuş­tur. Türk ve Türkiye ifadelerinin sıkça kullanılması, hem ulusal kimlik hem de yeni bir devletin varlığının uluslararası camiaya tanıtılması anla­mı taşımaktadır. İsmet Paşa’nın konuşması Konferans’ta Türk tarafının genel politikasının daha ilk günden yansıtılması açısından önemlidir. Eşit koşullarda bir müzakere süreci isteyen Türkiye, adil ve huzurlu bir barış için Türk ulusunun bağımsızlık isteğinin kabul edilmesinin gerektiğini, Konferansın açılış töreninde tüm dünyaya duyurmuştur.

Bu arada İsmet Paşa’nın konuşması sırasında Türk-Yunan Savaşı’na de­ğinmediği de görülmüştür. Bu da Türk tarafının işgalleri bir bütün olarak ele aldığını, konuyu Türk-Yunan sorunu olarak görmediğini, Osmanlı’dan geri­ye kalan bütün sorunları çözmekte kararlı olduğunu göstermektedir.

İsmet Paşa konuşmasını tamamladıktan sonra kendinden emin bir şe­kilde ağır adımlarla yerine geçmiştir. Açılış töreninin tamamlanmasının ardından salonun kapısının önünde bekleyen fotoğrafçıların bütün dikkati İsmet Paşa üzerinde yoğunlaşmıştır. İsmet Paşa, gayet gösterişsiz, ancak ne istediğini bilen bir görüntü çizerek gazetecilerin arasından yürümüş, otomobiline binmiş ve Lozan Palas’a dönmüştür.

İsmet Paşa’nın nutkundan herkes kendine göre bir sonuç çıkarmış ve buna göre değerlendirme yapmıştır: İngilizler bir olağanüstülük olduğu­nun farkına varmamış gibi davranmaya özen gösterirken, Yunanlar hid­detli buldukları konuşma sonrasında bütün dünyanın karşısında Anado­lu’daki cinayetlerin hesabını verme mecburiyetine düşürüldüklerini his­setmişlerdir. Fransızlar ise konuşmayı biraz sert bulmuşlardı. Bir Ameri­kalı gazeteci de ilk kez bir açılış nutkunda faydalı sözler işittiğine dair yo­rumlar yapmıştır.

Tören sırasında soğukkanlı görünmeye çalışan Lord Curzon, aynı gün Londra’ya çekmiş olduğu telgrafta düşüncelerini aktarırken, “Ancak ben­den sonra İsmet Paşa kürsüye ilerledi bir kağıt çıkararak çok partizanca ve kısmen sert (saldırgan) yorumlar içeren bir konuşma yaptı. Konseyin Fransız Başkanı bana, kendisinin etkisi olmasaydı İsmet Paşa’nın konuş­masının çok daha kötü olabileceğini söyledi” diyerek yaşamış olduğu ha­yal kırıklığını saklama ihtiyacı hissetmemiştir. Yine Curzon, İsmet Pa- şa’nın tavrından konferansın sonraki günlerinde sorun yaşanabileceğini de sözlerine eklemiştir.

İsmet Paşa da Lord Curzon gibi Konferansın ilk günüyle ilgili izle­nimlerini Ankara’ya hemen rapor etmiştir. İsmet Paşa’nın TBMM Baş­kanlığına çekmiş olduğu telgraftaki ifadelerinden ve konuşma metnini Ankara’ya göndermiş olmasından dolayı, metnin Lozan’da hazırlandığı ve Lord Curzon’nun konuşması karşısında durumdan vazife çıkarılarak yapıldığı anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak, Lord Curzon’un İsmet Paşa’nın konuşması sonrasında yapmış olduğu tahmin doğru çıkmış ve görüşmeler sorunlu bir şekilde ce­reyan etmiştir. Türk tarafı Konferansın daha ilk gününde ortaya çıkan eşit ve adil diplomasi talebinden, görüşmelerin hiçbir aşamasında ödün ver­memiştir. Nihayet 24 Temmuz 1923 tarihindeki imza ile de beklenen so­nuca büyük ölçüde ulaşılmıştır. Gerçekçi temellere dayanan ve Türk ka­rarlılığını yansıtan Lozan Barışı’nın günümüze kadar yürürlükte kalması­nın sim da eşit ve adil diplomasi anlayışında yatmaktadır.