Ali Fuad Erden - İsmet İnönü

İsmet İnönü

 

Yazar: Ali Fuad Erden

 

 

Bu kitap İnönü Vakfı’na

Orgeneral Ali Fuat ERDEN’in kızı

Sayın Ayla ÖKMEN

tarafından  bağışlanmıştır.

 

 

Ö N S Ö Z

 

 

Bu kitap kaside değildir. Yergi hiç değildir.

Kasidelerden, övgülerden, destanlardan –övülenin düşkünlük zamanında da olsa– ve yergilerden –dahası yerilenin güçlü olduğu devirde de olsa– aynı derecede tiksinirim.

Bu kitabı yazarken duygularımdan sıyrılmaya gayret ettim. Gördüklerimi, bildiklerimi, işittiklerimi, nesnel olarak ifade etmeye çalıştım.

Yazılarımda acaba hiç hissiyat yok mudur? Olmadığını iddia edemem; insan bilmeyerek ve istemeyerek de, bazen hislerinin etkisinde kalabilir. Mutlak nesnellik yalnız laboratuar tahlillerinde ve termometrede vardır. Termometrenin ve barometrenin cıvası tamamen duygusuz ve yansızdır.

Bu kitap; gösterişsiz bir kökenden gelen; 20. yüzyılın başında topçu harbiyesine giren; bütün öğrenimlerini ve en yüksek öğrenimini –kurmay öğrenimi– istibdat ve karanlık döneminde yapan; 1322 (1906) yılında Kurmay Okulu’ndan birincilikle çıkan; genç Türk İhtilaline, Yemen Savaşlarına, İtalya Savaşı’na, Balkan Savaşı’na, Birinci Dünya Savaşı’na, Kurtuluş Savaşı’na katılarak bunların her birinde önemli görevler yapan; sırf kendi zekâsına ve değerine dayanarak toplumsal aşamaların en sonuna çıkan bir kurmay subayının –başka bir kurmay subayı tarafından– hikâyesidir.

 

 

 

 

1

 

İSMET EFENDİ AKSARAY

Lise  birinci  sınıftan  ikinci  sınıfa  geçerken  –

Bilim,  pekiyi.  Ahlak,  pekiyi  –

Uzaktan  ruhi  ilgi  –  Ateşli  konuşma

 

“Geleceğimle benim aramda bir engel ve perde oluşturan yıllardan birini çiğneyip geçtim.”

1313 (1898) yılında Mühendishane-i Berrî-i-Hümayun (Topçu ve İstihkâm Okulu) idadı (lise) birinci sınıfının birincisi Aksaraylı İsmet Efendi, ikinci sınıfa geçtiğini İzmir’deki dayısına işte böyle bildirmişti.

İsmet Efendi’yle aramızda üç sınıf farkı vardı. O, lise birinci sınıfa geldiği zaman ben Harbiye birinci sınıfa geçmiştim.

13-14 yaşındaki bir çocuğun böyle düşünüp yazması dikkatimi çekti. Bu ifadede fevkaladelik vardı; “gelecek”ten emin olmak vardı. Demek ki, onun nazarında yıllar ve sınıflar, rütbeler ve aşamalar kendisiyle, açıkça gördüğü geleceği arasında doğal ve zorunlu birer evreden başka bir şey değildi. Bunu öğrendiğim andan başlayarak bu çocukla uzaktan ilgilenmeye başladım.

İsmet Efendi Aksaray her sınıfta birinci olmakta idi. Her sınıfı geçtikçe ben o cümleyi hatırlar; kendi kendime; “İsmet Efendi geleceğiyle arasında engel olan yıllardan birini daha, ayağının altına aldı,” derdim.

İsmet Efendi 1319 (1903) yılı Ağustosunda okulu birincilikle bitirdi. Topçu mülâzım (teğmen) oldu. Erkân-ı Harbiye namzedi (kurmay adayı) sınıflarına ayrıldı. Diplomasında bilim pekiyi, ahlak pekiyi idi. Topçu Okulu’nda bilimden pekiyi derecesinde diploma almak pek nadirdi. Ben de birinci olarak çıktığım halde diplomamda bilim, iyi idi.

Topçu Okulu’nda olduğu gibi kurmay adayı sınıflarında da uzaktan İsmet Efendi’yi izlerdim.

*

*   *

Sonradan öğrendiğime göre bu ruhsal ilgi karşılıklı imiş. Erkânı Harp (Kurmay) Yüzbaşısı İsmet Bey Edirne’den yazdığı 24 Ekim 1322 (6 Kasım 1906) tarihli mektubunda demişti ki :

İyi hatırlıyorum… Bir akşam babam, “İsmet, genç bir kurmay yüzbaşısı gördüm. Açıkça görülen bir terbiye ve ağırbaşlılık ile aşağı doğru iniyordu. Bu çocukta, sana ciddi bir benzerlik gördüm. Sen de o zamanda olssan ve ben de onu arkadan görseydim İsmet diye çağıracaktım,” demişti. Ben, bu zemine ait ayrıntı verirken Fuad’a benzetilmiş olmaktan ciddi bir haz, bir mutluluk duymuştum. Geçmiş günlerimin her zaman hatırımda bulunan mutlu zamanlarından biri bu akşamdır.

Fakat o akşama kadar benim bu genç kurmayla bağlantım ne idi?

Topçu Okulu’na girdiğim zaman şaşkın ve meraklı bakışlarımla yoklama zamanı bütün okulu süzerken Harbiye sınıflarından birinin birincisi dikkatimi çekerdi. Bir ad bulamadığım bu ilgilenmenin etkeni ne idi? Bütün üç yıl Harbiye süresinde, kendisiyle, Karadağlı Jean* vesilesiyle ve Fransızca bahanesiyle, yalnız bir defa bahçede beraber oturabilmiş olduğum bu Harbiyeli Efendinin, kılıç takacağımız yıl Tanrı’nın bir tecellisi sonucu üzüntülü olduğunu** işittiğim zaman niçin ruhum bunalmış, burulmuş, varlığım sarsılmıştı? İki gün sonra, yoklama için cephe önüne çıkan bu darbe yemiş, kendi perişan durumunu matemli bakışlarıyla izleyen bir lise efendisinin bu ruhanî ve içten kederlenmesinden, kendi zavallılığından pay alan bu genç çocuğun vücudundan bile belki haberdar değildi…

İsmet Bey, kendisiyle görüşmeye nasıl başladığımızı başka bir mektubunda şöyle anlatmıştı:

Yeni aday olduğum sene, bir hafta, size Beyoğlu’nda rastgelmiştim. Sizin yanınıza, hissedilmesi gereken çekinme ve resmiyeti çiğneyip geçivererek sokulmuştum. Biz, beraber ve konuşa konuşa, her şeyden ateşli ateşli bahsederek tünelden inmiş ve yine yaya, tâ Şehzadebaşı’na kadar çıkmıştık. Şimdiki Eczahane-i Hamdi o zaman Şems Kıraathanesi’ydi. Bu kıraathanenin bir köşesinde geç vakite kadar oturduk. Siz, elinizdeki Fransızca gazeteleri bana gösterdiniz. Bir de yeni aldığınız ciddi bir revue vardı. Bu revue’yü okuduk. Sözlerinizden açık bir güven sonucu çıkarıyordum. Bu birlikte oluşun bazı konuşmaları aynen hatırımdadır. Akşam üzeri pek gülünç bir yüzle ve pek rahatlamış olarak eve gelmiştim.

Yine siz o sene Beyazıt’taki Merkez Kıraathanesi’nde arkadaşlarınızla oturuyordunuz; ben geçerken oraya girmiştim. Şimdi düşünüyorum da o merasimi ben nasıl çiğnemiştim, anlamıyorum. Yüzbaşı çıkmış âmir, iş sahibi olmuş, yüksek ve gururlu birçok kişiyle çevrili sizin yanınıza, daha önünde birçok öğrenim güçlüğü  bulunan bir çocuk işte öyle girmişti.

Bir de Ramazan günü Beyazıt Camii’nde görüşmüştük. Siz bana, o zaman Port-Arthur’unuzdan bahsetmiş, yayımlanmasındaki güçlüğü anlatmıştınız…

 

*) Karadağlı öğrenci.

**) Subay olmazdan bir ay evvel babam ölmüştü.

 

 

2

TAŞKASAP

Almanca  hocası  –  Saatleri  neye  göre  ayar  etmeli?  –

Âmir  huzuruna  çıkıyormuş  gibi  –  Kant  ve  Sezar  –

“Silahlanmış  Ulus”  –  Goltz  Paşa  ve  Emile  Faguet  –

Venüs  Hanım  – Kedi,  karınca,  kertenkele – İsmet  Bey,

Timurlenk,  Enver  Paşa  –  Alçakgönüllü  olmayı  öğrenmek

 

İsmet Bey’den bir kart aldım:

Acizane şunu arzediyorum.

Yüce kişiliğinize sunulacak bazı istirhamlarım vardır. Bu hususta ince ve derinlikli görüş ve düşüncelerinden yararlanmak için görüşme şerefine kavuşma ihtiyacını hissediyorum. Acizane teklifime iltifat buyurulursa efendimizin yarınki perşembe günü saat onda veya cuma günü saat yedide bendenizi Beyazıt’taki Merkez Kıraathanesi’nde kabul buyurmalarını temenni ederim. Bu vesileyle teşekkür borçlu olduğum cömert ilgilerinin sonsuza dek devamını rica ederek büyük bir saygıyla susuyorum efendim.

21 Kânun-u-evvel 1321

(21 Aralık 1905)

Erkânı Harbiye namzedi

mümteni sınıftan Aksaraylı

Bende İsmet

İsmet Bey, Almancasını ilerletmek için kendisine bir hoca salık vermemi rica etti. Ben, böyle bir hoca bilmiyordum. Mektepten çıktıktan sonra iki hocadan Almanca dersi almıştım. Biri Boşnak, diğeri Leh idi. İkisi de iyi hoca değildiler. Ben iyi Almanca bilmezdim. Fakat isterse benim bildiğim kadar kendisine yardım edebileceğimi İsmet Bey’e söyledim. Almancaya çalışmak için İsmet Bey cuma geceleri Taşkasap’taki evime gelecekti.

İsmet Bey cuma geceleri tam saat bir buçukta –ezani saat– gelirdi. Rahmetli annem derdi ki: “Saatleri İsmet Efendi’nin kapıyı çalışına göre ayar etmeli.” Annemin bu sözü bana Alman filozofu Kant‘ı hatırlatırdı. Kant, Königsberg’de otururmuş. Sabahları belli zamanda evinden çıkar, tam öğleyin dönermiş. Geliş gidişinde o kadar düzen varmış ki komşuları, Kant kendi kapılarının önünden geçerken saatin kaç olduğunu bilirler ve saatlerini ayar ederlermiş.

İsmet Bey bende bir saygınlık duygusu uyandırırdı. O geleceği zaman ben resmî elbise ile karşılar; ceketimin düğmelerini, yakamın kopçalarını dikkatle muayene eder, âmir huzuruna çıkacakmışım gibi kıyafetimi düzeltirdim. Halbuki ben yüzbaşıydım; o, henüz okulda ve üsteğmendi ve benden iki yaş küçüktü. Bu münasebetle Sezar’a ait bir vak’ayı hatırlarım: Sezar henüz pek genç iken onu korsanlar kaldırmışlar ve fidye olarak büyük bir para istemişler. Sezar paranın gönderilmesi için dostlarına haber yollamış. Para gelinceye kadar gemide tutuklu kalmış. Delikanlı gündüzleri uyumak istediği vakit gürültü etmemelerini korsanlara tembih edermiş. Onlar da uyarlar ve delikanlıyı uyandırmamak için hiç ses çıkarmazlarmış.

Sezar korsanlarda sayınlık uyandırır, korsanlar onu âmirleri gibi sayarlarmış. Delikanlı ara sıra onlara yarı şaka olarak; “Serbest bırakıldıktan sonra sizi asacağım,” dermiş; onlar da gülerlermiş.

Sezar, gemide otuz sekiz gün –fakat koruma altında bir tutsak gibi değil, kendisi kumandan, korsanlar buyruğundakilermiş gibi– kalmış. Para gelince serbest bırakılmış. Birkaç gemi silahlandırıp korsanları izlemiş. Bir limanda yakalamış ve Bergama’da çarmıha gerdirmiş.

*

*   *

İsmet Bey’le üç saat çalışırdık. Goltz Paşa’nın “Silahlanmış Uluslar”ını Almancadan Türkçeye çevirirdik.

Bir süre sonra bu üç saatin son yarım saatinde Fransızca kitaplar okumaya başladık. “Silahlanmış Uluslar” kuru ve klasikti. Üç saat can sıkıyordu.

Okuldan çıktığımdan beri felsefeye ve tarihe dair –Socrate ve Eflatun’dan Buchner’e, Moleschott’a ve Heckel’e kadar ve Plutarque’dan Naima’ya ve Michelet’ye ve bunlardan Lavisse-Rimbaud’ya, Seignobos’a ve Murat Bey’e kadar– iki yüze yakın kitap okumuştum. On beş yaşından beri de Fransızca haftalık üç Revue –Annales politiques et littéraires, revue encyclopédique Larousse, La Revue– okurdum.

1900 yılında fenni felsefe kitapları –Bibliothèque de la philosophie scientifique– çıkmaya başlamıştı. Bunları da alır ve okurdum. Esinden ve duygudan doğan, aklın soyut olayları olan felsefeden çok fenne ve tabii ilimlere dayanan felsefeyi yani fenni felsefeyi severdim. Bu kitapları yazanlar doktor ve tabii ilimler uzmanı idiler. Bu kütüphanenin ilk cildi Doktor Gustave le Bon’un “Maddenin gelişmesi – Evolution de la matière” idi. Kitabın üzerinde “Tabiatta hiçbir şey yaratılmaz; hiçbir şey yok olmaz” bilinen kuramının aksi olarak, “Tabiatta hiçbir şey yaratılmaz; her şey yok olur” yazısı vardı. “Tabiatta her şey yok olur” cümlesi atom patlamasının elli yıl önceki ifadesiydi.

Okuyacağımız kitapları, Batı’nın en ileri düşüncelerini kapsayanlar içinden seçerdim. Bunlardan parçalar okurduk.

Bu düşünceler İsmet Bey için yepyeni, bambaşka konulardı ve o, bunlarla pek ilgilenirdi.

Sonraları, Fransızcaya ayırdığımız yarım saat, bir saat oldu. Bir saat, iki saat; iki saat, iki buçuk saat oldu. Sonunda “Silahlanmış Uluslar”ı ve Almancayı bıraktık. Klasik askerî edebiyatın başyapıtı olan “Silahlanmış Uluslar”ın yerine, en sonunda, Emile Faguet’nin “Anarchisme”i (Anarşistlik) geçti. Bunlar iki son idi. Arada, birçok kitaptan birçok parça okumuştuk. Anarşizme oranla sosyalizm sağcı, geri sayılırdı. Sosyalizmde aşırı devletçilik vardı. Anarchisme ise “hükümetsizlik” idi. Emile Faguet, kitabında, Kurupotkine, Bakounine, Max Stirner, Proudhon gibi anarchisme kuramcılarının inançlarını özetlemişti. Kitabın üstünde şu yazı vardı: “Ben hiçbir şeyi tenkit etmiyorum. Hiçbir şey iddia etmiyorum. Yalnız açımlıyorum…”

Bu kitaplar Beyoğlu’ndaki yabancı kitapçıların vitrinlerinde satılırdı. Abdülhamid’in hafiyeleri o kadar bilgisiz adamlardı ki, bu kitapların isimlerinin anlamını anlayamazlardı. Örneğin socialism’in incili olan Karl Marx’ın “Capital” (Sermaye) kitabını büyük bir olasılıkla sermayeye, matematiğe dair bir kitap sanırlardı. Onlar için “muzır evrak” Ahmet Rıza Bey’in Paris’te, taş basmasıyla bastırdığı ve Abdülhamid hakkında küfürler yazılı risalelerdi.

İsmet Bey’le Fransızca kitapları okurken tartışır, düşünce alışverişi yapardık. Bu ateşli düşünce alışverişleri aramızda samimi bir düşünüş ve duyuş bağı oluştururdu. İsmet Bey’in zekâsını, görüşünü, muhakemesini pek çok beğenirdim. Bu beğeniş saygıya, saygı hayranlığa dönüştü.

*

*   *

Bizim evde bir kedi vardı: Venüs Hanım. Babası Ankaralı, annesi İstanbulluydu. Güzel ve zekiydi. Rengi samur, göğsü beyaz, gözleri yeşildi. Gözleri ve bakışları çok güzeldi. Kocaman, muhteşem bir kuyruğu vardı. Azim ve irade sahibi idi de. Ona Venüs Sultan da derdik. Beni sevmezdi ve kendini bana okşatmazdı.

İsmet Bey’in geldiği bir gece Venüs Hanım tesadüfen, çalışma odamızdaydı. İsmet Bey’e tanıttım. Vahşi yaratılışlı olduğunu, kendisini sevdirmediğini de söyledim. İsmet Bey sevmek istedi. Venüs Hanım kanepelerin altına kaçtı. İsmet Bey tutmaya çalıştı. “Tutamazsınız, boş yere uğraşmayınız” dedim. Fakat dinlemedi.

İsmet Bey’le Venüs Hanım arasında yarış, azim ve beceri sınavı başladı. Venüs Hanım bir kanepenin altından bir koltuğun altına kaçıyor, İsmet Bey onu yakalamak için bütün strateji becerilerini kullanıyor ve Venüs Hanım’ın hareket özgürlüğünü ve manevra alanını sınırlandırmak için barikatlar kuruyordu. Lakin Venüs Hanım kendini yakalatmıyordu. Mücadelenin bir safhasında, onun hâlini anlamak için bir kanepenin altından baktım: Kaçıp koşmaktan, heyecan ve çarpıntıdan yorulmuş, güçten düşmüştü; güzel yeşil gözleri pırıl pırıl parlıyordu; bütün azim ve iradesi, bütün hüviyeti gözlerinde toplanmış gibiydi. Ve bu sefer, karşısında benden daha akıllı ve daha iradeli bir oyun arkadaşı olduğunu tamamiyle anlamışa benziyordu. Bakışlarında, benim kendisini iyi tanıdığım için, mücadelenin boş yere olduğuna İsmet Bey’i inandırmamı isteyen, ya da benden koruma ve yardım bekleyen bir anlam vardı; yahut bu güzel bakışlarda, hiç değilse tarafsız kaldığım için bana gönül borcu ifadesi vardı; ya da belki ve en doğrusu… hiçbir şey yoktu.

İsmet Bey de bir düziye koşuyor, yerlere uzanıyor, güzel kediyi mutlaka tutmak istiyordu.

İsmet Bey ve Venüs Hanım koltukların, kanepelerin çevresini birçok defa dolaştılar. İsmet Bey okuyacağımız kitapları unutmuş gibiydi.

Savaş bir çeyrek kadar sürdü. Nihayet İsmet Bey savaşı kesti.

Venüs Hanım üstün gelmişti.

*

*   *

Timurlenk, gençliğinde, bir gün tek başına çadırında otururken, işlerin iyi gitmediğinden ve başarısızlıklara uğradığından dolayı içi sıkılırken ve üzüntü içinde ne yapacağını düşünüp dururken çadırın kanadında bir karınca görür. Karınca çadırın tepesine doğru çıkıyordur. Timurlenk eliyle karıncayı dürter; yere düşürür. Karınca tekrar çıkmaya başlar. Önceki noktaya gelince Timurlenk gene düşürür. Karınca tekrar çıkar. Aynı noktaya gelince Timurlenk gene düşürür. Timurlenk karıncayı yüz defa düşürür. Lakin karınca direnir ve yüzüncü defa, gene çıkar. Nihayet Timurlenk usanır ve mücadeleyi bırakır.

Karınca Timurlenk’e üstün gelmiştir.

Timurlenk bu olaydan ders alır. Karıncanın direncinden direnmeyi, başarısızlıklardan ümitsizliğe düşmemeyi, izlemeyi, yinelemeyi ve hedefe varıncaya kadar devamı öğrenir; ümitsizliği bırakmış, geleceğe inanmıştır. Bir karınca, Timurlenk’e bir imparatorluk kurduracaktır.

*

*   *

1916 yılında Enver Paşa’nın Sina çölünde bir teftiş gezisi. Önde Enver Paşa, solunda ve gerisinde Süleyman Numan Paşa, birkaç adım geride Cemal Paşa ve Mustafa Kemal Paşa yürüyorlardı. Ben Cemal Paşa’nın hemen gerisinde idim. Enver Paşa bir kertenkele gördü ve yakalamak istedi. Kertenkele kaçtı. Enver Paşa kovaladı. Zekâsı ve kavrayışı kıt olan kertenkele, kimin tarafından izlenmek onuruna erdiğinden galiba habersiz, kumların üzerinde zikzaklar çizerek kaçıyordu. Cemal Paşa’nın ve Mustafa Kemal Paşa’nın birbirlerine sokularak konuştuklarını gördüm. Usulca Cemal Paşa’ya yaklaşarak kulak kabarttım. Mustafa Kemal Paşa, “Başkumandan çölde kertenkele kovalarken…” diyordu. Cemal Paşa, “Süleyman Numan Paşa kertenkeleyi yakalamak için yardım eder gibi görünüyor; fakat yakalamaya değil, daha ziyade kaçırmaya çabalıyor…” diyordu ve paşalar, Enver Paşa’nın duymasından çekinerek birbirlerinin kulağına eğilmiş, gayet yavaş konuşuyorlardı.

Enver Paşa kertenkeleyi yakalayamadı. Ekspresle Medine’ye giderken, Hicaz çölünde, uçan kuşu trenin penceresinden filinta ile vuran Enver Paşa, dümdüz Sina çölünde, yerde sürünen kertenkeleyi tutamamıştı.

Kertenkele Osmanlı Orduları Başkumandanına boyun eğmemiş, ona üstün gelmişti…

*

*   *

Demek oluyor ki, üç yenen vardı: Kedi, karınca, kertenkele.

Üç de yenilen: İsmet Bey, Timurlenk, Enver Paşa.

Bu olaylardan biraz “alçakgönüllü” olmayı öğrenmemek olanaklı değildir.

 

 

3

BEYKOZ ORMANI

Ormanın  içerisinde  okunan  zararlı (!)  yazılar  –

“İnsan,  hayatta  bir  amaç  izlemeli”  –

Amaç  –  Metristepe  –  İki soru

 

1322 (1906) yılı yazın Paşabahçesi’nde idim. İsmet Bey cuma günleri öğleden sonra İstanbul’dan vapurla gelirdi. Ben iskelede beklerdim. Aynı vapurla Beykoz’a giderdik. Beykoz’dan araba ile Tokat köşküne, oradan yaya olarak ormanın içerilerine gider, Max Nordau’ı okurduk.

Max Nordau’nun “Las mensonges conventionnels de notre civilisation – Uygarlığımızın yalancı değer yargıları” kitabını, hayatın eşiğinde bana Lübnanlı bir düşünür tavsiye etmişti. Max Nordau’nun düşüncesince uygarlık birçok yalanlardan –siyasi yalan, toplumsal yalan, ahlaki yalan, mezhep yalanı, aile yalanı, nüfus yalanından– ibaretti. O, bunları amansız bir surette açımlar, çözümler ve eleştirirdi.

Beykoz’a giderken bu kitaptan ve aynı yazarın “Paradoxes philosophiques ve Paradoxes psychologiques – Felsefi aykırı düşünceler ve Psikolojik aykırı düşünceler” kitaplarından beş on yaprak koparır, cebime kordum. Ormanın derinliklerinde, insanlardan ve… hafiyelerden (ajan) uzak, bu zararlı (!) yazıları birkaç saat okurduk… Ve düşünürdük.

İsmet Bey’in evi Süleymaniye’de idi. Babası, güneş batmadan önce, eve dönmesini istermiş. Beykoz ormanı Süleymaniye’den iki saatti. Akşam ezanından evvel evde bulunmak için Beykoz’dan erken dönerdik. İsmet Bey babasından pek korkardı. Babasını tanıdım: Belediye evrak memuru Reşit Efendi. İrade ve yetke sahibiydi. İsmet Bey’in annesi de çok akıllıdır. Şimdi bile zekâ ve belleğini tam olarak korumaktadır.* İsmet Bey, babasının enerjisini, annesinin aklını kalıt olarak almıştır. Kardeşleri kısmen özürlüdürler. Kendisi de çocukluğundan beri ağır işitirdi. Fakat, o, bundan pek de kırgın değildi. “Her şeyi ve boş sözleri duymuyorum” derdi. İnsanların söylediklerinin çoğu boş ve anlamsız sözlerdir. Her şeyi duymamak ona, düşünmek ve kendi benliğinin derinliğini dinlemek olanağını veriyordu. Az duyması, başka duyularını güçlendirmişti: Gözleri çok keskindi ve dikkat duyusu pek gelişmişti.

Bir gün Max Nordau’dan şu cümleyi okuduk: “İnsan, hayatta bir amaç izlemeli!” İsmet Bey sordu: “Amaçtan neyi kastediyor?” Ben örneğin “Gerçeği araştırma” dedim. Gerçeği araştırma, Taşkasap’taki felsefi konuşmalarımızda bahsi geçen bir konu idi. İsmet Bey, “Hayır” dedi. “Bu, amaç olamaz. Onun kastettiği amaç başka bir şey olmalı…” Ve düşünceye daldı. Bakışları ormanın derinliklerinde belirsiz bir noktaya takılı kaldı. “Amaç”ı düşünüyordu. “Amaç”, lisenin birinci sınıfında iken dayısına yazdığı mektupta bahsettiği “gelecek” olmalıydı. On beş yıl sonra, İnönü savaş alanında, “Metristepe”den izleyeceği “kendi geleceğinin ufkunu”, o anda, ormanın derinliklerinde, hayal meyal görüyor gibi idi.

O düşündüğü anlarda ben okumayı keser, susardım. Tekrar okumaya başlamak için düşünmesinin bitmesini beklerdim…

İsmet Bey bir şey söylemedi.

Bir gün bana “Memleket bundan daha büyük hızla yıkılmaya gidebilir mi?” diye sormuştu. Abdülhamid yönetimi memleketi uçuruma, yıkılmaya, yokluğa götürmekte idi.

Ben de bir gün kendi kendime şu soruyu sormuştum: “İsmet Bey gibi evladı olan bir memleket yok olabilir mi?”

Bu iki sorunun ikisi de doğruydu. Evet, Osmanlı Devleti, daha büyük hızla, yok olmaya ve yıkılmaya gidemezdi… Ve İsmet Bey gibi evladı olan bir memleket de yok olamazdı… Nitekim yok olmadı.

 

*)   Kitabın ilk baskısı 1952 yılında yapılmıştır. (y.n.)

 

 

4

KURMAY YÜZBAŞISI İSMET EFENDİ

Altın  madalya  –  Fotoğrafların  evreler

sırası  –  Kutup  yıldızı  gibi.

 

13 Eylül 1322’de (26 Eylül 1906) İsmet Bey Kurmay Okulu’nu birincilikle bitirdi ve Kurmay Yüzbaşısı oldu.

Yeni alınan bir karar gereğince yüksek öğrenim okullarından birincilikle çıkanlara altın millî eğitim madalyası veriliyordu. İsmet Bey altın madalya aldı ve göğsünde bu madalya bulunan fotoğrafını bana verdi.

Evdeki çalışma odamda, arkadaşlarımın, akrabamın, büyüklerimin fotoğrafları duvarda asılıydı.

Ben bu resimleri, yaş, rütbe, evre, yakınlık düşünmeksizin duygularıma, sevgime ve saygıma göre düzenlerdim ve yeni bir resim aldıkça ya da sevgi ve beğenim değiştikçe, yerlerini değiştirirdim.

İsmet Bey’in resmini en yukarıya astım. O, kutup yıldızı gibi, daima yerinde kaldı ve yeri hiç değişmedi.

Kurmay Yüzbaşısı İsmet Bey Edirne’ye atandı.

 

 

 5

EDİRNE MEKTUPLARI

Gerçeğin  üstünde  muhayyel  bir  adam  –  “Üslûp,  insandır”,

İki  devre  –  Geleceğin  Dışişleri  Bakanı  İsmet  Bey  ve

eski  İngiliz  Dışişleri  Bakanı  Balfour

 

Edirne,  14  Ekim  1322

Can dostum kardeşciğim,

Artık sizden ayrıldım. Hayatımın hiç unutulamaz bir ruhsal dönemini oluşturan kısa bir zamanın kutsal anıları, şimdi, bütün hayal dünyamı doldurup kaplıyor. Size birçok kez söylemiştim. İstanbul’dan ayrıldığıma beni, en çok ve belki yalnız, sizden ayrılmış olmak üzecek ve kederlendirecekti. Gerçekten bugün öyle oldu. Edirne dedikleri şu madde yığınında gördüğüm boşluk büyük, bir şeyle doldurulamaz bir uçurum; her şeyle dolu gelen İstanbul’un da övünç kaynağı size ve yalnız sana sahip olmasıdır. Yalnızca maddeye dayalı donuk bir hayatın bütün yükümlülüğüne bağımlı olmaya, boyun eğmeye başladım. Şu sürmeye başladığım ömrün değeri maddi güçle, ruhsal büyüklük (yücelik) arasındaki farkla karşılaştırılmalıdır.

Edirne’nin maddi yönü de pek yukarı değildir. Bakışın duygular üzerine etkisini, özellikle düşüncede meydana getireceği genişleme ve uyanıklığı yadsımadığınız için söyleyebilirim ki, insan, bu Edirne’de biraz çıkıp dolaşmakla bir rahatlama, bir düşünce derinliğine erişemez. Aksine düşünenleri sürekli bir sıkıntıya, yetenekli olanları aşırı bir kötümserliğe yöneltir. Donuk, ilkel bir şehir, geniş bir harabe.

Şimdi, topçu fırkasına atandım. Seyyar Topçu Sekizinci Alayın Üçüncü Bölüğü yüzbaşısıyım. Bölüğüm seri ateşlidir. Adresim de yok. Kışlada yatıyorum. Bazı ufak tefek hazırlayıp da, iyice (!) yerleşinceye kadar daha epey yorulacağım. Bununla birlikte arkadaşlarım arasında en az yorulup en çok rahat eden, bir ölçüde hemen hemen hiç güçlük çekmeyen yine benim. Bu nasıl oldu? Beni hatırından çıkarmadığına emin olduğum bir ruhun buralara kadar uzanan kardeşlik kanadının gölgesinde oldu. Gelir gelmez Kolağası Hayri Bey, beni arıyor, ivedilikle arıyor; buldum. Buluştuktan sonra gördüğüm yüceltilme, yardımseverlik ve insanlıkların sınırı ve sayısı belirsizdir. Siz üreticiliğinizin bu olağanüstü gücüne bakıp da öğünebilirsiniz. Bununla birlikte ben de, sana karşı söylemeye gerek görmüyorum, Hayri Bey’e karşı büyük bir minnet, bir borç duyuyorum. Yol göstericiliğini ve yardımlarını ödemem olanaksız gibi görünüyor.*

Bu maddi konuyu kısa keselim. Hayatımdan, her yerde ve her şeyden memnun, çünkü maddeden ziyade manevi değerlere tutkun olmak yeteneğinde bulunanlar için olduğu gibi, ben de memnunum. Ruhsal ilişkinin yok olmadığına inandıktan sonra sizden ayrı bulunmak üzüntümü de hafifletir. Bununla birlikte şu çevremde konuşmak zorunda olduğum kişilerin söyledikleri karşısında sabretmek ve kendini zorlamak ne güçtür.

Karşıt ve düzensiz düşüncelerimi küçük görmezsin. Bunlar perişan bir durumun yansımalarıdır; şu andaki düşüncelerimin ne ölçüde sınırlı olduğunu gösterirler. Her şeyin yabancısı, her şeye istekli, acemiliğine bakmayarak başlıbaşına bir bölüğü üstlenmiş bir adamın düşünemediği, ruh ve vicdanı saydığı sevgili kardeşine karşı da ne söyleyeceğini şaşırdığı bir zamandır. Sen bu sözleri okursun. Hayalin yalnız güç kazanır. Sonra benimle fikren ve ruhen görüşürsün. Şu sonuna ermeye, tam yeni ferahlığa çıkmaya başladığım ilk dönemin etkileri içinde yazılmış bu kâğıt parçası, bir mektup değil, bir hiç, belki bir şeydir…

Siz bana sürekli düşün demiştiniz. Ben sürekli düşüneceğim. Düşünmek için başlangıçta olduğu gibi, şimdi de yol gösterici yardımlarınıza muhtacım. İkinci bir mektubumu beklemeden bunun cevabını, değil a canım, sizin yeni bir mektubunuzu isteyebilir miyim?

Soylu bakışlı gözlerinizden saygı ve özlemle öperim kardeşciğim.

İsmet

*) Otuz yıl sonra, Emekli Erkânı Harp Kaymakamı Hayri Bey, Osmanlı Bankası yönetim kurulu üyesi olmuştu ve o görevde ölmüştü.

 

*

*   *

Ben İsmet Bey’in mektuplarını sabırsızlıkla beklerdim. Lakin, aynı zamanda, cevap yazmaktaki güçlüğü düşünerek üzülürdüm.

Taşkasap’ta ve Beykoz ormanında okuduğumuz kitaplar ve bu kitaplardan alarak söylediğim düşünceler, İsmet Bey’de, bana karşı büyük bir yakınlık yaratmıştı. Ben bu kadar yüksek yakınlığa layık değildim.

Mektuplarında, İsmet Bey, bana değil, gerçeğin üstünde, muhayyel bir adama hitap ederdi. Bu muhayyel adam, ben değildim. Gerçek varlık, muhayyel kişiye oranla, duygu ve vicdan bakımından değilse bile, düşünce yönünden pek aşağıda idi.

Bu yakınlık, özellikle mektupların başlarında ve sonlarında beliriyordu:

“Can dostum kardeşciğim” hitabı, biraz sonra, sadece “canım”; daha sonra “vicdanımın ışığı”, “gözümün nuru” oldu. Edirne’deki İsmet Bey’in, İstanbul’daki muhatabının kadri ve değeri gittikçe arttı. Bu muhatap, bu muhayyel kişi derece derece, “varlığımın ışığı”, “yüce ruh”, “sevgili ve insanlık vicdanı” oluyor; yakınlık eğrisi ok gibi yükseliyor; yükseldikçe “muhayyel”, “gerçekten” daha ziyade uzaklaşarak “yüce üstün değerlerin özü”, “olgunluğun asil ruhu” pâyelerine çıkıyor… ve en sonra “yüce varlığın bir parçası”, “adaletin ve gerçeğin ışığı”, “soyluluk, büyüklük, yücelik” hitaplarıyla hayalin en sonuna, en yükseğine varıyordu.

Mektupların sonları da şöyle idi :

Ellerinden hürmet ve özlemle öpen. Saygılarını sunmaya coşan… Gözlerinizi candan ve saygıyla öperek sözlerimi bitiririm. Özlemle gözlerini öperek rûhaniyetine sığınan… En derin saygılarımı sunar ve içten bağlılığımı yinelerim…

İsmet Bey 29 Ekim 1322 (11 Kasım 1906) tarihli mektubunda demişti ki:

Bir uzaklaşma ve ayrılık geleceğinden insanı en çok korkutabilecek mesele, gelecekteki olgunlaşmaya düzensiz bir hızda adımlarla ilerlememiz olasılığıdır. Siz, daha hızlı yürüyerek, şimdiye kadar vukuunu güç hal ile zannedebildiğim eşitliği kendi lehinize bozar ve yok ederseniz işte o zaman ayrılık, acı ve benim için cidden felaketli ruhsal ayrılık başlayacaktır.

Bunun tam aksi oldu. İsmet Bey, olgunlaşıp geliştikçe ve alın yazısının ana yolunda ilerledikçe –dev adımlarıyla ilerledikçe– ben “gerçek”e dönüyor, “gerçek”e doğru geriliyordum. Daha doğrusu ben değil o muhayyel adam!

Muhayyel adam :

Sekiz on yıl sonra, kademe kademe “Pek sevgili kardeşim Fuad”, “Kardeşim Fuad”, “Âlî kardeşim”, “Sevgili kardeşim Fuad Bey” oldu;

Yirmi yıl sonra “Kardeşim paşacığım”, “Muhterem paşam”, “Aziz paşa kardeşim”;

Otuz yıl sonra “Kardeşim Fuad paşa”, “Sayın Korgeneral Ali Fuad Erden” idi.

Şimdi “Kardeşim Erden”im; en samimi ve en güzel hitap!

“Üslûp, insandır.” İsmet Bey’in üslûbu da kendisidir.

İsmet Bey’in Edirne mektuplarından birkaçını aynen veya kısmen yazıyorum. İsmet İnönü’nün son bir mektubunu da aktaracağım.

 

Edirne, 19 Ekim 1322 (1906)

Enis-i vicdanım, kardeşciğim,

Bugün mektubunu aldım. Şimdiye kadar hiçbir biçim ve nedenle hissetmediğim bir ruhsal rahatlama içinde ömür geçirdim. Bütün nazarımda, bütün düşüncemde bir doluluk, bir olgunluk vardı. Bugün bir maddesel çevre içinde, taşlar, ağaçlar ve bütün bu insanlar arasında Tanrıya yaklaşmış, manevi yaşadım. Bana, benim düşünceme ve benim can dostuma ne yabancı bir çevre! Herkesten iki üç dakikada bir “İsmet Bey dalgınsınız” yinelemesini dinledim. “Hayır efendim” diye kendilerine karşı, kayıtsızlığımı bir maddi nedenle değiştirirken içimden yükseldiğimi hissediyordum.

……….

Geç mektup yazdığıma daha doğrusu hâlâ mektup yazmadığıma, şu anda korkunç seviniyorum. Mümkün olmalı, sabredebilmeli de sana mektup yazmamalıyım; şu kadar ki, senin, benim için yazdıklarını okuyabilmeliyim. Ne kendini beğenmişlik… Ne korkunç bir tad alma.

Tanrı’nın birliğine emanet ol, olgunluğun örneği kardeşciğim.

İsmet

 

Edirne, 24 Ekim 1322 (1906)

Vicdanım,

Enis-i vicdanım sözünü de yetersiz bulmaya başladım. Yakınlığı ve nisbeti sevgiyle anmaya değecek kadar yüce tanınan vicdanı senin (dış görünüşün) ile tasvir etmek derin anlamlı ve asil bir tasavvurdur.

Vicdan kelimesi herkesin zihninde kimbilir ne mânalar yaratır? Bu kelimenin söylenmesi, bana yüce kardeşimi hatırlatır.

……….

Sana mektup yazmaya başlamak ve yazmak benim için hakikaten güç bir iş, güç başa çıkılır bir iştir. Çünkü kalemde bir titreklik, bir tereddüt, bir güçsüzlük başlar. Duygu ve düşünce sınırlı olsa tekdüze ve birbirini izleyen satırlar dizmek işten bile değil. Fakat duygu çok, düşünce sonsuz olunca, hatıra bir anda gelen düşüncelerin hepsini yazmak şu kımıldattığım kalemin yeteneğinin pek çok üstündedir.

……….

Bizim aramızdaki vicdani bağ nedir? Ömrü ne kadardır? Vicdani bağımız sonsuz bir ruhsal yakınlıktır.

……….

Gözlerinizi ruhen ve büyük bir saygıyla öperek sözümü bitiriyorum.

İsmet

 

Edirne, 1 Aralık 1322 (1906)

Yüce ruh,

Sana böyle hitap eylediğim için büyük bir manevi tad duyuyorum. Ruhların evvelce birçok kez tartıştığımız bölüştürülmesinde yüksek mertebeye düşen seviyeyi sana atfetmek, seni o düzeyde görmek istiyorum. Sonra, sana nispet ve yakınlığımla, kendimde yükselmek üzere bulunacağım, yükselmiş olacağım doğal sonucunu göz önüne alıyorum da ürküyorum.

Acaba duygularım doğru görüşüme engel oluyor mu?

Düşünürken sık sık mektuplarına başvururum. Onlar, benim en yakınlarım, benim canım ciğerim, benim ayrılmaz parçalarımdır.

Onların yol göstermesine, bana bir şeyler söylemesine öyle zorunlu bir ihtiyacım vardır ki, yanımda bulundukça kendi varlığımdan kıskanır, daha iyi anlamanın nasıl mümkün olacağına dair fikir yorarım. Onlar, bence, daima el değmeden kalmış, daima tamamiyle anlaşılamamış Türkçe âyetlerdir.

……….

Dünya dedikleri şu bir avuç yerde yaşayış sürem iki dönemden oluşur.

Birinci dönem: Doğduğum ve yirmi ikinci senesine başladığım zamana kadar uzanır. Bu zaman içinde benim evrene oranım bayağı, âdi bir bağ idi. Bu dönemde, benim, konuşan hayvan genel adı altında yaşayanlarla bir farkım yoktu. Düşünemez, bundan ötürü “anlayışı” sınırlı bir şey, bir madde idim. Velev hayalen o zamana dönüşümü yükselme yolunda uçarken aksi bir rüzgârın, bir engelin tesiriyle bir duraklayışa benzetirim. Duraklayış ile çöküş ve alçalmayı biz, bir tutarız değil mi? O halde “çabuk anlama” gerekir.

İkinci dönem: Başka, dönem denilmeye yakışmaz bir yaşam süresidir. Bu bir yüzyıldır. Yalnız başlangıcı belli, başlangıcı gösterilebilir bir sonsuz yaşamdır. Bu yüzyılın adı, düşünce yüzyılıdır. Ben, şimdi yaşıyorum. Bütün evrene karşı yaşadığımı ve bir hayat geçirdiğimi ancak bu dönem için iddia edebilirim. Şimdi benim, başlangıçsızlık ve sonsuzlukla ilişkim vardır. Şimdi her var olanla, her yok olanla ilişkim vardır. Onlarla konuşuyor, onların dilini anlıyorum. Her adım ve her anda, sonsuzlukla daha güçlü bağlantı kuruyorum. Ömrüm sonsuz oluyor…

Beni o hiçlikten bu hepliğe yükselten vasıta ne oldu?.. Bir varlık, geçici namı altında yaşayan bir sonsuz, bir olgun kişi oldu.

Ben o olgun kişiyi kutsarım. Ona daha ziyade bağlanırım. O, benim mutluluğumun baş tacıdır. O, benim ruhumun ve içimin temizliğidir.

Bu, sensin.

……….

Özlem ve saygıyla ellerini öper, seni Allah’ın birliğine emanet ederim.

İsmet

 

 

Edirne, 28 Aralık 1322 (1906)

İçimin aydınlığı,

Sana mektup yazacağım vakit büsbütün beceriksiz oluyorum. Ben, bu beceriksiz ifade vasıtasından ne istiyorum burasını ben de kestiremem. Fakat birçok ve sonsuz şeyler istiyorum ve hepsi yerine gelse yine yetinmeyeceğim.

Şu anda beni ne kadar suçlu görüyorsun, kimbilir. Kimse bilmez ama benim kalbim ve içim pekâlâ biliyor. İki satır, iki söz yazmak için bir maddi engel düşünülemez ve zaten büyük bir bağlılık da var olan engelleri atlayarak öte tarafa geçmek, sakinlik ve içini dökmeye kolaylık bulmakla belli olur. Bunlar hep doğru; onun için şu anda seninle birlikte bu, bilmem neden beceriksizlik gösterip kutsal görevini yerine getirmeye üşenen Edirne’deki İsmet’i bağışlayalım ve bu İsmet’i, senin değer gördüğün yüksek düzeyden inmek tehlikesiyle karşı karşıya bırakalım da ceza vermiş olalım.

……….

Son mektubun ve benim en yeni mutluluk belgem şimdi yine gözümün önünde, belki yüzüncü okuyuşumu bekliyor, benden görüş bekliyor.

……….

Biz, aramızdaki arkadaşlığa ne diyeceğiz? Sevgi ve içtenlik kelimeleri doğal olarak pek kısıtlı anlamlarda olduğu için kabul edilemez; fazla olarak maddi çevre yani his ve idraki sınırlı âlemde öyle bol kullanılmış ve kullanılagelmektedir ki bugün arkadaşlığımızı sadece sevgi ve içtenlik telakki etmeyi gerçeğe ve erdeme karşı bir isyan, bir saldırı saymakta haklıyım. Kardeşlik kelimesi, o da, bütün açıklığıyla tanımlanamayacak. Kardeşlik, kıymetli bir bağ olur, o kimselere ki, birbirine yakın bulunmanın son sınırını nasılsa bir ocaktan yetişmiş olmaya ait zannederler. Düşünce, duygu ve vicdan yakınlığının, ne demek olduğunu bilmezler ve hissedemezler de iki kardeşi, iki aklı eren yaratık arasında bulunabilecek en içten ve en sıkı bir bağ ile bağlı bulurlar…

Ben başka bir şey bulamadım. Çünkü kullanılan sözler ve kelimelerin hepsi halkın ihtiyaç ve perişanlığıyla ortaya çıkmış ifade vasıtalarıdır ki bizim duygu ve düşüncelerimizin tam ifadesi gereğini daha halk hissetmemiştir, edemeyecektir. Meğer ki sen bir şey bulasın. Sen öyle tam anlamlı bir kelime buluncaya kadar ben sadece içten bağlılık, ruhsal birlik gibi pek genel kelimelerle ve ifade yoksunluğundan kalbim burularak yetineceğim.

……….

En derin saygılarımı sunarım.

İsmet

 

Edirne, 16 Şubat 1323 (1907)

Sevgili ve yüce kardeşim,

Mektubunu büyük bir saygıyla aldım. Öyle bir mektubunda da tekrarına doyulamayacak bir ruhsal rahatlama duydum. Fakat yine mektup denmeye tam anlamıyla değer bir şeyini alamadım. Senin böyle bir mektubunu almadıkça ben gerilemesem bile duraklarım… Beni durdurmak, yükselmekten alıkoymak senin sorumluluğundadır. Bu sorumluluğu göze almaya nasıl cesaret ediyorsun?..

Gönderdiğin kitapları aldım.

Bir kararsızlık karmaşası içindeyim. Bana biraz haber veremez misin? Hiç olmazsa ihtiyatlı ve hazır bulun gibi bir uyarıyla.*

Hazır bulunmak gerekirse, yani sıkı bir ihtiyaç ânında bana para yardımında bulunacağını ve hiç olmazsa istediğim herhangi bir zamanda bana dört beş lira ödünç vereceğini hatırından çıkarma. Bütçem henüz ve doğal olarak düzelememiştir.

Kitapları Avusturya postahanesiyle ve post restante olarak gönderirsin. Kendin ya da dolaylı olarak postaya vermek mümkün olmazsa “Otto Keil”e** verdirmek pek mümkündür. Bu arada bir de Balk muhtırası*** pek makbule geçecektir.

Büyük bir saygı ve âdâp ile ellerinden öperek bu kâğıt parçasını da göz atmaya değer ve hoşgörüye muhtaç saymanı rica ederim.

 

*)         Harp olmak ihtimali vardı.
**)       Beyoğlu’nda kitabevi.
***)     Almanca askerî muhtıra.

 

Edirne, 17 Mart 1323 (1907)

Olgunluğun asil ruhu,

İki mektubunu da aldım. İkisinden de birbirini artıran ve tamamlayan mutluluklar ve gönül ferahlıklarıyla kendimden geçtim. Zulüm ve haksızlık diye, ihmal diye feryat eden terbiyeli ve sevimli söyleyişini kutsarım…

Manevi cezanı, özellikle sessiz kalarak, iyi düzenlediğim için korkunç bir haz duyuyorum… Oh, benim var olan bu “öç alma” kusurum bana böyle mutluluklar sundukça… Senden bana böyle paylamalar ve sitemler yağdırmaya vesile oldukça… Onu seveceğim ve sürdüreceğim geliyor.

……….

Senin temiz, gerçek yakınlığın benim iki dünyada isteğimdir… Ömrümün yarısı senin olsun da, şu kadar ki iki anlık nefes alma sürem senin verdiğin esin çevresinde geçsin, yeterlidir.

……….

Kitapları aldım.

Bağlılığını yineleyen…

İsmet

 

İsmet İnönü’nün son bir mektubu:

Ankara 3 Ekim 1951

Kardeşim Erden,

Lûtfettiğiniz küpürlerle ufkumu ve yararlanmamı genişletirken güzel yazınızla sağlığınız müjdesini de veriyorsunuz. Korkuyorum ki bu kış buraya gelemeyeceksiniz. Hedef olduğum haksızlıklar ortasında sizin sevginiz bana hayat ve cesaret veriyor. Gözlerinizden öperim sevgili kardeşim.

İsmet İNÖNÜ

 

*

*   *

İsmet Bey Edirne’den yazdığı bir mektupta demişti ki:

Yaratılışın temelinde, madde ile düşünceyi (intelligence) öteden beri ayıramıyorum. Bence yaratılış meselesi, bir ve aynı şeye dayanan bir doğal olaydır. Bu dayanak, bu dayanak noktası da maddedir. Evet, biz maddeden yaratıldık ve eskiden beri, tâ başlangıçta var olan şey de bir ve yalnız madde idi. Madde, başlangıçta vardı ve duygudan uzak değildi. Duygu ve irade, düşünce ve yerinme, ruh… vb. gibi birçok sözlerle tasvire çalışılan inanç, madde ile örtülüydü. O suretle ki o madde için mesela tahayyüz (mekân sahibi olmak) nasıl bir sıfat, zorunlu bir özellik ise maneviyat ve ruh sahibi olmak da öyle bir özellik idi. Madde ruh gücü olmadan, ruhsuz olamazdı.

Araştırmaya değer ve çözümlenmesi gereken nokta: Bir bütün oluşturan yaratılışı bilinmeyen maddenin ruh gücü onun neresindeydi? Ben kendi izah tarzımla buna cevap veriyorum: Ruh sahibi olmak da maddenin bir özelliği ise, onun her yerinde idi. Madde bölünüp küçük parçalara ayrıldıkça her parçanın kendi ruh gücüyle ayrılması da zorunlu ve doğaldı.

Bundan, madde bölündükçe ve parçalandıkça ruh gücünün de bölündüğüne ve parçalandığına inandığımı anlıyorsunuz. Bu anlayışın çarpışmaya mecbur olduğu birçok düşünceler var ve şimdi onların hepsi birden zihnime hücum ediyor. Ben bu hücumlara karşılık vermek için önce, seni dinlemek ve biraz zaman kazanmak isterim.

Şunu da söyleyeyim: Ruh gücünü madde için bir özellik göstermekle maddeyi esas saymış görünüyorum. Böyle değil. Maddiyat ile maneviyat, her ikisi, aynı “varlığa” aynı oranla bağlıdırlar… Maddiyat ile maneviyatın o “var”a oranla dereceleri birdir. Nasıl istersen?..

İsmet Bey “Kuvvet ve Madde” yazarı Buchner’in; “Maddesiz kuvvet, kuvvetsiz madde olmaz” kuramına nazire olarak “maddesiz ruh, ruhsuz madde olmaz” düşüncesini ileri sürmekteydi.

*

*   *

Yirmi iki yaşında bir Erkân-ı Harbiye subayının –geleceğin Dışişleri Bakanı– bu düşüncesini eski bir İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un şu düşünüşü ile karşılaştırmak isterim:

“Yeryüzünde, insanın varlığı bile bir ârızadan; insanların tarihi ise, en âdi gezegenlerden birinin hayatının kısa ve geçici bir aşamasından ibarettir.

Dünya doğduğu zaman, cansızları insanların canlı ataları haline getiren nedenleri fen, bugüne kadar bilememiştir.

Kıtlık, hastalık ve karşılıklı öldürmeler –ki yaratılışın gelecekteki egemenlerinin sütnineleridir– bu canlılardan gitgide, derece derece ve sonsuz bir savaştan sonra bir kuşak; aşağı olduğunu bilecek kadar asaleti, önemsiz olduğunu bilecek kadar zekâsı olan bir kuşak ortaya çıkardı.

Geçmişe bakarız ve görürüz ki tarih; gözyaşlarından ve kandan, vahşice isyanlardan, ahmakça teslimiyetlerden, boşuna ümitlerden yuğrulmuştur.

Geleceği yoklarız ve görürüz ki bireysel yaşayışımıza oranlanırsa uzun, sonsuzluğa oranlanırsa pek kısa olan bir dönemden sonra, sistemin enerjisi azalacak; insan, bütün düşünce ürünleriyle birlikte yok olup gidecektir… Madde, kendini bilmekten vazgeçecek, yok olmaz anıtlarımız ve ölmez etkinliklerimiz, ölümün kendisi ve ölümden daha güçlü olan aşk ve muhabbet, hiç var olmamış gibi olacaklar… Ve o zaman var olarak kalacak olanlardan hiçbir şey; insanın, sayısız kuşaklar boyunca ortaya koymuş olduğu çalışma, deha, vefa ve ıstıraptan ne daha az, ne daha çok bir değerde olacaktır.”

 

 

6

İSMET BEY’İN EDİRNE’DEKİ ÇALIŞMALARI

Topçu  tümeninin  taktik  öğretmeni  –  Normalin  çok  üstünde

bir  çalışma  –  “Ordunun  gözbebeği”  –  Bir  adam  –

Kamuoyu,  değerlendirmesinde  aldanmaz

 

Edirne 12 Temmuz 1323 (25 Temmuz 1907) tarihli mektuptan:

Üç aydan beri kesintisiz topçu fırkasının (tümeninin) kuramsal ve uygulamalı eğitimi için çalışan öğretim üyesi gibiyim. Müfettiş paşanın* hemen teşrifiyle başlayan öğretim görevi gittikçe daha genişledi.

Ortalama olarak haftada üç gün kuramsal taktik dersi verdim. Bu derslerde üç sınıfın (piyade, süvari, topçu sınıfları) stratejisi, strateji sorunları, topçu stratejisi yeni kuram ve kurallarının açımlama ve uygulanması, endahtın (atışın) strateji ihtiyaçlarıyla uyuşturulması esas alındı. Tarihi ve özel incelemelerin sonuçlarıyla en yeni düşünce ve kuramlara uygun uygulama ve ameliyat yaptırıldı.

Yalnız dershanede, yeni stratejiyi öğretim ile başlayan bu görev üç haftadan beri alay ve livalara (tugay) meseleler verip çözdürmek ve hepsini denetlemek görevine kadar genişledi. Bu zorunluluklar haftanın her günü –hatta cuma da dahil; çünkü kuramsal dersleri ve taslaklarını hazırlamak, verilen ödevleri tartışmak ve düzeltmek lazım– en az sekiz saatlik sürekli çalışmayı, uygulama günleri ise on bir, on iki saat çalışmayı gerektirir.

Topçu tümeninin taburları, bir müddet sonra, alaylarını karşılıklı olarak, yalnız benim düzenlemem ve yalnız benim yönlendirmemle, saatlerce süren ve haftalarca sürmüş uygulamalar yapmışlardır.

Öğretim ve uygulama için yapılan düzenlemeden haberdar olmak üzere bir iki gün önce alay ve liva (tugay) yaverleri benim odama gelirler; görevlerini, alayların görevlerini alırlar ve tümen emri olarak kıtalarına bildirirlerdi. Bu, şimdiye kadar bu çevrede hiç görülmemiş düzen, yetki, çalışma idi.

Şimdi diğer sınıflarla karışık ve karşılıklı manevralar devrindeyiz. Bu manevralarda görevim: Meseleleri, kısmen müfettiş paşa tarafından verilen esasa uygun olarak, düzenlemek ve hatta yazmak; arazi üzerinde uygulama biçimlerini düşünmek ve hazırlamak; tatbikatta seyirci bulunacak ümera ve zabitana (üst subaylar ve subaylar) görevler hazırlamak; sonra, uygulama günü yansız ve denetçi gibi dolaşarak sürekli gördüklerimi kayıt ve zaptetmek, işlerin çığırından çıkmamasına müfettiş paşa ile ortaklaşa çalışmak ve müdahale etmek, eleştirmek için paşaya not ve esas hazırlamak ve sonra genel harekâtı açıkça ve ayrıntılı sunan bir tasarı ve birtakım raporlar yazmak ve taslaklar yapmaktır.

İçinde bulunduğum normal maddi koşullar güneş batıncaya kadar beni hayvan sırtından, güneş altından ayırmıyor. Akşam üzeri mutlak bir yorgunluk içinde, beynim sâkin, durgun ve karmakarışık bir değişim içinde uğuldayıp duruyor.

Kuramsal derslerde şimdilik son savaştan* topçulukça çıkarılan sonuçları toplama, birleştirme ve yeni talimnamemiz kararlar ve kurallarıyla kaynaştırma esasını gözetiyorum.

Üst rütbede askerin ve subayların verdikleri konferanslar ve yerine getirdikleri görevlerin açımlama ve düzeltme ve eleştirisi de bir müddet sonra yine bana düşecektir.

Genel olarak başından topçu tümeniyle başlayan uygulama ve öğretim görevi şimdi geniş bir etki ve uygulama sahası almış ve daha alacaktır. Dikkat ediyorsun ki, pek göze görünen ve hiçbir kimsenin gözünden kaçamayacak birtakım görevlerdir. Cenab-ı Haktan koruması için yakaralım. Ordu kumandanı hazretleriyle müfettiş paşa hazretleri arasının nasıl olduğunu anlamıyorsam da yine bir çekememezlik olduğu kokusunu alıyorum.

Müfettiş paşanın yakınlığı ve ilgisi o aşamadadır ki, sırası düştükçe kendi sağında*  arabasıyla dolaşırım. Burada kalması uzayacak ve bunu anlayacak olursa doğrudan doğruya yani resmen yanına atanacağımı bile hissediyorum.

Şimdi hayatımda ve çalışmalarımda öğrenmediğin bir şey kalmadı. Bu senin hatırında bulunsun. Bütün çevrenin aşırı ilgisi, bütün tümen kumandanlarının çok fazla yakınlıkları ve ilgileri vardır.

Beni mektupsuz bırakma. Özlemle ve saygıyla ellerini ve gözlerini öperek rûhaniyetine sığınan

İsmet

*) Rahmetli Orgeneral Cevat Çobanlı.

*) 1904-1905 Rus-Japon Harbi.

*

*   *

Bu kadar çalışma normalin çok üstündeydi.

Edirne’deki subaylar İsmet Bey’i çok severlerdi. Ona, “Ordunun gözbebeği” derlerdi. “Allah’ın özene özene yarattığı insan” derlerdi.

Sanki Fıtrat –ilk harfi büyük yazılacak– bir Adam yaratmak dilemiş; ona ruh ve düşünce yönünden birçok güzel vasıflar vermiş… Fakat –gene sanki– yarattığı mükemmel yapıtı kıskanarak verdiklerinden bazısını geri almak istemiş… Ancak manevi vasıflara pek dokunmaya kıyamayarak onların birazını ve işitme duygusunun çoğunu almıştı.

İsmet Bey ordu subaylarının kendisi hakkındaki kanılarını ve verdikleri değeri aldatmadı: Genç yaşında çıktığı önemli mevkilerde büyük hizmetler gördü.

Kamuoyu, beğeni ve değer verişinde aldanmaz.

 

 

7

ALİ FETHİ BEY – İSMET BEY

“Abdülhamit  yönetimini  yıkmalı”  –  Bir  hücum  kolu  kumandanı  –

Uzaktan  tanışma  ve  mektuplaşma  –  “İsmet’in  dünyası  –

İttihat  ve  Terakki

 

Pirlepeli Ali Fethi (Okyar) ile Kurmay adayı okulunda aynı sınıfta idik. O, sınıfın birincisi idi; ben ikincisi idim.

Ali Fethi gayet zeki, aydın, özgür düşünceli idi.

Ali Fethi bir gün bana, dershanenin penceresinden Yıldız yönünü göstererek; “Abdülhamid yönetimi vatanı felakete, yok olmaya doğru götürüyor. Bu yönetimi yıkmalı! Yok etmeli! Bu görev bize, genç Kurmaylara düşer. Eğer görevimizi yapmazsak gelecek kuşaklar bize lanet edeceklerdir,” demişti.

Ali Fethi’yi pek sever ve sayardım ve onun bu gibi enerjik ve inançlı sözlerinden zevk duyardım. (Ali Fethi Bey dört beş yıl sonra, Hareket Ordusunun Davut Paşa-Topkapı-Aksaray-Beyazıt yolunu takip eden bir hücum kolunun komutanı olarak İstanbul’a girdi ve tahtından indirilen Abdülhamid’i Selânik’e götürdü.)

Edirne’de Yüzbaşı İsmet Bey’le Selanik’te Binbaşı Ali Fethi Bey’i gıyaben tanıştırdım. Mektuplaşmaya başladılar.

İsmet Bey, 1 Mart 1323 (14 Mart 1907) tarihli mektubunda demişti ki: “Fethi, gönderdiği mektuba, ‘Fuad Bey’e yöneltilen duygu ve bakışlarımızın aramızda doğal ve duygusal bir yakınlık hâsıl ettiğini’ övülme başlangıcı saymakla başlıyor. Fethi, zaten benim bildiğimi böyle tekrar etmekle değerini yükseltmiş ve ilişkimizdeki değeri nazarımda pek yüce olmuştur.”

Ali Fethi de mektubunda, “Beni İsmet’in dünyasına kavuşturduğunuzdan dolayı gönül borcumu sunarım,” demişti.

Ben, bu “İsmet’in dünyası” deyimini pek beğenmiştim. Daha sonra, İsmet Bey’e bir fotoğrafımı sunduğum zaman bu deyimi benimsemiş ve fotoğrafın üzerine, “Kâşifi olduğum İsmet’in dünyasına sunu” diye yazmıştım.

Evet. “İsmet”i keşfeden bendim. Henüz kimse, Ali Fethi Bey, Talât Bey, İzzet Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Mustafa Kemal Paşa, ordu, millet tanımadan önce, onu, ben keşfetmiştim. O, on üç yaşında iken, “Geleceğimle benim aramda bir engel ve perde oluşturan yıllardan birini çiğneyip geçtim” dediğini duyduğum zaman keşfetmiştim.

İsmet Bey, Ali Fethi Bey’in aracılığıyla, 1323 (1907) senesinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi ve İttihat ve Terakki’nin Edirne’deki örgütünü kurdu.

 

 

8

İHTİLAL

Özgürlük  kıvılcımları  –  Ayaklanma  öncesi  dönemi  –

İttihat  ve  Terakki  Cemiyeti  –  Genç  Kurmay  subaylar  –

Şifre  –  Harekete  geçen  zekâlar  ve  enerjiler  –

Bosna-Hersek,  Doğu  Rumeli, Girit,  Mısır  bizim  midirler?  –

Yalanı  tasfiye  etmeli  –  Gerçek  siyaset  –  Saflık  –  “İkinciler”

ve  “Birinciler”  –  Kader  isteseydi  de…  –  Tarihi  sonradan

yapmaya  kalkışmak…  –  “Olayları,  siyaseti,  tarihi  kaza  ve

kader  değil  insanlar  ve  şahıslar  yapar.”

 

1324 (1908) yılı ilkbaharında Selanik’e gitmiştim.

Selânik o zaman özgürlük kıvılcımlarının saçılmaya başladığı ihtilal öncesi devrini yaşamakta idi. Makedonya’da, Bulgar, Sırp, Yunan ve Ulah çeteleriyle her gün çatışmalar olmaktaydı. Ve Makedonya kan ve ateş içindeydi.

İttihat ve Terakki genel merkezi Selânik’teydi. Genç Kurmay subaylar –Ali Fethi (Okyar), Enver (Paşa), Cemal (Paşa), Hafız Hakkı (Paşa), Mustafa Kemal, Ali Fuad (Cebesoy) Beyler– cemiyet mensuplarından ve ileri gelenlerindendi.

Ali Fethi’nin, dört yıl önce okulda, Abdülhamit yönetimini yıkmakla görevli gördüğü genç Kurmaylar bu görevi yerine getirmek için fiilen çalışmaya koyulmuşlardı.

O sırada Selânik Merkez Kumandanı Nazım Bey –Enver Bey’in eniştesi– Genç Türkler tarafından vurulmuştu. Cemiyet tarafından –kendi eniştesi hakkında– verilen idam kararına Enver Bey de katılmıştı. Genç Türkler hakkında soruşturma ve kovuşturma için Abdülhamid tarafından Selânik’e bir heyet gönderilmişti. Ali Fethi bana; “Selanik zekâsının icat ettiği bir harekete karşı gönderilen şu adamlara bakın! Ne gülünç şey. Bunların oturdukları oteli bu gece havaya uçurmak bizim için işten bile değil; fakat arada masum kanının da akmasını istemiyoruz,” demişti.

Ali Fethi, bana, İsmet Bey’in bir mektubunu gösterdi. Bu mektupta, padişaha bağlılık ve kulluktan, bağlılık ve kulluğun her hal ve kârda esenlik ve mutluluğu gerektirdiğinden, ordu subayları arasında bu duyguları onaylamak ve güçlendirmenin talim ve terbiyenin önemli bir kısmını oluşturduğundan, bunun için geceli gündüzlü çalışılmakta olduğundan, Edirne çevresinin durum ve koşullarının özelliğinden, çalışma biçimini bu özelliğin gereklerine uydurmak, aşırılıklardan kaçınmak ve bilgece hareket etmek gereğinden… bahsediliyordu. Üç dört sayfalık uzun bir mektuptu.

Ali Fethi Bey, mektuptan ne anladığımı sordu. Ben önce şaşmış, anlamamış, sonra kuşkulanmıştım. Ali Fethi, en sonra, açıkladı. Bu bir şifre imiş. “Padişah” kelimesi “ihtilal” anlamına imiş ve “bağlılık”, “meşrutiyet”; “kulluk” da “hürriyet” demekmiş. İsmet Bey’le aralarında böyle özel bir şifre düzenlemişler, onunla haberleşiyorlarmış.

Rumeli’de zekâlar ve enerjiler Abdülhamid yönetimine karşı birleşmişler ve harekete geçmişlerdi.

Ali Fethi, özgürlüğü zorla almak üzere ordunun İstanbul’a hareket etmesi için planların hazır olduğunu söyledi. Genç Türkler 31 Mart isyanı üzerine yaptıkları hareketi o zaman yapmaya hazırdılar.

Fakat ordunun hareket etmesine gerek kalmadı. Zekâların ve enerjilerin birleşmesi karşısında Abdülhamid yenildi. Genç Türkler Meşrutiyeti aldılar.

*

*   *

Ali Fethi ile Ramazan gecesi Şehzadebaşı’nda bir çaycıda otururken beyaz keçe külah giymiş vatandaşlar caddeden geçtiler. Avusturya-Macaristan Bosna ve Hersek’i almıştı. Fes Avusturya ürünlerinden olduğu için bu vatandaşlar fese karşı gösteri yapıyorlardı.

Ali Fethi bu manzara karşısında dedi ki: “Şu hale bakınız! Bosna-Hersek bizim mi idi? Doğu Rumeli, Girit, Mısır bizim midirler? Kıbrıs, Aden, Hadramut, Elhasa, Umman, Maskat, Kuveyt, Bahreyn bizim midirler? Bütün bu yerler, Osmanlı ülkesi haritasında bizim rengimize boyalıdır. Yalan! Yalanı ve geçmişi yok etmeli! Cesurane bir ameliyatla kangren olmuş organları kesmeli; vatanımızın sınırlarını keskin bıçakla sınırlandırmalı ve saptamalıyız. Ve bu vatanın tam bağımsızlığıın sağlamaya çalışmalıyız; gerçek siyaset izlemeliyiz.”

Bu görüş çok doğruydu. Lakin bu sözleri söyleyen Ali Fethi Bey bu kanaat ve düşüncesini yürütecek ve yerine getirecek mevkide değildi.

İstanbul’da 31 Mart ayaklanması oldu. Ayaklanmayı bastırmak için Selanik’ten bir tümen harekete geçirildi. Tümen Komutanı Hüsnü Paşa, Kurmay Başkanı Mustafa Kemal Bey’di. Edirne’den de bir tümen harekete geçirildi. Bu tümenin Komutanı Şevket Turgut Paşa, Kurmay Başkanı Kâzım Karabekir Bey’di. İsmet Bey de bu tümenle birlikte geldi. Paris, Berlin, Viyana askeri ataşeleri Ali Fethi, Enver, Hafız Hakkı Beyler hareket ordusunun hücum kolları komutanları oldular.

İsyan bastırıldıktan sonra İsmet Bey Edirne’ye döndü ve İttihat ve Terakki’den ve siyasetten ilgisini kesti. Fakat İttihat ve Terakki’nin yanlışlarını, aşırılıklarını, tutuculuklarını hoşgörü ile karşılardı. İttihatçıların bu kusurları için “Saffet!” derdi.

Dünyada her şeye karşı çare vardır. Yalnız saflığa karşı yoktur.

Birinci Dünya Savaşı’nın başında, Talât Bey bana demişti ki: “Fuad Bey! Fuad Bey! Biz çok güzel günler göreceğiz. Bundan hiç kuşkum yok.” Talât Bey, bu savaşta üstün geleceğimize, pek çok kazanç elde edeceğimize inanıyordu ve daha şimdiden bu kazançların hayaliyle mest olmuş gibiydi. İşte bu kanaat dahi saflıktı.

*

*   *

Mustafa Kemal, Ali Fethi, İsmet, İttihat ve Terakki’nin ikinci plandaki adamlarıydı. Oysa ki, zekâ, görüş, kavrayış bakımından bu “ikinciler”, “birinciler”den –Talât, Enver, Cemal– önceydiler.

“Kader” isteseydi de, Meşrutiyetten sonra, o “birinciler”in yerine bu “ikinciler” memleketin alınyazısına el koymuş olsalardı, çok muhtemel ki, Türk tarihinin akışı ve vatanın talihi başka türlü olurdu.

Bu “ikinciler” komiteci zihniyeti ile hareket etmezler, macera siyaseti gütmezler, memleketi nesnel görüşle, çoğunlukla hesapla yönetirler, İslam birliği, Turan birliği gibi tehlikeli rüyalar görmezler, İngiltere’nin düşmanlığını kışkırtmazlar, askıdaki sorunları çözümler ve tasfiye ederler, İzzet Paşa’nın sürgünden gelir gelmez önerdiği Yemen anlaşmasını daha o zaman yaparak çetin Yemen kördüğümünü çözerler, Yunanistan’la ilişkilerimizi düzenlemenin ve Yunanistan’ın Balkan birleşmesine girmemesinin önemini takdir ederek Girit hakkında onunla kesin olarak anlaşırlar ve onun tarafsızlığını sağlarlar, hatta belki Yunanistan’la bir anlaşma yaparlar, herhalde Balkan Savaşı’na plansız ve hazırlıksız girmezler, orduyu terhis etmezler, yığınak bitmeden önce saldırmaya kalkmazlar, muhakkak, Almanlarla beraber Birinci Dünya Savaşı’na girmezler, İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi bir siyaset izleyerek memleketin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığnı sağlarlar ve… İçeride mutlu devrimler yaparlardı.

Böylece belki, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarından çok farklı olmazdı…

“Tarihi sonradan ve yeniden yapmaya kalkışmak hoş bir şeydir. Ancak biraz da boş bir şeydir. Çünkü olan, olmamış olsaydı, olacak olanı kestirmek mümkün değildir,” derler ki doğrudur. Fakat şu da doğrudur ki: “Tarihi, genellikle, kaza ve kader değil, insanlar ve şahıslar yapar.”

Ve “ikinciler”, kanımca, vatanın tarihini, “birinciler”den daha iyi yaparlardı.

 

 

9

İZZET PAŞA – İSMET BEY

Trakya’da  ordu  manevrası  –  Neden-sonuç  ilişkisi  –

Genç,  çelimsiz,  görünürsüz  bir  subay  –  Foch  ve  Weygand

 

1326 (1910) yılında Trakya’da bir ordu manevrası yapıldı. Meşrutiyetin ilanından sonra sürgünden getirilip Genel Kurmay Başkanlığına atanmış olan İzzet Paşa manevrayı izliyordu. Manevranın sonuna doğru kırmızı taraftan olan bir süvari tümeninin saldırısı görüldü. Tümenin örtülü bir hazırlık yerinden çıkışı, ilerlemesi, açılması, yaklaşması, saldırısı seyredildi. Bu, olağanüstü bir tablo idi ve manevranın en güzel parçası oldu. Aslında süvari olan, Almanya’da birçok manevralarda bulunmuş olan İzzet Paşa, kırmızı süvari tümeninin harekâtını pek beğendi ve şaşırıp kaldı. Bunu kim yapmıştı? Zekâ, neden-sonuç ilişkisini çabuk kavramak, eserin etkenini (yaratıcısını) keşfetmektir. Eser meydanda. Fakat eseri yapan kim? İzzet Paşa onu aradı ve buldu: Süvari tümeninin Kurmay subayı olan genç, çelimsiz, görünürsüz ve gösterişsiz bir subayı, Kolağası İsmet Efendi’yi keşfetti. İzzet Paşa, İsmet Bey’i tanıdı; beğendi ve sevdi.

General  Foch  da  Yarbay  Weygand’ı  bir  manevrada  böyle  keşfetmişti.  Birinci  Dünya  Savaşı’nda  Foch  Weygand’ı  kendisine  Kurmay  Başkanı  aldı.  “Fransa’nın  savaşını”  onunla  birlikte  yönetti.  Mareşal  Foch,  General  Weygand’ı  o  kadar  severdi  ki,  her  sabah  odasına  gelince  “Weygand’ım  nerede?”  derdi.

İzzet Paşa da İsmet Bey’i o kadar severdi ki, “Mümkün olsa kulaklarımı ona verirdim” derdi.

İzzet Paşa Yemen’de henüz yirmi yedi yaşındaki Kolağası İsmet Bey’i Ordu Kurmay Başkanı yaptı. İhtilal savaşlarında çok genç ordu komutanları ve generaller olmuştur; lakin bu kadar genç Ordu Kurmay Başkanı hiç görülmemiştir.

 

 

10

YEMEN

Hamidiye  kruvazörüyle  –  Kızıldeniz  – Çivit  rengindeki

denizin  sonunda  mat  beyaz  bir  blok  –  Bembeyaz  bir

hayalet  –  Şehitler  anıtı  –  Yüzbinlerce  meçhul  asker  –

Bütün  Yemen,  Türk  şehitliği  –  Korkunç  birer  hayalet  –

Hissen  değil  hesapla  –  Satranç  oyunu  –  Göz  kamaştırıcı

bir  zümre,  Süreyya  takımyıldızı  –  Vahşi  Yemen’in  çetin

gerçekler  okulu  –  “Ben  istemem.  Bana  zorla  verirler”  –

İzzet  Paşa’nın  vedaı  –  Dünya  ve  ahrette  esenliği

sağlayacak  ilkeler  –  Yemine  bağlılık

 

1326 (1910) kışında Yemen’de büyük isyan çıktı.

İzzet Paşa, isyanı bastırmak için çok önemli bir güçle Yemen’e gönderildi ve seçkin bir Kurmay heyeti ile birlikte, 2 Şubat 1326’da (15 Şubat 1911) İstanbul’dan hareket etti.

Kurmay heyeti içinde Kolağası İsmet Bey, Kurmay okulundan henüz çıkmış Yüzbaşı Salih (Omurtak), Saffet (Arıkan), Nazım (Kurtuluş Savaşı’nda Kütahya savaşında kahramanca şehit olan 4. Tümen Komutanı Yarbay Nazım) Beyler vardı.

Hamidiye kruvazörüyle gidiyorduk. Kruvazörün komutanı Kolağası Rauf (Orbay) Bey’di.

Kurmay Başkanı, kurmaylar arasında görev bölümü yapmak istedi. İzzet Paşa görev bölümü istemiyordu. İstediği subaya istediği görevi vermek hak ve özgürlüğünü korumak istiyordu. Bunun nedeni açıktı: Şube bölümlenmesi yapılırsa İsmet Bey’den daha rütbeli ve kıdemli olanlar şube müdürü olacaklar; İzzet Paşa her hususta İsmet Bey’e danışamayacak, önemli gördüğü ödevleri ona veremeyecekti. Halbuki kural olarak bir karargâhın iyi çalışması, iş bölümü yapılmasına bağlıdır. Kurmayın iyi işlemesinden de Kurmay Başkanı sorumludur. Başkanın ricaları ve ısrarları sonucunda İzzet Paşa en sonunda şu düzenleme biçimine razı oldu: Resmen şube ve görev bölümü yapılacaktır. Ancak kendisi istediği subaya dilediği görevi verebilecekti. En kıdemli kurmay subayı –Binbaşı Asım Bey– birinci şube (Harekât Şubesi) müdürü oldu. Ben ikinci şube (Menzil ve İkmal Şubesi) müdürü oldum. Binbaşı Kadri Bey (rahmetli Tümgeneral Kadri Demirkaya) birinci şube müdür yardımcısı, Kolağası İsmet Bey ikinci şube müdür yardımcısı oldu. Yüzbaşı Salih (Omurtak) Bey birinci şube kurmay subayı, Yüzbaşı Saffet (Arıkan) Bey ikinci şube kurmay subayı oldular. Böylece İzzet Paşa’nın hiç arzu etmediği bir biçim ortaya çıktı: En önemli olan Harekât Şubesinde İsmet Bey yoktu.

Kızıldeniz’de günlerce güneye gittikten sonra kruvazör bir sabah doğuya yöneldi. Yemen ufkuna giriyorduk.

Uzakta, ufuk çizgisinde, beyaz bir nokta belirdi. Bu nokta, biraz sonra piramit, daha sonra blok oldu: Çivit rengindeki denizin sonunda uzanan kum şeridi üzerinde, güneşte parlamayan mat beyaz bir blok… Sanki birçok yüzyıllardan beri Yemen’de ölen yüzbinlerce Türk askerinin kemikleri bembeyaz bir hayalet olmuş, bizi, Yemen’e yeni gelenleri karşılıyordu. Yahut Yemen’deki meçhul Türk şehitleri için Yemen’in kapısında dikilmiş muazzam bir anıt karşımızda yükseliyordu.

Bu mat beyaz blok ne hayaletti, ne anıttı. Hudeyde şehriydi.

Daracık sokaklar arasında, beyaz badanalı, altı yedi katlı taş binalar, uzaktan birbirine bitişik gibi tek parça bir kütle manzarası gösteriyordu.

Yemen taşının, toprağının, kumunun hemen her karışında bir Türk askeri gömülüdür. Fakat bu şehitlerin ne anıtı, hatta pek çoğunun ne de mezarı vardır ve hemen hepsi “meçhul asker”dirler. Yüzbinlerce meçhul asker!

Bütün Yemen kıtası, Türk şehitliğidir.

*

*   *

Ordu karargâhı bir müddet Hudeyde’de kaldı. İsyan sahası olan dağlık kısımdaki kuşatılmış karakollar, açlıktan, susuzluktan birer birer düşüyor; henüz düşmeyen karakollar, “Erzakımız kalmadı. Suyumuz tükenmek üzere. İmdat! İmdat! Bu telgrafı gözyaşlarımızla ve kanımızla yazıyoruz.” diye feryat ediyorlardı. Fakat ordu henüz toplanmamış, yığınak bitmemişti. Yığınak bitmeden önce harekâta başlamak ise felakete neden olabilirdi.

İzzet Paşa, evvelce Yemen’de böyle felaketler görmüştü. Müşir Ali Rıza Paşa kumandasındaki ordu –ki İzzet Paşa onun kurmay başkanıydı– yenilmiş ve en sonunda İmam Yahya’ya* tutsak olmuştu. Mareşal Fevzi kumandasındaki bir ordu da Şehare’de** bozguna uğramıştı. Bu yenilgiler, korkunç birer hayalet gibi, İzzet Paşa’nın gözü önünde dikiliyordu.

Onun için İzzet Paşa duyguyla değil hesapla hareket etmek istiyordu. Ordu, yığınağını tamamlamadan önce ileri harekâta başlamak istemiyor ve yığınağın tamamlanmasını bekleyerek Hudeyde’de, İsmet Bey’le, sakin sakin satranç oynuyordu.

Bu satranç oyunu saatlerce sürer, İzzet Paşa İsmet Bey’e yenilmemek ve mümkün olursa onu yenmek için bütün zekâsını ve dikkatini oyuna verirdi. Ben, ikinci şube müdürü olarak bir şey söylemek için yahut bir emir imzalatmak için komutanın yanına gittiğim zaman, İzzet Paşa satranca dalmış olduğu için, beni görmezdi. Epey beklerdim. Yardımcım İsmet Bey beni görür ve şube müdürünün ayakta beklediğine üzülürdü…

Durumu takdir ettim ve alay komutanlığına “kaçtım”. Yemen’deki harekât ve savaşlar sırasında, ben, binbaşı rütbesinde olarak, hep alay komutanı idim. İtalya Savaşı sırasında Hudeyde’de kolordu kurmay subaylığını ve tümen kurmay başkanlığını yaptım. Fakat bir daha ordu karargâhına dönmedim.

*) Yemen âsilerinin şefi.
**) İmam’ın başkenti.

*

*   *

Ben Yemen’e iki defa gittim. Birinci defa, birinci ordunun birinci kolordusunun birinci tümeninin birinci alayının birinci taburunun komutanı olarak gitmiştim. Manevi çevre hiç güzel değildi. Esasen cehennem olan Yemen, daha çok cehennemdi.

İkinci defa gidişimde ambiance pek iyiydi: İzzet Paşa… Kadri Bey, İsmet Bey, Salih Bey, Saffet Bey, Nazım Bey, Aşir Bey… Bu şahsiyetler Yemen’i yaldızlıyor, güzel manevi bir hava yaratıyordu. Bu sefer Yemen cehennem değildi. İnsanları yaşatan maddi çevreden çok manevi havadır. Tanin gazetesine “Yemen mektupları”nı bu duygulanışlar içinde yazmıştım. Hüseyin Cahit Yalçın, “Yemen mektuplarını okudukça, ilk vapurla, Yemen’e gidesim geliyordu” demişti.

*

*   *

Sonraları, benim gibi kıdemli olan kurmay subaylar birer birer başka görevlere atanarak ordu karargâhından ayrıldılar.

Kolağası İsmet Bey genel kuvvetler kurmay başkanı oldu. İzzet Paşa, muradına erdi. Yüzbaşı Salih (Omurtak), Yüzbaşı Saffet (Arıkan), Yüzbaşı Nazım Beyler şube müdürleri oldular.

Bu genç ve seçkin kurmaylar, başlarında İsmet Bey, göz kamaştırıcı bir zümre, Süreyya (Ülker) takımyıldızı, İzzet Paşa’yı çevreleyen nurdan ayla idi.

Kolağası İsmet Bey genel kuvvetler –Yemen’deki esas kuvvetler ile munzam (yeni gelen) kuvvetler ki, bir ordu oluşturmaktaydı– kurmay başkanlığını başarıyla yaptı. Askerlikçe, harekâtça, siyasetçe, idarece İzzet Paşa’nın değerli danışmanı ve yardımcısı oldu. Askerî zaferin kazanılmasında ve zafer kazanıldıktan sonra İmam Yahya ile siyasi anlaşmanın yapılmasında İzzet Paşa’ya düşüncesiyle ve yaptıklarıyla büyük yardım ve hizmet etti.

Yemen, İsmet Bey için deneme yeri, görgü yeri, gelişme yeri oldu. O, öğrenimini, Almanya’da tamamlamadı, vahşi Yemen’in çetin gerçekler okulunda tamamladı.

*

*   *

Yemen’deki harekât ve savaşlar bittikten sonra İzzet Paşa’nın önerisiyle, Paris askeri ataşeliğine atanmak üzere İstanbul’a gönderilmekliğim Harbiye Nezareti’nden emredildi. Sana’dan ayrılırken İzzet Paşa bana bir mektup verdi ve onu Harbiye Nazırına benim sunmam gerektiğini emretti. Mektubun zarfı açıktı; İsmet Bey’in yükseltilmesine dairdi. İzzet Paşa, daha evvel İsmet Bey’in yükseltilmesini yazmak istemiş; fakat her defasında İsmet Bey yazdırmamıştı. İzzet Paşa, bu defa, ondan gizli olarak yazıyordu. İsmet Bey, “Ben istemem. Bana zorla verirler,” derdi.

İzzet Paşa, İsmet Bey hakkında “Her görevi yapar” diyordu. “Her görevi yapar”, o kadar genel ve kapsamlı bir ifade idi ki, bunun sınırları içine girmeyecek bir görev ve ödev olamazdı. Ve belki ilk defa olarak, bir subay hakkında böyle bir kanı belirtiliyordu. İsmet Bey’in ruh ve düşünce vasıfları arasında “derin görüş” –İzzet Paşa’nın tabirince derin görüş özelliği– bilhassa belirtilmişti. İzzet Paşa’nın derin görüşü, İsmet Bey’in derin görüşünü keşfetmişti.

*

*   *

İtalya Savaşı çıktı. İtalyan filosu Yemen kıyılarını kuşattı. Hudeyde’yi bombardıman etti. İtalyanlar Asir âsisi Seyid İdris’e arka çıktılar ve onunla işbirliği yaptılar. Yemen’in her tarafla ulaşımı kesilmişti. İstanbul’a gidemeyip Hudeyde’de kaldım ve Hudeyde’deki tümen ve kolordu kurmaylıklarına atandım.

Bir yıl sonra Balkan Savaşı çıktı. İzzet Paşa başkomutanlık kurmay başkanlığına atanmak üzere İstanbul’a hareket emrini aldı. Denizyolu kapalı olduğundan, hükümet Mısır’dan bir yat sağladı. Yat, Yemen sahilinin –Hudeyde’nin on beş kilometre kuzeyindeki– bilinmeyen bir noktasına gelecek, İzzet Paşa buradan gizlice yata binecek, Akabe limanına gelecek ve karadan İstanbul’a gidecekti. Ve hareketini Hudeyde halkından gizlemek için, yata bineceği noktaya, Hudeyde’den gece yarısından sonra hareket etti. Bu, âdeta kaçışa benziyordu.

İki yıl önce görkemli bir törenle ve Hamidiye kruvazörüyle İstanbul’dan Yemen’e uğurlanmış olan İzzet Paşa beraber getirdiği ve şimdi Yemen’de kalacak olan kurmay heyetine karanlıkta veda etti ve teşekkürlerini, sevgilerini ve onlardan ayrıldığından dolayı üzüntülerini ifade eden güzel sözler söyledi. İsmet Bey cevap verdi ve özet olarak dedi ki: “Sizden dünya ve ahrette mutluluk ve esenliğe neden olacak ilkeler öğrendik. Bu ilkelere hayatımız süresince sadık kalacağız ve onları uygulayacağız.” Bu sözlerden pek duygulanan İzzet Paşa, cevap olarak –ve güzel bir cevap olarak– İsmet Bey’i kucakladı ve uzun uzun öptü.

Yemen ufkunda tanyeri ağarıyordu.

*

*   *

İsmet Bey’in sözünü ettiği “esenlik nedeni olan” ilkelerden biri ve birincisi “ahde vefa”, yani “yemine ve sözüne bağlılık” idi. Bir diğeri de “insaniyet” idi. İzzet Paşa, Yemen isyanını bastırdıktan sonra İmam Yahya ile birleşti. Düşmanla görüşme ve anlaşma, kuvvet üstünlüğüne dayanarak yapılabilir. İzzet Paşa, bir yandan “güç ve ezici bir güç”, öte yandan “insanlık ve yemine bağlılık” anlaşması yaptı. O zamana kadar Yemen’de yemine ve sözüne bağlılık ve insanlık bilinmeyen şeylerdi. İzzet Paşa, “Yemenliler de insandır. Hayvanlar bile kendilerine yapılan iyi muameleden anlarlar” derdi. Ve bizden de, insanlık çerçevesinde savaşmamızı isterdi. Yüzlerce yıldan beri Osmanlılarla Yemen’in dağlık kısmındaki Zeydîler arasında karşılıklı bir yok etme savaşı vardı. Yemenliler Osmanlı yönetimine karşı kıyasıya özgürlük savaşı yapan çetin savaşçılardı.

Anlaşmadan sonra İmam Yahya sadık dost oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlılar İngilizlerle savaşırken Yemen’in Anavatan ile iletişim ve ulaşımı kalmamışken, Mekke Emiri Şerif Hüseyin İngiltere ile birleşip Türklere karşı savaşırken… bütün savaş süresince İmam Yahya, ahde vefa gösterdi ve Yemen’deki kolordumuzun yedirilip içirilmesini ve gereksinimlerini sağladı.

*

*   *

İzzet Paşa, Meşrutiyetin ilanından sonra sürgünden gelince Yemen’de anlaşma yapılmasını İttihat ve Terakki hükümetine önermişti. Öneri şu esasa dayanıyordu: Yemen’in Zeydîlerin yerleştiği dağlık kısmını Zeydîlerin imamına bırakmak; Sana’da simgesel olarak bir garnizon bulundurmak; Yemen’in Şâfiilerin yerleştiği kıyı kısmını elde tutmak.

Hükümet, ilkin bu öneriyi kabul ettiği halde Sana İttihat ve Terakki merkezinin karışması ve itirazı üzerine vazgeçti: “Her karışı atalarımızın kanıyla sulanmış olan bu toprakları düşmana bırakmak… vs.” gibi sözler, İttihat ve Terakki hükümetini anlaşma yapmaktan vazgeçirmişti.

1910 senesi kışında Yemen’de büyük isyan çıktı. İzzet Paşa Yemen’e gönderildi.

1912 senesi sonbaharında Balkan Savaşı çıktı. Genel Kurmay Başkanı İzzet Paşa ve onunla beraber Yemen’e gönderilmiş olan birçok kuvvet, önemli savaş alanı olan Balkan savaş alanında bulunamadılar. (İzzet Paşa Yemen’den, ordu Çatalca hattına çekildiği zaman dönmüştü.) Yukarıda bahsedilen anlaşmanın yapılmaması, büyük isyanın çıkmasına, İzzet Paşa’nın ve birçok kuvvetin Yemen’e gönderilmesine ve dolayısıyla, Balkan Savaşı’nın yitirilmesine yol açtı.

(İmam Yahya ile son yapılan anlaşmada arazi boşaltılmıyor; yalnız İmam’ın, Zeydî ahali üzerinde yönetim hakları kabul ediliyor ve onaylanıyordu.)

*

*   *

İsmet Bey: “Osmanlı devletinde söz zayıftır” demişti. Gerçekten öyle idi: Osmanlı Padişahları Anadolu’daki isyan elebaşılarını yola ve etkisiz hâle getiremeyince onları vezir yaparlar; elebaşılar vezir olarak İstanbul’a gelirler; saraya giderler ve orada boğdurulurlardı.

İttihat ve Terakki’de de söz zayıftı: Meşrutiyette, İçişleri Bakanı Talât Bey Asir âsisi Seyit İdris ile görüşüp anlaşmak için Arnavut hoca Tevfik’i –Mısır’da Câmi-ül-Ezher’de Seyit İdris’in mektep arkadaşı imiş– ve aynı zamanda bu Seyit İdris’i öldürmek için de Yakup Cemil’i gönderirdi.

Türkiye Cumhuriyeti’nde ise, içeride ve dışarıda, “anda, söze, yemine bağlılık” vardır.

İsmet Bey İzzet Paşa’nın yapıtını korumak için Yemen’de kaldı. İzzet Paşa, beni –İsmet Bey’in önerisi üzerine– birlikte İstanbul’a götürdü.

 

 

11

İMAM YAHYA VE SEÇİMİN ERDEMİ

Yemen  Kıt’ası  ve  Yemen  Osmanlı  İli  –  “Bilinen  eşkıya”  –

 İstanbul’daki  Sultan  –  Halifeler  –  Seçim  ve  tevarüs  –

Seçimin  erdemi  –  Önsezi  –  “Sen  bir  gün  benim  elçim

olacaksın!”  –  “Önseziden  de  fazla  bir  şey”

 

İmam Yahya ile anlaşma sözleşmesi yaklaştığı sırada, İzzet Paşa, İmam Yahya ile görüşmek için, onun hükmü altında bulunan bölgedeki bir köye gitti. Kendisine, karargâh eşlik ediyordu. İmam da Şehare’den oraya gelmişti. Cuma günü, İzzet Paşa ve İmam Yahya cuma namazını kılmak için camiye gittiler.

Yemen Osmanlı İli, coğrafi Yemen Kıt’asının bir kısmıdır. Yemen Kıt’asının –Yemen ilinin Doğu sınırından Arabistan çölüne kadar uzanan– diğer kısmı üzerinde öteden beri Yemen İmamı egemendir ve başkenti Şehare kalesidir. Abdülhamid zamanında, resmî yazılarda bilinen eşkıya diye anılan İmam, bu bölgede fiilen, hükümdar durumunda idi. İmamlığın koşullarından biri ulus tarafından seçilmek olduğu için İmam, Cumhurbaşkanı demekti. O, İstanbul’daki sultan-halifeleri halife olarak tanımazdı. Çünkü hilafetin şartı, bütün Müslümanlar tarafından serbestçe seçilmektir. Onun için, anlaşma sözleşmesi sıralarındaki haberleşmelerde, İmam Yahya, Osmanlı Padişahı hakkında “İslamın büyük sultanı” demiş, fakat asla halife dememiştir.

İmam Yahya sima, durum ve davranış, görünüş itibariyle yozlaşmış Osmanlı şehzadelerine ve padişahlarına hiç benzemiyordu. Halkın içinden şef olmaya en layık olan adamın halk tarafından seçilmiş olduğu apaçıktı. “Seçim” ile “saltanatın babadan oğula geçişi” arasındaki fark, İmam’ın şahsında, açıkça görülüyordu.

İsmet Bey Yemenlilerin milli şefine imrenmiş ve “İşte seçimin erdemi” demiştir. Cumhurbaşkanlarıyla taçlılar arasındaki fark, bu iki kelime ile, pek güzel ifade edilmişti. İzzet Paşa bu deyimi pek beğenmiş ve birkaç gün sonra bana da söylemişti.

*

*   *

Bazen, gençlikteki bir önsezi, dikkate çarpan bir vak’a, bir düşünce, bir söz geleceğin müjdecisi olur. Ya da başka bir deyimle, geleceğin ışığı, bazen geçmişe vurur. Önsezi bu yansımadır.

On üç yaşında İsmet Efendi Aksaray kendi geleceğini sezmişti.

İsmet Bey Edirne’de bir gün Cumhuriyet rejimiyle saltanat rejimini karşılaştırırken Cumhuriyetin insanlık onur ve değerine daha uygun olduğunu söylemiş ve “Mesela ben neden devlet başkanı olamayayım?” demişti.

İsmet Bey’in İmam Yahya için, “İşte seçimin erdemi” demesi Cumhuriyet rejimi hakkında önseziye benzeyen bir tutkunluktu.

Ali Fethi (Okyar) kurmay adayı sınıflarında iken “Abdülhamit yönetimini yıkmalı ve yıkacağız” demişti.

Kurmay Yüzbaşısı Mustafa Kemal Efendi, kurmay adayı sınıflarındaki bazı hürriyetçi girişimleri hükümetçe duyularak Yıldız Sarayı’nda sorguya çekilir, hapis edilir ve baskı yapılırken yumruklarını sıkarak, “Saraylarını, azametlerini, taç ve tahtlarını başlarına yıkacağım” demişti.

Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey, Selânik’te, bir gün arkadaşlarıyla konuşurken hayali bir kabine kurmak için onlara birer bakanlık vermiş. Sormuşlar: “Ya siz ne olacaksınız?”

“Size böyle bakanlıklar verebilmek için benim ne olmam gerekirse işte o olacağım,” demiş.

Sofya Askeri Ataşesi Kurmay Kaymakamı Mustafa Kemal Bey Elçi Ali Fethi (Okyar) Bey’e, “Sen, bir gün benim elçim olacaksın” demiş. (Ali Fethi Okyar Türkiye Cumhuriyeti’nin Paris ve Londra Büyükelçisi olmuştur.)

Fırka Kumandanı Albay Mustafa Kemal Bey Çanakkale’de savaşı yönettiği yerde, arkadaşlarıyla konuşurken, “Ben kolordu kumandanı olacağım. Ordu kumandanı olacağım. Ordu grubu kumandanı olacağım. Başkumandan olacağım… ve sonra onun üstündeki olacağım” demişti.

Mustafa Kemal Bey, Ali Fethi Bey, İsmet Bey bu sözleri söylerken geleceği sezmişler… önduyunun örneğini vermişlerdir.

İsmet Bey 8 Haziran 1331 (21 Haziran 1915) tarihli mektubunda, “Vatanımız tam anlamıyla bağımsız ve egemen olacak. Türk her anlamıyla saygın ve onurlu olacak” demişti.

Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın başında, “Yunan ordusu Anadolu’nun temiz kucağında ve kutsal ocağında boğulacaktır” demişti.

Bu sözler, önseziden fazla bir şeydi.

 

 

12

BALKAN SAVAŞI

Hadımköy  –  Edirne’ye  ileri  yürüyüş  –  Enver  Bey,

Mustafa  Kemal  Bey,  İsmet  Bey  – Sağ  kanat  grubunda

yaptıklarıyla  “her  şey”  ve  “herkes”  o  idi.

 

İsmet Bey 1329 (1913) yılı Martında Başkumandanlık Vekâletinin emriyle Yemen’den döndü ve Hadımköyü’nde bulunmakta olan Genel Karargâh Harekât Şubesinde görevlendirildi.

İsmet Bey Edirne’ye ileri yürüyüş esnasında –1329 Haziranı– sağ kanat grubu (iki kolordudan oluşan) kurmayında görev aldı. Enver Bey sol kanat grubunun (iki kolordudan oluşan) kurmay başkanıydı. Mustafa Kemal Bey bu grubun içinde düzenlenmiş bir kolordunun kurmay başkanıydı.

İsmet Bey sağ kanat grubunda ne kurmay başkanı, ne de harekât şubesi müdürüydü. Sadece bir kurmay subayı idi. Fakat bu grubun harekâtının düzenleyici ruhu; grup kurmayında, fiilen “her şey” ve “herkes” o idi.

İsmet Bey 26 Ağustos 1329’da (8 Eylül 1913) Osmanlı-Bulgar barış görüşmeleri komisyonuna askerî danışman olarak atandı. Cemal Bey (Cemal Paşa) bu komisyonda askerî delege idi. İsmet Bey, Cemal Bey’i burada tanıdı.

 

 

13

PARİS

Doktor  Bahri  İsmet  Bey  – Zafer  tâkı  –  İnvalides  –

“İşte  dünyanın  ün  ve  onuru  böyle  geçip  gider”  –

Yenenler  ve  yenilenler,  onurlar  ve  ünler  –  Panhéon  –

“Büyük  adamlara  vatan  minnettar”  –  Louvre  Sarayı  –

“Bâbil’de  sefaret”  – Işıklar  diyarı  –  İşveli  ve  ağırbaşlı  kuğu

kuşları  –  Madrid  kahvesi  –  Dondurma  –  Bazı  kişiler  ve  düşünceler  –  “Anlatılırsa  anlar”  –  Bıçak  gibi  keskin,

röntgen  gibi  içe  işleyen,  atasözü  kadar  kısa  ve  etkili

nitelemeler  –  Ahmet  İzzet  Paşa  –  “Yakında  genel

savaş  olacak”  –  Silahlı  tarafsızlık  –

“Almanya  yenilse  de  mahvolmaz”

 

1330 (1914) senesi Temmuzunda İsmet Bey Paris’e geldi. Ben askerî ataşe idim. Hükümet onu, kulaklarını tedavi ettirmek için Almanya’ya ve Fransa’ya göndermişti. Alman profesörleri aksaklığın doğuştan olduğunu, geçmeyeceğini, pek artmayacağını söylemişler. İsmet Bey Paris’teki profesörlere de muayene olacaktı. Paris’te öğrenimlerini tamamlamakta olan askerî doktorlarımız arasındaki Yüzbaşı Bahri İsmet Bey (kulak ve boğaz ve burun mütehassısı Profesör Bahri İsmet Temizer)’in hocası Fransa’nın en ünlü kulak doktoruydu. İsmet Bey’i, Bahri İsmet Bey aracılığıyla, ona baktıracaktık.

İsmet Bey Paris’te on gün kadar kalacaktı. Paris’i gezmeye, İsmet Bey’in arzusuyla, Eyfel Kulesi’nden başladık. Daha sonra Etoile meydanındaki zafer tâkına çıktık. Bu meydandan on iki yöne, on iki cadde ayrılır ve meydanın ortasında zafer tâkı görkemle yükselir. Tâkı, İmparator Napoléon yaptırmıştı. Elli metre yüksekliğinde ve dünyadaki zafer tâklarının en büyüğü olan bu tâkın ön yüzünde, Birinci Cumhuriyet ve İmparatorluk Savaşlarına katılan 386 generalin adlarıyla imparatorluğun başlıca zaferlerinin isimleri ve resimleri oyulmuştur. Zafer tâkının üstünden Paris’in en güzel manzarasını izledik. Geniş ve güzel on iki cadde, tam doğru çizgi hâlinde, göz alabildiğine uzanıyordu.

Napoléon’un gömütü olan İnvalides’e gittik. Napoléon muzaffer ordusuyla Berlin’e girdiği zaman Potsdam’da Büyük Frédéric’in gömülü olduğu kiliseye gitmiş ve onun, Yedi Yıl Savaşında kazandığı ün ve onurun artık silinmiş olduğuna değinerek, “Sic transit gloria mundi – İşte dünyanın ün ve onuru böyle geçip gider” demiş. 1871’de Almanlar Paris’e girmişler; Napoléon’un ün ve onurunu silmişler. 1919’da Fransızlar Versailles Antlaşması’nın uygulanmasını denetlemek için Berlin’e gelerek silinen ün ve onuru geri vermişler. 1941’de Almanlar Paris’i almışlar, İnvalides’in kapısına nöbetçi koymuşlar, ün ve onuru yeniden teslim almışlar; Fransızlar da 1945’te öbür birlik olanlarla Berlin’i ele geçirmişlerdi.

Böylece yenenler ve yenilenler, onurlar ve ünler, bir düziye, Berlin’le Paris arasında yer değiştirmişti.

Panthéon’u gezdik. Büyük ölülerin yattığı Panthéon’un önyüzünde “Aux grands hommes la Patrie reconnaissante – Büyük adamlara vatan minnettar” yazısı vardı. (Çeyrek yüzyıl sonra, İsmet İnönü, Atatürk’e böyle seslenecek; “Eşsiz kahraman Atatürk! Vatan sana minnettardır” diyecekti.)

Louvre Müzesi’ni gezdik. Her tabloyu incelemek istedik. Fakat bir iki salonu gezdikten sonra anladık ki, müzedeki tabloların, heykellerin, sanat yapıtlarının değerlerini anlamaya bizim sanat anlayışımız yeterli değildi: Şaheserlerin kıymetlerini anlayamadığımızı birbirimize içtenlikle açıkladık. Lakin anlamaya anlamaya bütün Louvre Müzesi’ni dolaştık. Kilometrelerce ve saatlerce dolaştık ve çok yorulduk.

Tiyatroya gidecektik. Fakat hangi tiyatroya? Opéra’yı, Opéra-Comique’i, Comédie-Française’i anlamak güçtü. Önce kitaplarını okumak, kitapları da anlamak gerekirdi. Birkaç ay önce Paris’e gelmiş olan Hafız Hakkı Bey (Paşa) ile Opéra’ya gitmiştik. “Damnation de Faust” oynanıyordu. Bütün iyi niyetimize ve dikkatimize karşın hiçbir şey anlamamıştık.

Onun için İsmet Bey’le, anlaşılması kolay olan Moulin Rouge’a gittik. “Bâbil’de Sefahat – Orgie à Babylone” oynanıyordu. İki yıldan beri her gece bu oyun oynanır ve tiyatro her gece ağzına kadar dolarmış. Paris’in bir adı Ville-Lumière “Nur Şehri – Işıklar Diyarı”dır. Bu, maddi ve manevi anlamdadır. Maddi anlamda geceleri çok aydınlık olduğu için; manevi anlamda, bilgi merkezi olduğu, bilgi nuru saçtığı için. Fakat bazen de “Çağcıl Bâbil – Babylone Moderne” derler. Demek ki, “Yeni Bâbil”de “Eski Bâbil’in sefahati” oynanıyordu. Düşününüz hem çağcıl Bâbil, hem asıl Bâbil, hem sefahat: “Bâbil’de Sefahat” oyununun nasıl olduğunu tasavvur edebilirsiniz. İsmet Bey locadan oyunu dürbünle izledi. Ancak bütün sahnedeki şeyleri aynı anda görmek olanaklı değildi. Çünkü sahnenin her noktasında ayrı bir sahne vardı. Oyundan sonra İsmet Bey, “Sahneyi atış planları gibi karelere bölmeli. Her kareyi ayrı bir gecede izlemeli. Böylece oyun iki haftada izlenebilir…” demişti.

Paris’te Bolonya ormanındaki gölde sandalla gezdik. İsmet Bey kürek çekiyor; ben oldukça beceriksiz, dümen kullanıyordum. Bembeyaz kuğu kuşları incelik ve güzellikle, nazlı ve ağırbaşlı dolaşıyorlardı. Bu güzel ve nazlı kuşların arasında gölün içinde bir saat gezdik.

Bir gün Bolonya ormanındaki Madrid kahvesine gitmek istedik. Burası şık bir yerdi. Parisliler oraya otomobille giderler. Biz yaya gitmiş ve çok yorulmuştuk. Bahçeye girer girmez ağaçların üzerindeki “çay 7,5 frank” levhası gözüme ilişti. Bir çayın bu kadar pahalı olabileceği aklıma gelmemişti. Oturmadan ve çay içmeden döndük. İsmet Bey, bir yıl sonra bir mektubunda, bu Madrid olayından şöyle söz etmişti: “Mesela, Paris’te Madrid kahvesini bulmak için kan ter içinde saatlerce dolaşıp yorulduğunuzu; sonra, Madrid’i bulduktan sonra garip bir sebeple çay içmekten birdenbire vazgeçtiğinizi belki anlatacak bir arkadaşınız olacak…”

Bir gün de Opéra meydanındaki Café de la Paix’de dondurma yedik. Dondurma çok güzel, pek az ve üç buçuk franktı. Epey düşündükten sonra birer dondurma daha yedik. 15 frank yani 75 kuruş (bugünkü para ile 30 lira) etti. İsmet Bey, “İstanbul’a gidince Paris’te yetmiş beş kuruşluk dondurma yedik desek ‘acaba kaç gün hasta yattınız?’ derler” demişti.

Paris’te şirin bir adacık vardır. Bir akşam üzeri oraya gittik. Güneş batıyordu. Ortalığa güzel bir sessizlik ve tatlı bir karartı yayıldı. Memleketin durumundan ve büyüklerinden söz ederken, İsmet Bey, bazı şahsiyetler için düşündüklerini söyledi. Bu sözler hatırımdadır :

Büyük bir kişi hakkında, “Değiştirilemeyecek hiçbir düşüncesi yoktur” dedi.

Başka bir büyük kişi için, “Yirmi dört saat çekilemez” dedi. Ben, sonradan yıllarca bu kişinin buyruğu altında bulundum. İsmet Bey’in bu sözünü her gün hatırlardım. Ve şükrederdim ki, yirmi dört saatin yarısı gecedir ve gecenin çok kısmı uykuda geçer.

Başka bir kişi için, “Düşünceli olduğunu söyler. Tarih bilgisi konusunda iddialı ve oldukça haklı. Felsefi bilgisi var zannedilir” demişti.

Diğer bir kişiyi de, “İstek ve tutkusu ve kendine güveni düşünce gücünden çok yüksek!” diye nitelendirmişti.

Sonraları büyük mevkilere çıkmış olan bir kişiyi, “Sâyir filmenâm (uykuda gezer)” diye niteledi.

Başka bir kişi için, “Hiçbir düşüncesinde üç dakikadan ve beş satırdan çok direnememiştir” demişti.

Sonradan bir Müslüman devletinin Genelkurmay Başkanı olan eski bir Osmanlı kurmay subayı hakkında, “Üç kişiyi biraraya toplayamaz” demişti.

*

*   *

İsmet Bey, Birinci Dünya Savaşı’nda Başkumandanlık Vekâleti Kurmay Başkanı olan General Bronsart Von Schellendorf için, “Zeki midir?” soruma cevaben, “Anlatılırsa anlar” demişti.

Bilinen bazı büyüklerimiz hakkında, “Bizimkiler tarihi kişilerin yalnız kusurlu taraflarına sahiptirler” demişti.

Sina cephesi kumandanı General Kress Von Kressentstein’i, “Ateşten gömlek” diye nitelendirmişti.

Ahmet İzzet Paşa için, “Onda, duygu, sakıngandır” demişti. İzzet Paşa’nın zekâsına, kavrayışına ve kültürüne hayrandı. “Onun alnına bakmak bile bir zevktir” derdi. “Ya enerjisi?” diye sormuştum. “Bizi yetiştiriyor” diye cevap vermişti. İsmet Bey “bizi” kelimesini nezaketen söylemişti. Doğrusu, kendisini yetiştiriyordu.

İsmet Bey, Rauf (Orbay) Bey’i çok sever ve “vatanın büyüklerinden” derdi.

İsmet Bey’in nitelendirmeleri bıçak gibi keskin, röntgen gibi içe işleyen, atasözü kadar kısa, özlüydüler ve gayet doğruydular.

Paris’te İsmet Bey’le genel durumla ilgili görüşürken İzzet Paşa’nın, iki yıl geçmeden Avrupa’da genel bir savaşın çıkacağı kanısında olduğunu ve “Avrupa siyasi âleminde o kadar karışık sorunlar birikmiştir ki, silahlı çarpışmadan başka bir biçimde çözümlenmesini mümkün görmüyorum” dediğini söyledi.

İsmet Bey de genel savaşı yakın görüyordu ve savaş olursa, hükümetin derhal seferberlik ilan etmek koşuluyla tarafsız kalması düşüncesindeydi. O zamanki genel zannın aksine olarak, İsmet Bey ordular arasında kesin sonucun çabuk alınacağı kanısında değildi; genel savaşın uzun süreceğini tahmin ediyordu. Onun düşüncesine göre, savaş devam ettiği sürece, seferberliğimiz sürekli genişletilerek ordu, her yıl daha güçlü olacak ve savaşın sonunda, hangi taraf galip gelirse, muhakkak pek yorgun düşmüş olacağı için taze ve güçlü bir ordu olan Osmanlı ordusuyla yeni bir savaşı göze alamayacaktı. Böylece toprak bütünlüğümüzü ve bağımsızlığımızı sağlamak mümkün olacaktı.

“Hangi taraf yenilecek?” soruma cevaben de, “Almanya yenilse de mahvolmaz. Hiç altmış milyon Alman mahvolur mu?” demişti.

*

*   *

Kulak profesörü, İsmet Bey’in bel kemiğinden su aldırdı. İsmet Bey günlerce, küçük bir otelin küçük bir odasında, yatakta hareketsiz kaldı. “Her şeye aklı ermek fakat hiçbir organını kıpırdatamamak ne fena!” diyerek üzülmüştü. Bu durum çok sürmedi. Fransız profesörünün raporunu okudum. Tahlilde bir şey bulunmamış. Tamamen olumsuz imiş. Profesör “Arıza geçmez, artmaz” diyordu. Alman profesörleri bel kemiğinden su almaya lüzum görmeden hükümlerini vermişlerdi. İsmet Bey, “Almanlar pratiktirler. Ben onu bilirim” dedi.

*

*   *

İsmet Bey Paris’ten hareket ettikten iki hafta sonra Birinci Dünya Savaşı çıktı.

 

 

14

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE ENVER PAŞA

Dünyanın  üçte  ikisine  karşı  savaş  –  Osmanlı  Devleti,  İttihat  ve  Terakki  Cemiyeti,  Üçler, Enver  Paşa  – “Tek  dayanak  noktası”  –

Yıldız  –  Kader’in  işareti  – “Bizim  simgemiz”  –  “Enerji  kaynağı”  –  Kökten  temizlik  – “Anarşi  kangrenini  dağlayan  kızgın  demir”  – “Kendisinden  korkulan  adam”  – Düzeni  mükemmel  bir  ordu  –

Dört  yıl  dokuz  cephede  savaşan;  görevini,  sonuna  kadar  onurla  ve  bağlılıkla  yapan  ordu  – Fransız  ordusundaki  Jön  Türkler  –  Medine  – Enver’in  alayı  kan  olukları  arasında,  ilahîler  içinde,  yakıcı  güneş  altında,  ağır  ağır,  Medine’ye  gidiyordu  – Enver  Paşa  sessiz  sessiz  ağlıyor  –  Asıl  başkumandanın  huzuruna  giden  başkumandan  vekili  –

Şeftali  ağaçlarından  sofranın  üstüne  sarkan  şeftaliler  –

Enver  Paşa,  oruçlu  –  Enver  Paşa,  ölüme  inanmaz,  ecele  ve  alınyazısına  inanırdı  –  Amanos  dağlarında,  uçurumlar  boyunca,  yüz  kilometre  hızla  –  ”  Doksan  dokuz  defa  bir  şey  olmasa  yüzüncü  defa  yapmak  gene  yanlıştır”  –  General  Bronzart  Von  Schellendorf  –

“Harekât  şubesi  başkumandana  yetişemiyor”  –  Enver  Paşa’nın  üslûbu  –  Nietzsche  – Enver  Paşa,  sesini  yükseltmek  gereğini  hiç  duymazdı  –  Uçan  kuşlar  –  Kanuna  en  çokk  uyan  nezaret,  Harbiye  Nezareti  – Çanakkale  Savaşı  –  Sağduyu,  basiret  ve  hikmet  –

Türk  orduları  savaş  tarihine  sonsuzlaşmış  adlar  armağan  ettiler  –

“İyi  kurmay  subayı”  – İyi  kurmay  subayı,  iyi  stratej  olmadı  –  Talih  –  Gerçekçilik,   Hayalseverlik  –  Zavallı  büyük  adam!  –  Enver  Paşa  ve  Hitler  – Hayat  sahası  ve  hayal  sahası  –  Gezegenin

yaklaşık  üçte  birine  yakın  bir  alan

Kasım 1330 (1914). Alman amirali Souchon komutasındaki Osmanlı donanması Odesa’yı bombardıman etti. Osmanlı Devleti savaşa giriyordu… Osmanlı Devleti savaşa girdi. Ve dünyanın üçte ikisine karşı savaşa girdi.

Osmanlı Devleti’nin alın yazısını, İttihat ve Terakki Cemiyeti; İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, İttihat ve Terakki Genel Merkezi; Genel Merkezi “Üçler”; “Üçler”i de Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın güçlü iradesi yönlendiriyor ve yönetiyordu.

Goeben ve Breslav savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan içeriye alınmaları emrini –hükümete sormaya gerek görmeden– Başkumandan Vekili Enver Paşa vermişti.

İsmet Bey, bizim, Almanların yanında savaşa katılmamıza hiç taraftar değildi. İki tarafın güç ve dayanma oranına ve durumuna göre Almanların üstün gelmelerini çok kuşkulu, sonunda yenilmelerini ise pek olası görüyordu.

Schlieffen planına göre Alman orduları, altı haftada Fransız ordularına karşı kesin sonuç alacaklar; ondan sonra Alman ordularının büyük kısmı Doğuya gönderilip Avusturya-Macar ordusuyla beraber Ruslara saldıracaklardı.

Oysa ki, Batıda Marne Savaşı kaybedilmiş; Fransa’ya karşı zafer hayal olup gitmiş; Doğuda ise Avusturya-Macar ordusu yenilmiş ve seçkin öğeleri bozguna uğramıştı.

Osmanlı Devleti işte böyle bir zamanda savaşa girmişti.

Savaş, bizim için, bir oldu bittiye getirildikten sonra ne yapmalıydı? İsmet Bey ne düşünüyordu?

İhtilal mi yapmak? Hayır! Onun düşüncesine göre; hiç istenmeyen bu savaşa ancak bir defa girdikten sonra, var gücümüzle savaşı kazanmaya çalışmaktan başka yapacak bir şey yoktu. İsmet Bey bana demişti ki: “Memleket, bir boşluk içinde, sonsuz hızla, bilinmezliğe doğru gidiyor. Bu korkunç durumda, üzülerek söylüyorum ki, Enver Paşa’dan başka dayanak noktamız yok. Enver Paşa başarılı olursa memleket kurtulur. Başarılı olamazsa çöküntü kesindir. Onun başarısına hizmet etmekten başka kurtuluş çaresi yoktur.”

*

*   *

Enver Bey genç, savaşçı ve özgürlük kahramanıydı. 1324 (1908) Haziranında özgürlük mücadelesi için dağa çıktığı zaman Neue Freie Presse gazetesine gönderdiği kısa mektupta şöyle demişti: “Abdülhamid’in istibdat idaresine son vermek için dağa çıktım. Şimdiye kadar Bulgar çeteleriyle yirmi yedi çarpışma yaptım ve hepsini de kazandım…” Bu iki satır yazı Avrupa’da bomba etkisi, karanlığı yırtan şimşek etkisi yaptı.

Enver Bey kendi yıldızına güveniyordu. Sol kaşında bir beyaz nokta vardı ki yıldız, “yazgının işareti”, galiba bu nokta idi.

Enver, bir “yazgı adamı” idi ve onda, bir yazgı adamının imanı, kendine inanması, soğukkanlılığı, sükûneti ve sükûnetli yiğitliği vardı.

Talât Paşa, onun için, “Bizim simgemiz” dermiş.

Balkan Savaşı’nda Illustration muhabiri, Enver Bey için, “Hem sert hem kadınsı bir sima – une physionomie dure et féminine à la fois” demişti.

Bu nitelendirme bana başka bir nitelendirmeyi hatırlatır: Fransız büyük ihtilalinin önemli şahsiyetlerinden Saint-Just hem genç ve güzel hem pek kan dökücü olduğu için ona “ange de la mort – ölüm meleği” derlerdi.

Başka bir muhabir de Enver Bey’in azim ve iradesinin tükenmezliğini anıştırmak için ona “enerji kaynağı” demişti.

Enver Bey otuz üç yaşında paşa, Harbiye Nazırı, Genel Kurmay Başkanı; otuz dört yaşında Başkumandan vekili oldu.

Balkan Savaşı’nda yenilen Osmanlı ordusunda, yönlendirme ve yönetimce zayıf, emir ve komutaca yumuşak birçok komutan vardı. Ordunun disiplini gevşekti ve ordu kısmen, siyasete karışmıştı.

Enver Paşa, Harbiye Nazırı olur olmaz, generaller ve üst subaylar arasında kökten ayıklama yaptı. Yüzlerce üst subayı ve generali bir anda emekli etti. Komuta ve kurmay makamlarına genç ve enerjik adamlar getirdi. Anarşiyi kökünden giderdi. Bir Fransız yazarı Enver Paşa’yı, “Anarşi kangrenini dağlayan kızgın demir” diye nitelendirmişti. Başka bir yazar da Enver Bey için, “L’homme dont on a peur – kendisinden korkulan adam” demişti. Bu kadar köktenci ve güçlü işleri ancak “kendisinden korkulan adam” yapabilirdi ve yapmıştı. Enver Paşa, az zamanda disiplini mükemmel, emir ve komutası iyi bir ordu meydana getirdi.

Bu ordu, dört yıl, dokuz cephede –Çanakkale, Kafkas, Irak, Sina, Filistin, Hicaz, Galiçya, Romanya, Makedonya cephelerinde– sayıca üstün düşman ordularıyla dövüştü. Harikalar da yarattı. Ve görevini, sonuna kadar, onurla, içten bağlılıkla, özveriyle yaptı.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında Fransa ordusunda da “yönlendirme ve yönetimce zayıf, emir ve komutaca yumuşak ve yaşlı” birçok general vardı. Sınır kavgalarında Fransız orduları yenilmiş, geri çekiliyorlardı. Genel Komutan General Joffre’un karargâhında genç, yetenekli, güçlü kurmay albayları vardı. General Joffre bunları görevle cephelere gönderir, onlardan, büyük birlikler komutanlarının azim ve iradeleri ve yönlendirme ve yönetim güçleri hakkında bilgi alırdı. Sınır savaşlarıyla Marne Meydan Savaşı arasındaki birkaç hafta zarfında, General Joffre, güvendiği bu kurmay subaylarının sözlü raporlarına dayanarak, güçlü olmayan birçok tümen, kolordu ve ordu komutanını emekli etti ve yerlerine genç ve güçlü adamlar atadı. Fransız ordusunun emir ve komutası ve şansı değişti. Bu ordu Marne’da savundu. Saldırdı. Alman ordularını geri attı.

General Joffre’un çevresindeki bu kurmay subaylarına –ki sonraları, çoğu savaşta ölmüşlerdir– Enver Paşa’yı anıştırarak “Jön Türkler” dediler. Gerçekte bu Genç Türklerdir ki, Fransız ordusunu kurtarmışlardı. Hâlâ, Fransa’da siyasi partilerde, yönetimlerde, orduda köktenci temizleme ve düzenleme yanlısı olanlara Jön Türkler denmektedir.

Sultanahmet meydanındaki mitingte hatip, Enver Paşa’yı “İslamın sancağını kahramanlık elinde tutan Enver!” diye nitelendirmişti. Ziya Gökalp onun hakkında, “Melekler bu milletin kurtulacağını ona fısıldadılar,” demişti.

*

*   *

Enver Paşa bu savaşta Almanya’nın üstün geleceğine inanıyordu. Almanya kazanacağı sırada savaşa girmenin yararı olmazdı. Zaferin meyvelerinden faydalanmak için zaferin kazanılmasına yardım etmeli ve bu uğurda özveride bulunulmalıydı. Yani savaşa, elden geldiğince erken girmeliydi.

Enver Paşa’nın kanısınca bu savaş, yalnız Balkan Savaşı’nın lekesini silmeyecek ve savaş sonucunda yalnız Osmanlı Devleti bağımsızlığına kavuşmayacak, bütün İslam dünyası da kurtulacaktı. Bu savaş, yalnız Osmanlı Devleti’nin değil, bütün Müslüman dünyasının kurtuluş savaşı ve bağımsızlık savaşıdır. Tarihinin “kader”i ve Tanrı’nın iradesi bu merkezdedir ve kendisi, Enver, bu alınyazısının gerçekleşmesine Tanrısal yönden memurdur.

Enver Paşa’nın bu inan ve inancına, savaş sırasında, Medine’yi ziyaretinde yakından tanık olmuştum:

Enver Paşa Medine istasyonuna iner inmez, doğru, yaya olarak, Peygamberimizin Kabrine (Ravza–i Mutahhare) gitti.

İstasyondan oraya epey uzaklık vardı. Cemal Paşa (ordu kumandanı), Faysal Bey (müstakbel Irak Kralı Şerif Faysal), şerifler, ileri gelenler, Medine ileri gelenleri ve zenginleri, sivil ve üst düzey askerler Enver Paşa’nın iki yanında ve gerisinde gidiyorlardı. Halk, yolun iki tarafında saf tutmuştu. Kasideler ve ilahiler okunuyor; bütün yol boyunca, yer, yer her elli adımda, karşılıklı birer deve kesiliyor; bu develerin, fıskiye gibi fışkıran kanları caddenin iki tarafından oluk gibi akıyordu. Enver’i izleyen alay bu iki kan oluğu arasında, ilahiler içinde, yakıcı güneş altında, ağır ağır, ilerlemekte idi.

Başkumandan Vekili kendisine okunan kasideleri ve ilahileri işitmiyor, kendisi için kurban edilen develeri görmüyor gibiydi. Enver Paşa, benliğinden geçmiş, iki elini göğsünün üzerinde saygıyla bağlamış, başını öne eğmiş, sessiz sessiz ağlamakta idi. Ve bütün yürüyüş esnasında gözlerinden bir düziye yaşlar aktı. Onun bu hali yüce, soylu ve heyecan vericiydi.

Enver Paşa asıl başkumandanın, peygamberin huzuruna gidiyordu; Peygambere saygılar sunmaya, asîlin vekile emanet ettiği görevin hesabını sunmaya gidiyordu; ve Peygamberin mezarına yaklaştıkça küçülüyor, küçüldükçe küçülüyor ve… küçüldükçe de büyüyordu.

Enver Bey’i ve Enver Paşa’yı hiçbir zaman bu kadar güzel, sevimli, nurlu görmedim.

Ne 1324 (1908) baharında, Selânik’te, dağa çıkışının arifesinde, göğsünde Bulgar çetelerinin izlenişinde aldığı üstünlük madalyası, elinde Almanca Löbell askerî yıllığının son sayısı, ayaklarında parlak rugan çizme, bakışları olayların ötesine yönelmiş… özgürlüğün müjdecisi iken;

Ne özgürlük kahramanı ve Berlin askeri ataşesi genç Kurmay Binbaşısı Enver Bey iken;

Ne hareket ordusunun “Yıldız”ı hedef tutan bir saldırı kolunun muzaffer komutanı olarak Harbiye Nezaretinin koridorunda, taht’a çıkış topları atıldığı sırada ufacık bir sakal koyuvermiş, üstü başı toz içinde, savaş kılığında… ve yanındaki genç ve gayet güzel bir Amerikalı gazete muhabiri bayanın tutkun ve hayran bakışları kendisine yönelmiş, fakat o, kayıtsız… yeni Padişahı beklerken;

Ne Talât Bey’in ve arkadaşlarının önünde, at üstünde, ayaklanma sancağı gibi, Bâb-ı Âli baskınına giderken;

Ne Paşa ve Harbiye Nazırı olduğu zaman;

Ne de Başkumandan Vekili olduğu zaman;

Ne yenilmek bilmez İngiliz donanması Çanakkale’de yenildiği zaman;

Ne yenilmiş İngiliz ordusunu Gelibolu Yarımadası’ndan çekilip gitmeye mecbur ettiği ve Tanin gazetesi, başmakalesinde, Enver Paşa’ya güvenerek, gururlu ve küçümser “Gene buyurun efendiler!” dediği zaman;

Ne Kutulâmare’de bir İngiliz kolordusu teslim olduğu zaman;

Ne bizzat İngilizlerin “Büyük İngiliz yenilgisi” diye nitelendirdikleri İkinci Gazze Meydan Savaşı’ndan sonra cepheyi teftişe gelip kıtalara, memnun olduğunu söylediği zaman… Ve hiçbir zaman!

Bu güzellik başka türlü bir güzellik, manevi bir güzellikti. Enver Paşa’nın, son derece saygıyla, ağlaya ağlaya, huzuruna gittiği Peygamberin nuraniliği, onun yüzüne yansımış gibiydi.

Enver Paşa dindardı. Ömründe bir damla içki içmemiştir. Berlin’de askeri ataşeyken, imparatorun sofrasında, imparator ona şarap sunduğu zaman, kadehi dudaklarına kadar götürür, şarabın yalnız merasimini yapardı.

Savaş sırasında, Enver Paşa Suriye’ye bir teftiş gezisinde idi. Temmuzdu. Çok sıcaktı. Ve Ramazan ayıydı. Enver Paşa sabah çok erkenden öğleye kadar teftiş yapmıştı. Öğleyin, bir bahçede, şeftali ağaçlarının altında, yemek hazırlanmıştı. Buzlu sular, limonatalar, renk renk yemişler ve renk renk çiçeklerle süslenmiş olan sofranın üstüne, şeftali ağaçlarının iri pembe-kırmızı şeftalileri sarkıyordu.

Enver Paşa sofraya davet edildi. Hep birlikte sofraya oturduk. Yemek dağıtılırken Enver Paşa oruçlu olduğunu söyledi. Ordu, sefer halinde olduğu için, oruç tutulmamasına fetvâ çıkmıştı. Fakat Başkumandan Vekili, bütün ordunun yerine, oruç tutuyordu.

Bir saat yedik ve içtik. Enver Paşa neşeli neşeli konuşuyor; herkesin buzlu suları, limonataları bardak bardak nasıl içtiğini, şeftalileri ağaçtan koparıp sularını akıtarak ve şapır şapır nasıl yediğini sadece seyrediyor ve hiç imrenmiyordu. O, kendi iradesini sınavdan geçirmekteydi; şeftali yemekten ve buzlu su içmekten çok, oruçlu olduğu halde, sofrada oturup, yemeyerek içmeyerek kendi iradesinin gücünü tatmaktan büyük haz ve zevk duyuyor gibiydi. Enver Paşa’nın kendine hâkimiyetine hayran kalmıştım.

Enver Paşa Meclis-i-Vükelâ’da (Bakanlar Kurulu) bir sorun görüşülürken kendi düşünce ve görüşlerini söyledikten sonra geçici bir zaman uyurmuş. Tâlat Paşa, kendisini uyarmak isteyince, “Ben düşüncemi söyledim. Tartışma sonucunda hangi düşünce çoğunluk kazanırsa o kabul edilir.” dermiş. Bunu kendisi anlatmıştı. Uyku, onun iradesine bağlıydı: Günün veya gecenin herhangi saatinde, kendisine uyumak emrini verirse, hemen uyurdu ve istediği kadar uyurdu. Bu Enver Paşa’nın, kendisine nasıl kumanda ettiğini gösterir.

Enver Paşa son derece cesurdu. Onda korku kavramı yoktu. Ölüme inanmaz, yalnız ecele ve alın yazısına inanırdı.

Teftiş gezilerinde, Toros ve Amanos Dağlarında, dar virajlarda, uçurumların kenarında, otomobilini yüz kilometre hızla sürer, Kurmay Başkanı General Bronsart’ın biraz yavaş gidilmesi hakkındaki yalvarmalarına kulak asmazdı. Enver Paşa gibi işi Tanrı’ya bırakmayan general, sonraları, gezilerde; onunla birlikte otomobile binmez, başka otomobille giderdi. Enver Paşa dağlardan indikten sonra, “İşte bir şey oldu mu?” derdi.

İsmet Bey bana bunun cevabını verdi: “Doksan dokuz defa bir şey olmasa, yüzüncü defa yapmak gene yanlıştır.” Enver Paşa’nın yaptığı, işi Tanrı’ya bırakmaktı; kadere ve kendi talihine inançtı. İsmet Bey’in düşüncesi sağgörüydü, sakınmaydı.

Enver Paşa, cepheleri teftişinde, en ileri hatta gidip orada açıkta durmaktan zevk alırdı.

Gene bir teftiş gezisinde, Enver Paşa, taşlık ve arızalı bir arazide, beygirle hep hızlı gidiyordu. General Bronsart bana dedi ki: “Böyle bir arazide bir düziye hızlı gitmek hayvanların ayaklarını bozar. Cemal Paşa’ya söyleyiniz. Enver Paşa’dan rica etsinler de hep böyle hızlı gitmesinler.” Anladım ki General Bronsart’ın kendisinin söylemeye cesareti, yahut söylerse yararı ve etkisi olacağına güveni yoktu. Generalin söylediğini Cemal Paşa’ya arzettim; dinledi. Anlamlı anlamlı sustu ve Enver Paşa’ya bir şey demedi. Taşlık ve arızalı arazide hızlı gitmeye devam ettik.

Enver Paşa, Irak cephesini teftiş gibi uzun gezilerde, gene kendisi tarafından onaylanmış ve emredilmiş olan gezi programına bağlı olmak istemez, iki günlük uzaklığı bir günde almaktan zevk duyardı. Programa göre akşam kalınacak olan konak noktasına öğleyin varır, biraz sonra hareket ederek akşam üzeri ertesi günkü konak noktasına ulaşırdı. Halbuki programa göre, orduların, her gün raporlarını ve telgraflarını nereye gönderecekleri saptanmış ve bildirilmişti. Ve harekât şubesi konak noktalarında bu raporlar ve telgraflar üzerinde çalışacaktı. Enver Paşa belli bir konakta kalmayıp hareket edince harekât şubesi ya çalışamaz yahut Enver Paşa’ya yetişemezdi. Harekât şubesi müdürü Feldman bir gün, “Harekât şubesi Başkumandana yetişemiyor” diye haber göndermiş. Enver Paşa, “Öyle ise Feldman Bey harekât dosyalarını Tahsin Bey’e –Feldman’ın yardımcısı– versin” demiş.

Bu cevap, Enver Paşa’nın, harekât şubesi müdürüne ihtiyacı olmadığı ve kendisini, Feldman’a ve onun yaptığı programa uymakla yükümlü görmediği anlamını ifade ediyordu. Feldman Bey bunu anlamış; ondan sonra, bütün Irak gezisi esnasında bir an geri kalmamış; Enver Paşa’nın hemen peşinden gelmişti. (Tahsin Bey, Enver Paşa’nın bir Suriye gezisinde, fena yollarda, Başkumandan Vekilinin otomobiline yetişmek çabasıyla, bindiği otomobilin devrilmesi üzerine ölmüştür.)

Enver Paşa hiç uzun söylemez ve uzun yazmazdı.

Enver Paşa’nın yazıları ve emirleri özlülük ve kesinlik örnekleri; yoğunlaşmış enerji ve irade idiler; sözlerinde ve yazılarında inandırmaya, kanıtlamaya çalışmaz ve hiç tartışmazdı.

Enver Paşa’nın “yaratılışı ve huyu” ile Almanların “emir dili” –kısa, kuru, sade, açık, kesin olan, gerekçelerden, gereksiz kelimelerden, eşanlamlı sözlerden, açık bir anlamı olmayan sözlerden, sözü uzatmaktan kesinlikle temizlenmiş olan emir dili– pek güzel uyuşmuşlardı. Enver Paşa tarafından karar verilen, Almanlar tarafından yazılan –Başkumandanlık karargâhının şube müdürlerinin hemen tümü Alman idiler– Türkçeye çevrilen, Enver Paşa tarafından düzeltilen ve imza edilen yazılar sadelik, güzellik, özlülük örnekleriydi.

Ordu kumandanlarının birçok neden ve kanıt ortaya koyarak yazdıkları raporlara Enver Paşa genellikle gayet kısa cevaplar verirdi. Dördüncü Ordu Kumandanı ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın uzun bir şifresine şu cevabı vermişti: “Düşüncelerinize katılamıyorum efendim.” Yedinci Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın Halep’ten yazdığı altı sayfalık uzun bir raporuna Enver Paşa altı satırla cevap vermişti.

Nietzsche demiş ki: “Ben herkesin kullandığı harfleri ve kelimeleri kullanmam. Benim harflerim kıvılcımlar, kelimelerim süngü parçalarıdır. Cümlelerim de yıldırım!” Enver Paşa’nın Nietzsche’yi çok okumuş olduğunu tahmin etmem. Ancak üslubu Nietzsche’ninkine benzer ve onun bu sözünü hatırlatır.

Enver Paşa çok otoriterdi ve “kendisinden korkulan adam”dan herkes korkardı. Enver Paşa, “Bizi sevsinler ne demek? Yeter ki, bizden korksunlar” derdi ve kendisi kimseden korkmazdı.

Enver Paşa’nın otoritesi o derecede idi ki ve iktidar alışkanlığı onu gücünden o derece emin bir hâle getirmişti ki, emirlerini verirken ya da emrini yaptırmak için, sesini yükseltmek gereğini asla duymazdı.

Çanakkale’de, düşman hattına çok yakın ve ateşle karşı karşıya kalmış bir siper parçasını on beş yirmi adım geri almak için ordu kumandanları Enver Paşa’ya yalvarırlar; fakat, o onaylamaz ya da pek zor onaylardı.

Enver Paşa, savaş sırasında, teftiş ettiği Kırklareli hastanesini fena bulmuş, hastane başhekiminin askerlikle ilintisini kesmiş ve aynı hastanede hademe olarak kullanılmasını emretmişti.

İstanbul’da hastaların hastanelere gönderilmesi iyi düzenlenmemiş ve taşıma sırasında hastalardan ölenler olmuş olduğu için Sağlık Başkanı Süleyman Numan Paşa hakkında da aynı muameleyi yapacağını kendisine bildirmişti.

Galiçya’da savaşan kolordunun bir subayını, tiyatroya, şapkasını vestiyerde çıkararak başı açık girdiği için, oracıkta emekli etmişti.

Enver Paşa Medine gezisi sırasında demişti ki: “Mustafa Abdülhâlik Bey daha önce –Makedonya’da kaza kaymakamı iken– ne iyi adamdı. Şimdi, dilinden yasa kelimesi düşmüyor.” “Kanuna en çok uyan nezaret, Harbiye Nezaretidir. Çünkü ne yapmak istiyorsam onun için bir yasa yaptırırım. Böylece yapılan her şey, yasal olur.” Yasa yapmak için Harbiye Nezaretinde bir yasalar şubesi kurulmuştu. Yasalar şubesi, her gün yasa taslağı hazırlardı.

Enver Paşa çok iyi nişancıydı. Ekspresle Medine’ye giderken, uçan kuşu trenin penceresinden filinta ile vururdu.

İsmet Bey’in, “Memleketin biricik dayanak noktası” dediği Enver Paşa, işte böyle az bulunur bir şahsiyet idi.

*

*   *

Behiç Bey’den –Birinci Dünya Savaşı’nda Harbiye Nezareti Ordu Dairesi Başkanı, Büyükelçi Behiç Erkin– öğrendiğime göre, asker alma hesaplarına göre seferberlikte, üçüncü ordu bölgesinde silah altına alınan erlerin sayısını ve Üçüncü Ordunun ulaştığı mevcudu ve Sarıkamış harekâtından sonra ordunun mevcudunu ve aradaki farkı –ki yitikleri yani savaşta şehit düşen ya da kaybolan, yahut hastalıktan ölen ve soğuktan donanların sayısını belirleyen müthiş bir rakam idi– Behiç Bey Enver Paşa’ya bildirmiş; Enver Paşa, “Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi?” demiş ve bu cevap ile sorun kökünden çözümlenmişti.

Enver Paşa’nın bu sözü İmparator Napoléon’un şu sözüne benzer: “Savaşta insanlar nedir ki?” Gene Napoléon dermiş ki: “Benim ordum Paris’te bir gece kalsa, bir meydan savaşında yitirilenler yerine konulmuş olur.”

Çanakkale Savaşı sırasında başkomutanlık vekâleti harekât şubesi müdürlüğünü İsmet Bey yapmıştı. Şube müdürü Alman Yarbay Feldman, Enver Paşa ile beraber Sarıkamış’a gittiği zaman donan ve parmakları kesilen ayağının tedavisi için Almanya’ya gönderilmişti.

Enver Paşa, Çanakkale’de yapılan saldırılarla düşmanın denize dökülemediğini gördükten sonra savunma için çok güce gerek olmadığı ve daha az güçle de Çanakkale’nin savunulabileceği kanaatinde bulunurdu. Harekât şubesi müdürü ise düşmanın, her saldırısı savulduktan sonra daha esaslı hazırlıklar ve daha çok güçle yeniden saldıracağı; kazanılan savma ve kovma başarılarından gururlanmayarak aksine, düşmanın yeni saldırılarını püskürtebilmek için daha güçlü ve hazırlıklı bulunmak gerektiği ve İngilizlere karşı Çanakkale’yi savunmak için ne kadar mümkün ise o kadar güçlü olmak gerektiği kanısını besler ve Çanakkale’ye mümkün olduğu kadar güç yığılmasını sağlamaya çaba gösterirdi. Böylece Çanakkale Savaşı esnasında Osmanlı ordusunun büyük kısmı, en büyük tehlikenin savulabilmesi için Çanakkale’de toplanmış; ikinci üçüncü derecedeki amaçlar uğrunda güç harcamak gibi tehlikeli bir cinnetten kaçınılmış ve Çanakkale ancak bu sayede savunulabilmiştir.

Eğer Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı Genel Karargâhında, yönlendirme ve yönetim bakımından, stratejik sağduyunun ve hikmetin hüküm sürdüğü bir dönem olmuş ise o da Çanakkale dönemidir.

Çanakkale’den sonra Feldman tekrar harekât şubesine geldi. İsmet Bey, şube müdürleri, hemen tamamı Alman olan Genel Karargâhta, Almanlar için sıkıcı idi. Almanlar; sağduyuyu, basireti, hikmeti yani İsmet Bey’i uzaklaştırmak istediler: Çanakkale’de zafer kazanılmış, tehlike giderilmişti. Şimdi Çanakkale’de serbest kalan ve Çanakkale’nin şan ve onurunu taşıyan Türk ordularının en seçkin unsurlarından oluşturulacak bir ordu, Avrupa savaş alanlarında kesin sonuç elde edilmesine yardım etmek üzere Avrupa’ya gönderilmeliydi. Bunun için Çanakkale’de Güney Cephesi Komutanı Vehip Paşa komutasında ikinci ordu oluşturuldu. Almanlar, “Bu ordunun kurmay başkanlığına en değer ve uygun olan İsmet Bey’dir” diyerek onun atanmasına Enver Paşa’yı razı ettiler.

Birinci Dünya Savaşı’nda Türk orduları, savaş tarihine, ebedileşmiş isimler –Çanakkale, Arıburnu, Anafartalar, Conkbayırı, Selmanpak, Kûtülamare, Gazze, Şerîa– armağan ettiler. Lakin Başkumandanlık Vekâleti –Çanakkale Savaşı müstesna– Türk ordularının tümünü ve Türk savaşını iyi yönlendirip yönetemedi.

İsmet Bey, Enver Paşa için, “İyi kurmay subayı” demişti. İzzet Paşa da, bir savaş oyununda, en çok Binbaşı Enver Bey’in kararlarını beğenmişti. Evet. Enver Bey iyi kurmay subayıydı. Lakin Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın hayal ve ihtirası, Enver Bey’in strateji sağduyusuna üstün geldi. İyi kurmay subayı ve iyi stratejist, iyi uzman olmadı.

*

*   *

Almanlar Enver Paşa için, “Her meziyeti var. Yalnız talihi yok” demişlerdir. Bu teşhis doğru değildir.

Atatürk öldüğü vakit bir yabancı düşünür, “Bir eski zaman atasözüne göre bir insanın, ölmeden önce, talihli olduğuna hükmetmemeli. Atatürk talihlidir. Gayet cesurane olan bütün tasavvurlarını ve düşüncelerini gerçekleştirmiş tek adam, ihtimal ki, odur. Atatürk ‘kader’in kendisine verdiği bütün ödevleri başardıktan sonra, onurun doruğunda öldü.” demişti. Bu teşhis de doğru değildir.

Atatürk talihli olduğu için başarılı olmuş, Enver Paşa talihli olmadığı için başarılı olmamış değildir. Talih, hesaptır. “Talih, ayrıntıya özenle dikkatten ibarettir.” Talih, yetenekle ikizdir. Ve devamlı olarak ancak en yetenekli olana yönelir.

Atatürk gerçekçi, Enver Paşa hayalseverdi.

1911’de, Bingazi Savaşı’nda, Enver ve Mustafa Kemal Beyler katında bulunan bir İngiliz gazetesi muhabiri şöyle yazdı:

“Enver, büyük düşüncelerden, büyük planlardan çabuk heyecanlanırdı. Hayale tutkundu. Ayrıntıyla, rakamla pek uğraşmazdı. Mustafa Kemal gerçekçiydi. Parlak projeler, göz kamaştırıcı her şey onda güvensizlik oluştururdu. Belirsiz büyük düşünceler onu bağlamazdı. Amaçları sınırlıydı. İnce hesap, uzun muhakemeden sonra kararını verirdi. Yaklaşık ile, genel ile yetinmez; sağlam esaslar, rakam isterdi.”

Enver Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nda, yenileceğimizi, yenilebileceğimizi bir an hatırına getirmemiştir. Savaşın dördüncü yılında, “Bakıyorum. Biz daha savaşabiliriz” demişti. Zavallı büyük adam! Sanıyordu ki savaşa son vermek bizim elimizde idi. “Artık yeter. Barış yapabiliriz” dediğimiz zaman barış oluverecekti.

“Enver Paşa hayaller içinde yaşamıştır ve bir hayal uğruna ölmüştür.”

*

*   *

Enver Paşa ve Hitler, düşünce biçimi, yaradılış ve karakter bakımından birbirlerine benzerler.

1941 sonbaharında emekli tümgeneral Hüseyin Hüsnü Erkilet ile birlikte Hitler’in Doğu Prusya’daki genel karargâhına gittiğim zaman, Hitler bana yabancı gelmemişti. Onu çoktan beri tanıyor gibi olmuştum. Hitler’i, o kadar Enver Paşa’ya benzetmiş, âdeta iki adamı birbirine karıştırmış ve bazı anlarda, kendi kendime, “Acaba Enver Paşa ile mi konuşuyorum?” demiştim.

Hitler’den de herkes korkardı. Mareşaller onun huzurunda hazırol vaziyetinde dururlardı.

İkisi de şahsen çok cesur, yıldızlarına güvenir ve inanlı idiler.

Gerçekçilik dereceleri arasında hiç fark yoktu.

İkisi de action-hareket adamı idi.

İkisinin de emel ve ihtirası çok büyüktü.

Lakin Enver Paşa’nın hayal alanı, Hitler’in hayat alanından daha genişti: Bütün Türk ve İslam dünyası! Yani gezegenin hemen üçte birine yakın bir alan!

Hitler’in Röhm baskını, Enver Bey’in Bâb-ı Âli baskınına benzer. İkisinde de, kapıdaki nöbetçi silaha davranmış; Hitler nöbetçiyi derhal öldürmüş, Enver Bey’in sert bir bakışıyla tüfek, selam duruşu almıştı.

Hitler de ulusunu kurtarmaya ve Almanya’yı yükseltmeye Allah tarafından memur edildiği kanısında idi.

O demişti ki: “Biz Almanya’yı, bizim yerimize geçecek bizden iyileri olmadığı müddetçe yönetmek isteriz. Fakat biz, aynı zamanda biliriz ki, Almanya’da, ne bugün, ne yarın bizden başarılı hiçbir şey yoktur ve olmayacaktır da.

Bize yüce ve kutsal bir görev verilmiştir; fakat bir fani tarafından değil, Allah tarafından. Allah ki ulusumuzun yaratıcısıdır; yarattığı bu ulusun mahvolmasını istemedi.

Bize emir veren devlet değildir; devlete emir veren biziz.

Bizi yaratan da devlet değildir; devleti yaratan biziz.

Bazıları bize ‘Parti’ dediler; bazıları bize ‘Teşkilat’ dediler; üçüncüler de bizim için ‘onlar bambaşka bir şeydir’ dediler. Gerçekte biz Alman ulusuyuz ve mücadele ile elde ettiğimizi gene mücadele ederek elde tutacağız.”

İttihat ve Terakki”nin “üçler”i böyle söylememişlerdir; lakin onlar da öyle düşünmüşlerdi.

İki adam arasındaki fark şu iki noktadan ibaretti: Enver Paşa, kurmay subayı, Hitler, duvar boyacısı idi. Hitler bir halk hatibi idi. Enver Paşa, aksine, laf etmesini sevmezdi.

İkisi de savaş meydanında öldüler… Ve hülyaları uğrunda öldüler: Biri düşman kurşunuyla, biri kendini öldürerek. Biri Osmanlı İmparatorluğu yok olduktan sonra, öbürü Almanya’yı yok ettikten sonra.

 

 

15

ENVER PAŞA – İSMET BEY

“Biz  senin  gibi  akıllı  değiliz”  –  Ayrıcalık  –  Öneri  nasıl  yapılırdı?  –

Ne  evet,  ne  hayır  –  Bitişmeyen  –  Talat  Bey’in  düşüncesi:

Ordunun  işine  karışam.  Herkesin  bir  merakı  vardır.”  –

Hüseyin  Cahit  Bey  –  Savaşa  girmekliğimizin  tek yararı

 

Enver Paşa İsmet Bey’i sever ve beğenirdi. Bir gün Suriye’de İsmet Bey’e, “Biz, senin gibi akıllı değiliz!” demişti. Bu büyük iltifata karşı İsmet Bey susmuş, estağfurullah bile dememiş, işitmemiş gibi görünmüştü. İsmet Bey’in ağır işitmesi, işitmek istemediği şeyleri duymama hakkını ve ayrıcalığını ona verirdi.

Enver Paşa savaş bittikten ve Almanlar gittikten sonra İsmet Bey’i Genelkurmay Başkanı yapmaya niyetlenirdi. (Vâkıa İsmet Bey, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Genelkurmay Başkanı oldu. Lakin Enver Paşa’nın değil Mustafa Kemal’in; Osmanlı Devleti’nin değil Anadolu İhtilal Hükümeti’nin.)

İsmet Bey Enver Paşa’ya nasıl “öneri”de bulunur ve ondan nasıl emir alırdı?

Enver Paşa İsmet Bey’i çağırır, emir verir, İsmet Bey bu emri boyun eğişle karşılar. Fakat bu emir, durumun gereğine ve harekât şubesinin düşüncesine uygun değildir. Ama Enver Paşa’ya cepheden “Hayır!” denemez, aykırı bir görüş söylenemezdi.

İsmet Bey birkaç saat sonra Enver Paşa’ya gider ve der ki: “Yüce emirlerinizi iyi kavrayabilmişsem, şöyle emir buyurmuştunuz…” Enver Paşa sessizce ve hayretle dinler; “Evet” demez, çünkü öyle emretmemiştir. “Hayır”da demez; çünkü İsmet Bey’in söyledikleri o kadar doğru ve isabetlidir ki “hayır” denemez… Enver Paşa, Bakanlar Kurulundan, İsmet Bey’i telefonla çağırtır; kendisine, İsmet Bey’in söylemiş olduklarını, kendi emri imiş gibi, ona bildirirdi. İsmet Bey de, kendi düşüncesini, Enver Paşa’nın emri olarak gene boyun eğişle karşılar ve not ederdi.

Enver Paşa Milli Savunma Bakanı olunca, orduda birbirine bitişik olmayan Arap harfleri kullanılmasını emretmişti. Yazım aynı yazım, fakat harfler ayrı olacaktı. Bitişik harflerle okuyup yazma öğrenmek güç olduğu için erlerin çabuk okuyup yazma öğrenmelerini sağlamak amacıyla, Milli Savunma Bakanı, bu “düzeltme”yi yapmıştı.

Milli Eğitim Bakanlığı ve hükümet bu düzeltmeyi desteklemiş değildi. Fakat Enver Paşa’ya itiraz edememişlerdi. Milletin başka harfler, ordunun başka harfler kullanmasındaki sakıncalar kendisine söylenen Talât Paşa (o zaman Talât Bey), “Ordunun işine karışmam. Herkesin bir merakı var. Milli Savunma Bakanı öyle istemiş öyle yapmış,” demişti.

Enver Paşa’ya itiraza kimse cesaret edemezdi. Fakat kendisini ikna etmek maksadıyla, Milli Savunma Bakanlığında edebiyatçılardan ve dil uzmanlarından bir heyet oluşturularak durumun onu da incelettirilmesini Enver Paşa’ya arz ve rica etmişler. Hüseyin Cahit Bey’in başkanlığında bir heyet oluşturulmuş. Heyet inceleme ve görüşme sonunda Enver Paşa’ya, “bitişmeyen harflerin uygun ve doğru olmadığını” arzetmiş. Milli Savunma Bakanı, “Ben zaten emir verdim. Ordu kullanıyor” demiş. Hüseyin Cahit Bey, “Paşam, madem ki, emir buyurulmuş. O halde bizi neye topladınız?” demiş.

“Öyle söylediler de onun için” cevabını almış.

Bitişmeyen Arap harflerini okuyup yazmak güç ve zaman yiyici idi.

İsmet Bey Genelkurmay Harekât Şubesi müdür yardımcısı idi. Kimsenin arzetmeye cesaret edemediği gerçek ve zorunlukları Enver Paşa’ya arzetti: “Yakında bir savaş olur ve ordu seferber edilirse yedek subaylar ve yedek erler yeni harfleri bilmedikleri için çok güç bir durum ortaya çıkacak; savaşta özellikle küçük birliklerin rapor ve emir yazmaları pek güç olacak; ordu bitişmeyen harfler ile savaşamayacaktır. Bundan dolayı bir seferberlik olduğunda, ilk emir olarak, bu harflerin geçici olarak kaldırıldığını emretmek zorunludur.”

Bitişmeyen Arap harfleri konusunda o kadar ısrarlı ve tutucu olan Enver Paşa İsmet Bey’in görüşlerini kabul etti ve genel seferberliğin ilanıyla beraber bu harfler kaldırıldı.

 

 

16

TEBRİK, TEŞEKKÜR, SERZENİŞ

“Bu  telgrafta  bana  çok  acıklı  bir  serzeniş  var”  –  Temizlik  ve

içtenliğin  üstünlüğü”  –  “Sana  bir  daha  darılmayacağım”  –

“Ciltlerle  yazılar,  başka  kakmalar,  dokundurmalar…

Ve  her  şey  olan”  üç  kelime  –  “Tatlı  devalar  derdi

hiç  olmamış  hale  getiremezler.”  –  Ehramlar

 

1330 (1915) senesi Şubat ayında yarbay oldum. Benden iki yıl sonra binbaşı olmuş olan İsmet Bey benden iki ay önce yarbay olmuştu. İsmet Bey’den şu telgrafı aldım:

Kudüs’te Kurmay Kaymakamı Ali Fuad Bey’e

Yükselmenizi kutlarım. Samimi olarak bu kadar çok sevindiğim zamanım pek azdır kardeşim.

İsmet

 

Derhal telgrafla teşekkür ettim: “İçten teşekkürlerimi sunarım” demiştim.

İsmet Bey’den şu mektubu aldım:

24 Şubat 1330 (1915)

Kardeşim Fuad Bey,

Hiç göreceğiniz gelmiyor. Artık ben gittikçe kaybediyorum. Daha az aranıyorum daha az hatırlanıyorum. Böyle böyle belki unutulacağım da. Olayları böyle birbiri arkasına koyunca, evet büsbütün unutulmuş olmaya cidden bir engel kalmamak lazım gelecek. Fakat nedir o, bendeki inatçı kanı ki, unutulacağıma ihtimal vermiyorum. Sürekli yakınarak hak kazanacağıma bir inancım var ki, bu artık inanç sözünün üstünde bir şeydir; insanların hayatlarına, bu dünya ve öteki dünyada mutlu olmaya yön gösteren iman gibi bir şeydir. Her ne ise ihtimal ki, kendimi avutuyorum.

Bugün telgrafımın cevabını aldım. Cevabın gecikmesinden çok üzülmedim. Biliyordum ki, orada değildiniz. Fakat aldığım, telgraftır. Mektup değil. Mektup, görüşmeye çok yakın bir şey. Yazı, imza, insanın kendisi. Telgrafçı Cafer Efendi’nin örneğin bir poliçe çekişinden sonra yine aynı kayıtsızlıkla yazdığı bir telgrafta o kadar yakınlık ve içtenlik yok. Yine de telgrafa teşekkür ederim. Telgrafı alıncaya kadar imzanız dünyalar değiyordu. Bu mutluluğu elde ettikten sonra, tahayyül ettiğim daha büyük mutluluk yanında, mektubunuzu okumak mutluluğu yanında, ardından daha ziyade hırslı oldum. Onun için böyle yazıyorum. Mektuplarınızı alsam tabii daha büyük mutluluklar isteyeceğim. Ne vakit görüşeceğim diyeceğim. Fakat nerede? Cenâb-ı-Hak neyi uygun gördü bilinir mi? Belki İnşaallah Kasr-i Abidîin’de.*

Fakat telgrafınız benim telgrafımın cevabı değildir Fuad Bey. Bunu siz anlarsınız. Benim anlayacağıma da güvenirsiniz. Bu telgrafta bana çok acıklı bir serzeniş var. Fakat suçsuzum. O kadar suçsuzum ki, her şeyi bilen Cenâb-ı-Hak bizi bir gün muhakeme ederse, benim, daima kusursuz ve samimi ve masum kaldığımı size söyleyecektir. Bu, benim size üstünlüğümdür Fuad Bey kardeşim. Ve siz daima benim bu üstünlüğümü göreceksiniz; temizlik ve içtenliğin üstünlüğü. Bunu unutma. Senin yükselmeni işittiğim zaman, emin ol ki, ömrümde hissettiğim sevinçlerin, en çok tadarak ve kalbim çırpınarak hissettiğim en büyük sevinci içinde idim. Öyle de yazdım. Benim yazılarım daha çok bendir; herkesinkinden çok beni gösterir. Sen benim yazımda bunu gördün. Ve bana pek çok yazılar yazdın; sayfalarca söz söyledin ki, bunların hiçbirisinde hakkın yoktu.

Şimdi bir avuntum var. Benim yazdığım gibi sen de bir mektup yazıyorsun ve benimle beraber postaya vereceksin. Onda artık neler söylemiyorsun. Hepsine razıyım. Fakat böyle bir mektup postaya verilmiyorsa, yine hiçbir şey yapmayacağım; özellikle bir şey yapmayacağım. Üzerimde garip bir korku var. Eğer şimdi beraber mektup yazmıyorsak ve sen, benim mektubumu okuduğun zaman bu durumu kavrayınca, kendini ne kadar kınayacaksın… Bu, benim öç alışlarımın ilk başarılı meyveleridir.

Ben hiçbir zaman ruhumdan zerre kadar feda etmedim. Ve kalbimdeki cevheri, zamana ve duruma göre hiç yitirmiyorum Fuad Bey. Bununla beraber ömrümde ağır hatalarım vardır. Mesela bir en ağırını hatırlarım ki aklıma geldikçe kendimi yerim. Yemen’de sen bana darıldığın zaman ben de sana darılmıştım. Ah, bu ne korkunç hata idi. Ben darılmayacaktım ve bundan dolayı hâkim ve öç almış kalacaktım. Bu hatayı bir defa yaptım Fuad Bey. Bir defa daha yapacağıma ihtimal veriyorsan… Bu aymazlığa şaşarım, kıyamete kadar şaşarım… Öyle bir hatayı bir daha yapmayacağım. İşte böyle… Ciltlerle yazılar, serzenişler, dokundurmalar vs… Her şey olan kuru bir telgraf cevabını aldıktan sonra sana uzun bir mektup yazıp eziyet ediyorum…

Kalbimde biraz da sevdiğim zalim bir kanı ve dilek var ki, şimdi sen bana mektup yazmıyorsun. Aman ne kadar seviniyorum. Benim bu mektubumu okuduğun zaman ne kadar çırpınacaksın… Fakat yağma yok… Fırsat geçmiştir, bu sefer dahi.

Böyle olaylar her zaman olmaz. Sen de bilirsin ki, vereceğin cevaptaki uzun ve inandırıcı ve tatlı devalar, derdi hiç olmamış hale getirecek değildirler.

Mahsus gözlerinden öperim. Çok göreceğim geldi. Sizin ehramlarınızı ben görüyorum. Ve söyleyeceğinizi ben söylüyorum. Tekrar gözlerinden öperim sevgili kardeşim.

İsmet

 

*) Kahire’de bir saray. Yemen’e giderken orada bir gece misafir kalmıştık.

 

 

– 17 –

1331 (1915) MEKTUPLARI

Deriden  yapılmış  su  kapları  –  Bir  benzerlik  –  “Vatanımız  cidden

berrak  bir  gelecek  görecek”  –  “Biz  Yemen’de  daha  çok  kavga

edebilirdik”  –  “Türk  olarak,  övünen  ve  onurlu  olarak”  –

“Kısa,  yakınan,  yırtıcı  bir  mektup”  –  “Hayal  bakışları  önünde

çekici  bir  eda  ile  dikilen  ehramlar  – “Koca  kırk  asır”  –  “Hazreti  Nuh  ile  Edison  kolkola  vals  eder  gibi”  –  Baytar  Ali  Efendi  –  Devlet  Sıkı  Yönetim  Askeri  Mahkemesi  Başkanı  Binbaşı  Şükrü  Bey  –

Mersinli  Cemal  Paşa  ve  Rauf  (Orbay)  Bey  – “Bırakın  ölsünler!”  –  “Söylenmeyen  bu  sözleri  duymuş  gibi  ve  onlara  cevap  olarak”  –

“Tanrının  selâmı  üzerine  olsun  ey  Meşnaka”  –  Darağaçlarının

 arkasında  tanyeri  ağarıyordu  –  Kırmızı  kitap  –

Özel  Kalem  Müdürü  Falih  Rıfkı  Bey  mi,  Ordu  Kurmay  Yardımcı

Subayı  Falih  Rıfkı  Efendi  mi?

 

İstanbul, 27 Mart 1331 (1915)

Kardeşim Fuad Bey,

Evvelki mektubumu yazalı bir ay oldu. Sunduğunuz içten teşekkürlerden sonra sizden hiçbir haber almadım. Bir defa benim bir resmi soruma resmi bir cevap geldi. O kadar. Şimdi bir davada daha çok hak kazanmış olarak düşünüyor ve yazıyorum. O davayı bilirsiniz. Gittikçe daha ziyade unutuluyorum, daha az aranıyorum davası. Çok acı bir şey değil mi Fuad Bey? Benim bunu itiraf etmemle acı olmuyor ki. Saklasam ve bunun aksi kanıyı muhafaza ediyor görünsem acılığı azalmaz ki. Onun acılığı kendisinde, gerçekten, olmuş olmasındadır. Fakat çok acı bir şey Fuad Bey. İnsanın görerek ve bilerek, gittikçe daha ziyade unutulduğunu düşünmesi. Demek böyle böyle ben, mesela siz bir kitap okurken sıfat halinde ismime rastgeldiğiniz zaman da hatırınızda benden bir şey canlanmayacak kadar uzak ve yabancı kalacağım. Acı fakat aynı zamanda tuhaf da bir şey Fuad Bey. Unutmak ve unutulmaktan pek çok ürküyorum. Korkunç bir şeyden ürker gibi ürküyorum. Demek mesela siz birisine, Paris’te, Bolonya ormanındaki gölü sözle anlatacak olsanız, benim orada kürek çekerek sizi sandalla gezdirdiğimi söylemeyeceksiniz. Kasten söylemeyeceksiniz değil; hatırınıza gelmeyecek. Örneğin gene Paris’te, bir tören gününde, Madrid kahvesini arayıp bulmak için kan ter içinde saatlerce dolaşıp yorulduğunuzu; sonra, bulduktan sonra dinleyenlerin anlamayacağı garip bir nedenle, birdenbire vazgeçtiğinizi belki anlatacak bir arkadaşınız olacak; fakat o arkadaşınıza benden hiç bahsetmeyeceksiniz; hatırınıza gelmeyeceğinden dolayı bahsetmeye neden ve aracı olmayacak öyle mi?

Kulağından rahatsız birisinin bel kemiğinden ameliyat yapılarak arka üstü güçsüz düştüğü hikâye edilecek; kıta kumandanı bir arkadaşının kıtası için fazla saka meşki (su tulumu) tutkusunu* diğer bir arkadaşı yeğlememiş de Afrika’da uzun boylu sorun ortaya çıkmış diye size Sahray-i-Kebir seyahatnamelerinden olaylar aktaracaklar… Dinleyeceksiniz… Dinleyeceksiniz. Sonra fazla belge okumuş gibi zihninizdeki kelime ve isimlerin ve hatıraların hepsini uzaklaştırmaya karar vererek uzaklaşacaksınız…

Garip bir facia… Fakat böyle istiyorsunuz. Yalnız zaman, herkesin istek ve kararına ergeç üstün gelir; hiç olmazsa daima boyun eğmez. Zamanın aksiliğinden umulur ki, bir gün biz karşı karşıya geliriz de bugün sevdiğiniz facia o zaman bir komedi olur.

İmzamı okuduğunuz zaman dahi, bu benim gözlerimden öpen kimdir diye düşününüz, düşününüz ve bulamayınız… Tâ ki, dramın dekorunda hiçbir noksan bulunmasın.

İsmet

 

*) Yemen’deki alayım, düzenli bir alaydı. Yani esas kuruluşta var olmayıp Yemen’de oluşturulmuştu: Bir Yemen nişancı taburu, Preşova (Arnavut) Redif taburu ve ikinci ordudan gelen bir nizamiye taburuyla bir Yemen makineli tüfek takımından oluşuyordu. Taburların donanım ve malzemesi çok eksikti. Bilhassa su taşımak için su kapları yoktu.
Tümenin diğer alayları Hareket Ordusundan bir alay, Binbaşı Nurettin Bey –Selmanpâk kahramanı, ordu kumandanı rahmetli Nureddin Paşa– komutasında ikinci ordudan gelen bir alay idi ki, donanım ve malzemeleri mükemmeldi. Musluklu su fıçıları ve saka meşkleri –deriden yapılmış su kabı– vardı. Ordunun, kıtalara su kabı dağıtacağını öğrenmiştim. Ben, alaya gidince, ikinci şube –menzil ve ikmal şubesi– müdür yardımcısı İsmet Bey şube müdürü olmuştu. Alayımın taburlarının su kabı olmadığı için benim alayıma biraz fazla su kabı verilmesini İsmet Bey’den yazılı oarak rica ettim. İsmet Bey böyle yapmayı benim hakkımda iltimas sayarak ricamı kabul etmedi ve su kaplarını bütün taburlara eşit miktarda dağıttı. Eşitlik sonucu olarak alayıma az miktarda su kabı verildi ve taburların ihtiyacı sağlanamadı. İsmet Bey’in, ricamı kabul etmemesine çok üzülmüş ve kırılmıştım.

 

2 Nisan 1331 (1915)

Sevgili kardeşim,

Zarf içine koyduğum mektubu yazmış, postaya verememiştim. Arada kısa bir seyahatten sonra 13 Mart tarihli mektubunuzu aldım. Fakat benim üzüntülerimi, henüz dinmeyen ve sönmeyen üzüntülerimi söyleyen ve üzüntüleri dile getirme zamanı bakımından sizin malınız olan o mektubu da alıkoymaya kendimde güç ve hak görmedim.

Muhakkak olan şey, sizin söyleyiş ve anlatışınızdaki üstünlüktür. Okudum okudum ve tekrar tekrar daima okuyorum. Benim üzüntülerime katılma anlamı var; hataların itirafı da var gibi. Sonra, hepsi toplanıyor; hiç hissetmediğim ve yürüyüşünü fark etmediğim bir akıcılık ve tatlılıkla, eksik ne varsa hepsi benim oluyor. Çünkü ben, değil yalnızca yazmaya, hatta cevap almaya alıştırmamışım vs…

Gözlerimi, her şeyi bilen ve benim üzüntülerimi, içinde bulunduğumuz zamanda ve geçmişte alın yazımı takdir etmiş olan Allah’ın katına çevirdim… Allah dedim.

Sizin söyleyiş ve anlatışta üstünlüğünüz vardır. Bunu daima kabul ettim. Sizden daha çok yazılar ve daima, alacak mıyım? Gözlerinden öperim sevgili kardeşim.

İsmet

 

İstanbul, 8 Haziran 1331 (1915)

Kardeşim Fuad Bey,

18 Mayıs tarihli mektubunu aldım. Senin mektuplarını aldığım günler, bir müddet kendim de nedenini unutarak, fevkalade şen ve sevinçli olduğum günlerdir. İnsanın uğraş ve yorgunluk içinde, bir yük altında olduğunu hissettiği zaman böyle bir ayrıcalık, birden, her yükü atan kurtarıcı bir ayrıcalıktır. Yine şikâyet edeyim, fakat mektuplarının okunması ne kadar çabuk biter. Bir ilkbahar, bir mehtap, bir Paris seyahati daha devamlıdır.

……….

Buluşacağımız umudunu gösteriyorsun. Yazık ki, ben böyle bir umut görmüyorum. Fakat buluşmaktaki maddi manevi mutluluk ve gücü o kadar özlemle bekliyorum ki. İnanıyorum, bir gün içten ve rahatlatan bir dertleşmeden sonra tekrar iki büyük savaş yorgunluğunu atacak güç kazanacağım. Felekte o kadar lûtufkârlık yoktur yazık.

……….

Rahat mısın? Sıhhatin yerinde mi? Sende, son zamanlarda, ekseriya bir kasvet görürdüm. O, hâlâ var mı? Fakat olmasın. Çünkü hiçbir sebep yoktur. Bende böyle bir şey yoktur. Bir defa vatanımızın cidden berrak bir gelecek göreceğine inanıyorum. Biz kötü gün görmeyeceğiz. Allah’ın adalet ve varlığına inandığım kesin iman ile o adaletin, bizi zafere götüreceğine de imanım vardır. Biz, iyi günler göreceğiz. Vatanımız tam anlamıyla bağımsız ve egemen olacak. Türk her anlamıyla saygıdeğer ve yücelmiş olacak. Ah Türk, bir milliyetçinin dediği gibi, eğer Türk doğmamış olsaydı, bu dünya geri kalır, evrenin düzeni bozulurmuş. Doğru değil mi?

Yemen’de, Trakya’da, Paris’teki ortak yaşantıları özlemle hatırladığını söylüyorsun. Ben de hatırladığım zaman beynimde bir damarın sızladığını duyarım. Daima o kanıdayım ki, beraber geçmiş zamanlardan biz daha çok yararlanabilirdik. Örneğin Yemen’de daha çok kavga edebilir; Hudey’de de daha çok kalabilirdik. Yemen hayatının en tatlı günlerinden bir kısmı Hudeyde günleridir değil mi? Hudeyde! Bir gözünün önüne getir. Birlikte geçirdiğimiz kısa zamanları özlemle andığımız Hudeyde’de şimdi bir an bulunabilir misin? Bir tek an! Şu Birinci Dünya Savaşı esnasında, her cephede, her yönde savaş varken Hudeyde’de ter içinde bulunmayı göz önüne getir. Sen de ben de sıramızı savmışızdır… Fakat Bolonya ormanı öyle değil. Hem biz niçin Bolonya ormanına günde iki defa gitmezdik? İki defa, üç defa, vs. defa. Biz orada yine buluşacağız. Bunu umuyorsun değil mi? Türk olarak, övünen ve onurlu olarak…

Madalyanı tebrik ederim. İnşallah göğsünü, başını insanların bütün gönül borçlarını, beğenilerini gösteren madalyalarla bezenmiş görürüm. Bilmezsin, senin en az sevineceğin bir şey, benim için nasıl en büyük bir sevinç nedenidir. Sonra, savaş madalyası bütün ayrıcalıklar içinde, en yüce ve en ziyade haklı olarak, övünülebilecek bir ayrıcalıktır.

Gözlerinden saygıyla, özlemle ve tekrar tekrar öperim sevgili kardeşim.

İsmet

 

Keşan – İkinci Ordu Karargâhı

11 Ekim 1331 (1915)

Sevgili kardeşim,

22 Eylül 1331 (1915) tarihli mektubunuzu ufak bir dünya turu yaptıktan sonra aldım. Kısa, yakınan ve yırtıcı bir mektup. Fakat hiçbir mektup beni bu kadar duygulandırmadı ve tad vermedi. Yakınma sırası size gelmiş gibi bir ifade. Yakınılmak ne tatlı bir şeymiş. Şimdiye kadar ben yakındım. Aldığım mektuplar birer cevap kayrası idi. Tecrübe ediniz, aramak da yerine getirilmesi zorunlu bir görevdir. Onu yapmaya şimdi siz başlıyorsunuz.

……….

Sizi hayalen daima takip ediyorum. Paris’tekinden biraz daha yorgunsunuz. Lübnan Dağlarının verdiği sağlık ve dinlenme kalıntılarını henüz üzerinizde taşıyorsunuz. Benim saçlarımda olan renkten sizin başınızdakileri görmek istemiyorsunuz. Yalnızlığa rağmen birçok iş sizi oyalıyor. Hayal bakışlarınız önünde ehramlar çekici bir görünüş ile bakışlarınızı daldırıyor… Kırk yüzyıl vs.

……….

Yüreğimde garip bir inanış var. Biz birlikte savaşacağız. Ve buluşacağız. Fakat bu inanışımın hiçbir mantıklı dayanağı yoktur. Duygu ve tahminimizi gerçek durumlar ne dereceye kadar doğrulayacak, bakalım.

Çok yaz ve daima yaz. Sıhhat ve afiyetinden daima bilgi ver. Gözlerinden sonsuz öperim sevgili kardeşim.

İsmet

– Ben şimdi, İkinci Ordu Kurmay Başkanıyım.–

 

Keşan, 25 Kasım 1331 (1915)

Sevgili kardeşim Fuad Bey,

Ne âlemdesiniz?

……….

Biz, burada, dünyaya ve herkese ve onlara karşı ordunun yüksek saygınlığından ileri gelen bir övünç ve gurur ile bakıyoruz ve bekliyoruz*. Şimdi bize beklemek var.

……….

Siz ne yapıyorsunuz? Koca kırk yüzyıl… Bundan bilmem kaç yüzyıl önce kırk yüzyıl idi. Şimdi ne kadar olduğunu coşkunluk zamanındaki doğuş ve ilham bilir. Yalnız dikkat edesin ki, tarih öncesi bir dönem çıkmasın.

……….

Develeriniz nasıl? Deve yönetmeliğinizi İstanbul’da iken almış ve okumuştum. Sonra çabuk ayrıldım. Eski topçu yönetmeliğini andırıyordu.

Deveden dekovile ve trene kadar bütün başlangıçlar ve yeni buluşlar büyülü elinizde**. Hazret-i-Nuh ile Edison kolkola vals eder gibi. Şirin bir manzaradır. Yalnız bu yönetmeliğin savaş kısmı yoktu. Ben, ayrıca bir sınıf zannettim.

……….

Selam selam selam gözlerinden öperim tekrar tekrar sevgili kardeşim.

İsmet

 

*) Çanakkale Savaşı’ndan sonra.

**) Mısır seferi için ordunun kanala doğru ulaşım hatları: Geniş demiryolu, dar demiryolu, dekovil, şose, kum yolu idi. Ulaşım araçları da sırasiyle şunlardı: Vagon, vagonet, kamyon, deve.

Keşan, 4 Ocak 1331 (1915)

Sevgili kardeşim Fuad Bey,

19 Aralık tarihli mektubunu aldım. Bir mektubum masanın üzerinde günlerce lûtuf beklemiş, ikinci mektubum geç gelmiş. Bunları anlatıyorsun ve çıkışıyorsun niçin ikinci mektubum geç gelmiş? Niçin üçüncüsünün çabuk yetişeceğini gösterir bir ümit yokmuş? Gözlerimi bilinmeyen bir noktaya yönelttim. Yüreğimin derinliklerinden nefes aldım ve Allah dedim. Haksız değilsin ki.

Bir an önce görüşmek ümidi günlerce en tatlı hayalim oldu. Nasıl gideceğiz? Nasıl güneye sarkacağız? Orada seni nasıl bulacağım? Seni saçların beyazlaşmış gibi mi göreceğim? Hepsini düşündüm. Sonra, birdenbire bu tatlı ümitler gecikti. Fakat yalnız gecikti o kadar. Bu ufak gecikme, isteği o kadar artıracak. Memnunum demeye bile cesaret ediyorum.

Avgusta Victorya Sarayı* Madrit kahvesine benziyor mu? İnsan, ayağından yürüyemeyecek kadar ağır rahatsız iken sizin bahçenize girerken de hemen iyileşiyor mu?

Oradaki çalışmalarınızı işitiyoruz. Benim eniştem Kudüslüdür. Neşasibi ailesinden Yüzbaşı Abdürrezzak Efendi. İhtimal bilirsin. Bunun, Kudüs’te ağabeyisi evkaf muhasebecisi Arif Hikmet Bey var. Eniştemin bir de amcasının oğlu veteriner Ali Efendi vardı ki, oradan buraya gönderilmiş vesaire idi. Şimdi bu Ali Efendi tekrar oraya alınmış. Hayatta mıdır nerededir bilinmiyor. Bunun hiç olmazsa hayatı bağışlanamaz mı?

Burada başka havadis yok. Havadisler tamamen sizde. Gözlerinden tekrar tekrar öperim sevgili kardeşim.

İsmet

*) Kudüs’te Ordu Karargâhının bulunduğu yer.

*

*   *

Bu mektupta sözü edilen veteriner Ali Efendi, Cemal Paşa tarafından idam edilecek olanlar arasında idi.

Şam’da, Ordu Karargâhındaki odama bir gün, Devlet Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Süvari Binbaşısı Şükrü Bey geldi. Suçluların yargılanması bitmiş, karar verilmek üzere imiş. Suçlular yirmi kişiydi. İçlerinde senato üyesi, milletvekilleri, memurlar, kurmay subayları, gazeteciler vardı. Askerî Mahkeme heyeti bunlardan en çok üçüne idam hükmü verilebileceği, diğerlerinin sürekli ya da geçici kalebentlik veya kürek cezalarıyla cezalandırılması kanısında imiş. Başkan, Cemal Paşa’ya arz ve izin istemek için gelmiş.

……….

Beş dakika sonra Şükrü Bey geri geldi. Benzi sapsarı olmuştu… ve titriyordu.

……….

Suçluların hepsi idam edileceklerdi.

VIII. Kolordu Kumandanı Mersinli Cemal Paşa’ya durumu anlattım. Müdahale etmesini ve Paşa Hazretlerine yalvarmasını rica ettim. “Ben ne karışırım?” dedi. “Suriye’nin asıl kumandanı sizsiniz. Savaş bitince biz gideceğiz siz kalacaksınız” dedim ve ısrar ettim.

Gidip yalvarmış. Cemal Paşa kabul etmemiş.

O sırada Bahriye Kurmay Başkanı Rauf Bey (Orbay) Şam’a gelmişti. Ondan da aynı ricada bulundum. O da “Ben ne karışırım?” dedi. “Siz, ihtilalci Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın Kurmay Başkanı ve saygıdeğer Rauf Bey’siniz. Vatanın devlet büyüklerindensiniz. Gidip yalvarmaya mecbursunuz” dedim. Uygun gördüler.

Rauf Bey bir saat sonra odama geldi. Üzüntülü bir eda ile ve kahraman Rauf Bey tavrıyla, “Bırakın ölsünler!” dedi. O da çok söylemiş, yalvarmış, fakat Cemal Paşa kabul etmemiş.

En sonra, ben veteriner Ali için ricaya gittim. Cemal Paşa, beni gülümseyerek karşıladı. Bu gülümsemenin anlamı şuydu: “Mersinli Cemal Paşa’yı, Rauf Bey’i kimin gönderdiğini biliyorum. Onların girişimleri fayda vermedi. En son sizin geleceğinizi biliyor ve bekliyordum. Kurmay Başkanımın söyleyeceklerini dinleyeceğim. Lakin kararım kesindir.” Ben, söylenmeyen bu sözleri duymuş gibi ve onlara cevap olarak dedim ki: “Paşa Hazretleri. Vallahi merhamet dilemek için gelmedim. Yüce kararınızın kesin olduğunu bendeniz de biliyorum. Bendeniz bir iltimasta bulunmaya geldim.” “Ne iltiması?” “Veteriner Ali için iltimas. Zat-ı devletleri, Mahmut Şevket Paşa olayında İstanbul muhafızı idiler. Tutuklular arasında Kurmay Albay Ali Kemal Bey (ateşkes zamanında İstanbul Hükümetinin Jandarma Genel Komutanı Ali Kemal Paşa) vardı. Ali Kemal Bey, Kurmay Başkanımız Kaymakam Mustafa Bey’in kayınbiraderiydi. İşittiğime göre Mustafa Bey yalvarmış yakarmış. Onun hatırı için Ali Kemal Bey af buyurulmuş. Ben zat-ı devletinize Mustafa Bey’den çok hizmet etmekteyim. Ona yaptığınız yardımı bendenizden de esirgemeyeceğinizi umarım. Bendeniz kendi kayınbiraderim için değil, İsmet Bey’in eniştesinin yakın akrabası olan veteriner Ali’nin hayatının bağışlanması için rica ediyorum.”

Cemal Paşa dedi ki: “Ali Kemal Bey’in katılımı ve suçu yoktu. 10 Temmuz ayaklanmasından önce, Enver Bey, kendi eniştesi, Selânik Merkez Komutanı Nazım Bey’in idamı için oy vermişti. İsmet Bey, Enver Bey’den daha mı az fedakârdır? Enver Bey’in kendi eniştesi hakkındaki fedakârlığı, İsmet Bey’in de kendi eniştesinin akrabası hakkında yapacağına hiç şüphe etmem.”

……….

İdamlarda bulundum… İdam edileceği yere en son getirilen Refik Sellüm adında bir Hıristiyan genç yedek subayı, “Esselâmünaleyküm yâ meşnaka” diyerek, beyaz hayaletler sarkan darağaçlarını ve asılanları selamladı… ve öldü.

Ortalığı derin bir sessizlik kapladı… Darağaçlarının arkasında, tanyeri ağarmaya başlıyordu.

Bu ağartıdan ürktüm.

*

*   *

İdamlardan sonra Cemal Paşa bir kitap –kırmızı kitap– yayımladı. Bu kitabın değişik dillere çevirisi de aynı zamanda basıldı. Kitabı, Cemal Paşa, Falih Rıfkı Efendi’ye dikte etmiş; Falih Rıfkı Efendi anlatımını ve yazılışını düzeltmişti. Ordu Kumandanı kitabı bastırmak için Falih Rıfkı Efendi’yi, Başkumandanlık Vekâletine yazılan yazıyla İstanbul’a gönderdi. Ben kitabı okumadım. Yalnız yazının müsveddesini okudum. Yazıda, “Özel Kalem Müdürüm Falih Rıfkı Bey’le takdim ediyorum” cümlesi vardı. Ben, bu cümleyi, “Ordu kurmay yardımcı subayı yedek üsteğmen Falih Rıfkı Efendi ile” diye düzelttim. Cemal Paşa bu düzeltmemi çizmiş ve “Özel Kalem Müdürüm Falih Rıfkı Bey’le” şeklinde düzeltmişti. Kumandanımın huzuruna gittim ve saygı ve itaatla arzettim: “Ordu Kumandanlığı kadrosunda özel kalem müdürü yoktur. Kadroda Falih Rıfkı Efendi ordu kurmay emir subayı yardımcısı diye gösterilmiştir. Sizce de bilindiği gibi kanunen kaymakam ve daha yukarı rütbedekilere ve kurmay binbaşılarına, Bey denir. Diğer subaylara Efendi denir.” Tartışma oldu. Cemal Paşa kadrodan ve kanundan söz edilmesine kızıyor gibiydi. Çünkü o, yalnız ordu kumandanı değil, Bahriye Nazırı (Bakanı) ve Suriye’nin fiilen genel valisi idi. Bundan ötürü onun özel kalem müdürü olabilirdi ve ona Bey de denebilirdi.

Tartışma esnasında Cemal Paşa bir aralık, “Efendim siz bana zorbalık ediyormuşsunuz. Öyle söylüyorlar,” dedi. “Estağfurullah efendimiz, estağfurullah” dedim. “Zorbalık değil, asla değil. Sadakat ve bağlılık… Bütün maruzatım ve önerilerim bağlılığımın ve sadakatimin gerekleridir.”

Tartışma sonsuza kadar süremezdi. Çekildim.

Yarım saat sonra Falih Rıfkı temize çekmiş ve imza için komutana götürmüş olduğu yazıları getirdi. Üzerinde ufak bir düzelti vardı. Cemal Paşa, “Özel Kalem Müdürüm Falih Rıfkı Bey” yazısını çizmiş, “Ordu kurmay yardımcı subayı yedek üsteğmen Falih Rıfkı Efendi” diye düzeltmişti.

Falih Rıfkı yazıları bir daha temize çekmeye mecbur oldu.

 

 

18

KAFKAS CEPHESİ

Erzurum’u  geri  almak  için  –  İkinci  Ordu  –  Ordu  Komutanı

Ahmet  İzzet  Paşa  –  Kurmay  Başkanı  İsmet  Bey  –

Piyade  kurşunuyla  şehit  olan  Faik  Paşa  –

İsmet  Bey  beş  tümene  komuta  etti  –  Buzlu  çöl

 

1332 (1916) Haziranında Kafkas cephesinde genel durum şöyle idi:

Erzurum’u kaybettikten sonra uzun zaman Kopdağı-Bayburt-Trabzon hattında direnen Üçüncü Ordu Temmuz ortasında bu hattı bırakarak çekilmeye mecbur oldu. İkinci ordu, ağırlık merkezi solda olmak üzere Bitlis-Muş-Kigi hattında toplanmakta idi. XVI., III., II., IV. Kolordulardan oluşan bu ordu Erzurum’u geri almak için saldıracaktı. İkinci Ordunun Komutanı İzzet Paşa, Kurmay Başkanı Miralay İsmet Bey’di.

Bu cephede Temmuz, Ağustos aylarında ve Eylülün iki haftası sırasında kanlı harekât ve savaşlar oldu. 11 Ağustos 1332 (24 Ağustos 1916) günü II. Kolordu Komutanı Faik Paşa’nın savaş meydanında piyade kurşunuyla şehit olması üzerine o esnada eşliğinde bulunan Ordu Kurmay Başkanı İsmet Bey, savaş meydanındaki tümen komutanlarının kıdemlisi sıfatıyla Kolordunun komutasını üzerine aldı. Savaş on beş gün kadar sürekli saldırı ve karşı saldırılarla devam etti ve bu esnada İsmet Bey 1, 12, 47, 11, 48. Piyade Tümenleriyle 3. Süvari Tümenine komuta etti. Sonra, bu tümenler IV. ve II. Kolordular arasında bölüştürülerek İsmet Bey Ordu Kurmay Başkanlığına döndü.

 

Diyarıbekir, 2 Eylül 1332 (1916)

Kardeşim Fuad,

Yine unuttun. Allah unutturmasın yoksa. Artık senin bile bile ve ne yapıp yapıp unutmaya karar verdiğine şüphe yoktur. Cenâb-ı-Hakkın yardımı ve özellikle isteği her iradeye hâkim olduğunu bilmese idim gizlice kötülük etmek isteğinden cidden kaygılanacaktım. Fakat Paşam Allah’ın arzu ve isteği her isteğin üstündedir. Nice inatçı ve nice zorbalar nihayet yatsıya kadar arzularını yürütebilmişlerdir.

Beni hiç hatırlamaz mısın? Biz, burada çöldeyiz. Buzlu çölde. Çöl demekliğim, taştan başka madde, hava ve rüzgârdan başka ulaşım aracımız olmadığını göz önünde canlandırmak içindir. Yemen’de Dîri Ceranna’ya, özellikle Amran’a* ekspresler** işlediği zaman ulaşımsızlıktan şikâyet ederdik. Estağfurullah. Bir daha böyle bir günah işlememeye tövbe ettim ve kesin karar verdim.

Kendimize gelelim:

En eski ve en nefisinden değişik çeşitte şarap (Paşa için ayrı, benim için ayrı).

Birkaç çeşit ve şişe şurup (benim için).

Şimdilik uzun zamandan beri gözümde tüten nesneler bunlar.

Büyük bir özlem ile gözlerinden öperim. Sevgili kardeşim.

İsmet

İkinci Ordunun hali ve durumu işte böyle idi. Yemen, Kafkas cephesine nispetle, ulaşım ve aktarma bakımlarından sahiden çok daha uygundu.

 

 

*) Yemen’in ücra mevkileri.
**) Deve, merkep, ester.

 

19

ŞAM GEZİSİ

“Bari  gidip  memleketin  sahibine  haber  vereyim”  –

“Ne  vermek  mümkünse  veriniz”  –  Peri  masallarındaki

tılsımlı  anahtar  gibi  –  Develerin  işkencesi  –  On  bin  deve  buz

çölündeki  çıplak  ayaklara  çarık  oldular  –  Şerif  Hüseyin’e

isyan  kararını  verdiren  –  “Eyvah!  Meğer  Suriye’yi  kaybetmişiz  de

haberimiz  yok!”  –  Yer  değiştirme  önerisi  –  Uyarı,  istifa  –

“Falih  Rıfkı  Beyefendiye  soru”  –  “İsmet  Bey  çok  iyi”

 

Diyarbakır’da İkinci Ordu Kurmay Başkanı İsmet Bey, yedirip içirme, elbise, donanım, ulaşım aracı ve ikmal hususlarınca çok dar durumda bulunan İkinci Ordu’ya komşu Dördüncü Ordu’dan yardım istemek için Şam’a geldi.

Birlikte Cemal Paşa’nın yanına gittik. İsmet Bey İkinci Ordu’nun halini tasvir etti: Ordu nerdeyse aç ve çıplaktı. Hastanelerde yatak ve ilaç yoktu. İstanbul, istenilen şeyleri gönderemiyor; gönderdikleri de tren istasyonunda yığılmış, cepheye ulaştırılamıyordu. Çaresizlik ve yokluk içinde, “Bari gidip memleketin sahibine haber vereyim dedim ve geldim” dedi.

Memleketin sahibi! Cemal Paşa, “Estağfurullah” demedi. Bu övgüyü sessizlik ve incelikle kabul etti.

Cemal Paşa’nın yüzüne baktım: Sevindiği besbelliydi; duyduğu gururu güç gizleyebiliyordu. Yüzü değişmiş, âdeta parıldıyordu.

İsmet Bey iki kelime ile Cemal Paşa’yı büyülemişti.

Cemal Paşa bana emir verdi: “Neyi vermek mümkünse veriniz.”

İki kelime, peri masallarında, hazineleri açan tılsımlı anahtarlar gibi İsmet Bey’e, Dördüncü Ordu’nun ve Suriye’nin hazinelerini açtı; binlerce ve binlerce deve, yüzlerce araba, yüzlerce hayvan, binlerce kat elbise, kaput, çamaşır, ayakkabı, çok miktarda eşya, donatım ve az bulunur erzak, hastaneler için pek çok şilte, battaniye, malzeme ve ilaç verildi.

Develer, Mısır seferi için Basra Körfezi sahillerinden satın alınmış, Arabistan Çölünü boydan boya geçmişler; Şam’da donatılmış ve teşkil edilmişler; karadan Sîna Çölüne, oradan Süveyş Kanalına gitmişler; kanal seferlerinden sonra ve Hicaz isyanı üzerine Mekke’ye sefer yapmak için* Tih Sahrasından ve gene karadan Hicaz Çölüne, Maan’a gönderilmişlerdi. Şimdi Maan’dan trenle Re’sülayn’a nakledilecekler; oradan yüzlerce kilometre kuzeye, buz çölüne gideceklerdi. Bu develer sıcak iklim develeriydiler. Mevsim de kıştı. Daha cepheye varmadan soğuktan ölecekleri muhakkaktı. Bu kaygımı İsmet Bey’e söyledim. İsmet Bey, “Bir defa, tek bir defa istasyondan cepheye erzak taşısınlar ve ölsünler. Derilerinden çarık yaparız” dedi. Bu, kesin kanıt demekti.

Bir deve yüzseksen kilo erzak taşıyacak, ölecek, her devenin cesedinden birçok çarık yapılacaktı.

Develer gittiler. Hepsi öldüler ve yalın ayaklara çarık oldular.

On bin devenin Sîna Yarımadası’nın kum çölünde başlayan işkencesi Çabakçur buzlarında sona erdi.

*) Sonradan Mekke seferinden vazgeçilmişti.

*

*   *

İsmet Bey Şam’da bir hafta kaldı. Memleketin durumunu konuştuk. Cemal Paşa Suriye’de siyasi idamlar yapmıştı. Sürgünler ve zorunlu göçler oluyordu. Mekke Emiri Şerif Hüseyin de isyan etmişti.

İsmet Bey şu tanıda bulundu: “İzzet Paşa’nın kanaatince Şerif Hüseyin’e isyan kararını verdiren Suriye’deki idamlardır.”

Hakikatte, bu idamlar, isyanın sebebi değil bahanesiydi.

Sonradan anlaşılmıştır ki, Osmanlı Devleti savaşa girer girmez, Şerif Hüseyin, İngilizlerle temasa geçmiş, Türklere karşı Büyük Britanya ile askerî işbirliği yapmak karşılığında bağımsız büyük bir Arap Devleti kurulmasını istemiş, bu devletin sınırları hakkında, uzun bir haberleşme üzerine, İngilizlerle anlaştıktan sonra isyan etmiştir.

Ben Cemal Paşa’nın bu yaptıklarına taraftar değildim. Lakin bu siyasi idamlarda, bu sürgün ve zorunlu göçlerde benim oy ve görüşlerimin katkısı olmadığını İsmet Bey’e söylemedim. Hattâ kumandanımı bir dereceye kadar mazur gösterecek birkaç söz söyledim.

Bu sözlerimden, İsmet Bey, benim de aynı düşünce ve kanıda olduğumu sanarak, o zamana kadar hiç görmediğim derecede bir üzüntü ve hiddet gösterdi. “Eyvah! Meğer Suriye’yi kaybetmişiz de haberimiz yok” dedi. Bu, bana sert bir paylama, şiddetli bir azarlamaydı.

Cemal Paşa ile birlikte, bir İstanbul gezimizde İçişleri Bakanı Talât Bey de bana, “Sen, Cemal Paşa’yı etkile. Araplara karşı bu kadar şiddetli davranmasın. … hakkında yaptığımızı Araplara karşı yapamayız. Çünkü onlar, çokturlar ve onlarla geçinmeye mecburuz.” demişti. Ben gene susmuştum… Fakat sonraları inandım ki, Talât Bey bu sözleri iyi niyetle söylemişti.

İsmet Bey’e şu öneride bulundum: “Ben Cemal Paşa’ya iyi Kurmay Başkanlığı yapamıyorum. Siyasi işlere beni pek karıştırmıyor ve bu hususlarda beni dinlemiyor. Cemal Paşa’ya senin gibi bir Kurmay Başkanı lazım. Sen, İzzet Paşa’nın yanında fazlasın. Ben Cemal Paşa’nın yanında yeterli değilim. İzzet Paşa büyük bir komutan. Ben, ona yetebilirim. Suriye’ye sen gereklisin. Yüksek zekâ, siyasa ve akıllılığınla Cemal Paşa üzerinde manen etkili olabilir, benden çok fazla başarılı olursun. Yer değişelim kardeşim. Memleketin hayrına yer değişelim!”

Bu önerim içten ve iyi niyetli idi ve İsmet Bey’in paylama ve azarlamasına, dolayısıyla, cevaptı.

İsmet Bey düşündü. Bakışları, kendi ruhunun derinliğine daldı. Birkaç saniye sonra cevap verdi: “Hayır. Ben de bir şey yapamam. Akıllılığın, siyasanın, zekânın yapabileceği şeyin de bir sınırı ve çapı vardır. Eğer yanlışlıklar ve fenalıklar siyasayla, akıllılıkla engellenebilecek olsaydı dünya, güllük gülistanlık olurdu.”

*

*   *

Siyasi işlerde, Ordu Komutanıyla Kurmay Başkanı arasındaki ilişkiyi şu olay ve şu haberleşme aydınlatır:

Şam’a yeni gelen bir vali, bazı şahısların Anadolu’ya uzaklaştırılmalarını (sürülmelerini) orduya önermişti. Ordu Kurmayı ikinci şubesinin siyasi ve mülki işlerle meşgul olan üçüncü kısmının şefi yedek subay Falih Rıfkı Efendi Suriye iline cevaben yazılan tezkere müsveddesini getirdi. Bunda, “Bu kişilerin, Bursa’ya sürülmeleri” bildiriliyordu. Henüz gelmiş olan vali, bu adamların zararlı olduklarını ne çabuk öğrenmişti. Müsveddeyi çizdim ve kendim şu müsveddeyi yazdım:

Suriye Valiliğine

C : 12 Mart 1332 tarihli yazı.

Bu kişilerin Bursa’ya sürülmelerini onayladım. Ancak sürülme durumunun artık genel olarak sona ermiş kabul edilmesi ve bu olağanüstü önlemin bundan sonra yalnız ayrıcalı ve zorunlu durumlara bağlanması uygun olur. Zira sürgünlerin mütemadiyen devam etmesi halkı pek korkutuyor ve mütemadiyen sürülme korkusu içinde yaşamak insanlar işin cidden felakettir.

Cemal Paşa bu müsveddeyi çizmiş ve altına: “Bu tarzda müsveddeler yazmak bana dolaylı olarak uyarıda bulunmak amacına dayanıyorsa bir daha yapılmamasını ihtar ederim” notunu yazmıştı.

Bir istifaname yazdım ve emekliliğimi rica ettim.

Cemal Paşa dilekçemin altına şunu yazıp bana iade etti:

Fuad Beyefendi,

Bu istifanameye neden bugünkü uyarım olduğuna kuşkum yoktur. Eğer benim vicdanımdan, ahlakımın temizliğinden emin değilseniz emekliliğinizi istemeye ne hacet. “Senin gibi bir adamın maiyetinde hizmet edemem. Beni başka bir göreve atayınız” dersiniz olur biter.

Eğer ordu Kurmay Başkanları, komutanlarının emirlerinin yerine getirilmesine sizin bana karışmanız kadar karışacak olurlarsa kumandanlar benim dayandığım kadar dayanabilirler mi? Siz, kendinize, benim tarafımdan pek gizlice yapılan bir uyarıya dayanamıyorsunuz da benim hakkımda tarafınızdan gerek sözlü ve gerek yazılı olarak ve açıktan açığa yapılan belirgin sorgulamalara benim dayanabileceğimi nasıl tasavvur ediyorsunuz?

Bu sabah yazıp Falih Rıfkı Efendi’yle gönderdiğiniz müsveddenin gerçek anlamını anlamayacak kadar Falih Rıfkı Efendi’yi ve onun öteki arkadaşlarını anlayıştan yoksun mu zannediyorsunuz?

Bilirsiniz Fuad Beyefendi ki, dünyada bir insan için en tatlı şey, taşıdığı yetkiye kimsenin karışmasına meydan vermemektir. Ben bu konuda pek kıskancım. Siz ise daima karışmak için vesileler bulmaktan vazgeçmiyorsunuz.

Memleketin siyasetini sizin düşünceleriniz gibi değil ancak kendi düşüncelerim gibi yönetebilirim. İnşaallah siz de yakında ordu komutanlığı görevini üzerinize alırsınız da bizim acımasızca ve ezici yönetimimiz yerine güller ve yaseminler dağıtan latif bir yönetim biçimi getirirsiniz. Çünkü malum ya: “Miktarına göre kişi iyilik ve kötülük yapar.”

Sizi temin ederim ki, bu sabahki uyarımda ne bir güceniklik kokusu, ne de hükmetme isteği vardır. Hakkınızda sonsuz olan güvenim her zaman sürecektir.

Yüzyüze ve makul sınırlar içinde yapılacak uyarılarınızı her zaman kabule hazırım. O koşulla ki Zeyd ve Amr (yani üçüncü kişiler) bundan haberdar olmasın.

Şimdiki hizmetinizde devamınız ise en büyük isteklerimden birini oluşturur. Seferin sonuna kadar sizinle birlikte çalışmak benim için hem bir zevk hem de başarı nedenidir.

Bu vesikayı yok ediniz de sizinle tokalaşmış olalım azizim.

Ahmet Cemal

Ama… sürgünler ve uzaklaştırmalar da son buldu.

*

*   *

Şam’da Falih Rıfkı Efendi’yi İsmet Bey’e, “Ordu Kurmayının kıymetli gençlerinden” diye tanıtmıştım.

İsmet Bey Falih Rıfkı’nın Tanin’deki yazılarını pek beğenirmiş; fakat onunla ilk defa tanışıyordu.

Falih Rıfkı hakikaten değerliydi. Çok çalışıyordu. Güzel yazıyordu.

Cemal Paşa, Sadrazamdan yahut İçişleri Bakanından gelen bazı gizli evrakı, benden gizli olarak, “Falih Rıfkı Beyefendiye soru” işaretiyle doğrudan doğruya ona havale ederdi. Fakat o, bu kâğıtları, önce bana getirir, benim görüşümü alırdı. Cemal Paşa’nın ona büyük yakınlığı ve güveni vardı. Ve o, yirmi yaşında yedek teğmen, Ordu Komutanı, Bahriye Nazırı, Suriye’nin gerçek Genel Valisi ve diktatörü Cemal Paşa’nın bu yakınlık ve güvenini hiç kötüye kullanmadı. Asla şımarmadı. Görevini, sonuna kadar, namusla doğrulukla yerine getirdi.

Falih Rıfkı da İsmet Bey’i ilk defa görüyordu. Kendisine sormuştum: “İsmet Bey?” “İsmet Bey çok iyi” demişti. Yani ilk görüşte ve bir anda İsmet Bey’in “çok iyi” olduğunu anlamıştı.

*

*   *

İsmet Bey Şam’dan döndükten sonra şu mektubu aldım:

Diyarıbekir, 9 Kasım 1332 (1916)

Kardeşim sevgili kardeşim Fuad,

Ayrılık üzüntülü oldu. Niçin bu kadar kısa oldu? Fakat ne kadar uzun olsa yine bu sonuç kaçınılmazdı. Ben artık kalbimin üzüntülerini ve coşkunluğunu tasvir gücünden düştüm. Onun için, Şam’da ne kadar kaygıdan uzak ve mutlu idim ve senden ayrılmak benim kalbimde ne kadar derin üzüntü bıraktı, bunu anlatabileceğimi bekleme.

Tekrar ne vakit geleceğimi soruyorsun. Sen ne vakit buralara geleceksin? O kadar çok söylemiş ve bir vaat almaya o kadar çalışmıştım. Şam’da, daima olumlu bir cevap vermekten çekindiğin gibi mektubunda da bu konudan hiç bahsetmiyorsun. Zaten sen, yalnız senin istediğin gibi yürütmeye çalışırsın ve gücün de yeter.

Yanımda hiç resmim yok. İlk rastlayacağın iyilik severe, özellikle sana göndermek için, resmimi almasını rica edeceğim.

Hiçbir zaman, hiçbir sebeple eksilmeyen bağlılığın bütün nuru parlayan gözlerinden sonsuz öperim. Sevgili kardeşim.

İsmet

Komutanına bir teşekkürname yazdım.

 

 

20

CEMAL PAŞA – İSMET BEY

“İsmet Bey müthiş!” – “Ordunun en zeki kurmayı!” –

“Savaştan sonra Genelkurmay Başkanı olacak”

 

İsmet Bey’in, Başkumandanlık Vekâleti Kurmay Başkanı General Bronsart Von Schellendorf hakkındaki nitelendirmesini, “Anlatırsa anlar” dediğini Cemal Paşa’ya anlatmıştım. Cemal Paşa bu nitelendirmeden ürkmüş ve “İsmet Bey müthiş!” demişti.

Cemal Paşa, İsmet Bey’in, kendisi hakkında da bir nitelendirme yapabileceğini düşünmüş olsa gerek. Gerçekten İsmet Bey, Cemal Paşa’yı da, birkaç kelime ile böyle anlamlı ve güzel tanımlamış ve nitelendirmişti.

Cemal Paşa, İsmet Bey için, “Ordunun en zeki kurmayı” demişti. Ve bunu, apaçık olduğu ve herkesçe bilindiği ve söz götürmez olduğu kanısıyla, bana, kendi Kurmay Başkanına hitaben söylemişti.

Enver Paşa’nın savaş bittikten ve Almanlar gittikten sonra, İsmet Bey’i Genel Kurmay Başkanı yapacağını da gene Cemal Paşa’dan öğrenmiştim. O da bunu gayet doğal, haklı ve değer bulmuştu.

 

 

21

IV. KOLORDU KOMUTANLIĞI

İsmet  Bey  alınyazısının  doğru  ve  açık  yolunda  hızla  ilerliyordu  –

“En  âsi  olduğum  zamanlarda  bile…”  –  “Belki

gözyaşlarını  dindirip  silecek  de  bulamadın”  –

Eski  zamanlardaki  muhayyel  adam

 

İsmet Bey 1332 senesi Aralık ayı sonunda (1917 Ocak ayında) IV. Kolordu Komutanlığına atandı. Otuz üç yaşında Kolordu Komutanı. İsmet Bey alınyazısının doğru ve açık yolunda hızla ilerliyordu.

Kolordu Komutanı İsmet Bey’den şu mektubu aldım:

1 Mart 1333 (1917)

Kardeşim Fuad-ı-vicdanım,

İstanbul’dan dönüşünde yazdığın mektubunu, her mektubun gibi, içine kalbinden birçok şey koyduktan sonra gönderdin. Taşkasap’taki evin gözümde canlandı. O evde aldığım verimli dersler belleğimde canlandı. Hayatın, diken sayılan ve benim eksik yaratıldığım vefalılık içinde beni birçok isyanlara ve haylazlıklara yönelten birçok aşamasından sonra, sana pek içten bağlıyım. Bu bağlılığımı sen bilirsin. En âsi olduğum zamanlarda bile beni, bağlılık ipimden tutup istediğin sığınma yönüne sürüklemişindir.

Evin yine öyle içten ve sevdiklerini bekleyen tavrında mıydı? Biliyorum bu sefer evin birçok hazinelerini boş buldun. Ağladın. Belki gözyaşlarını dindirip silecek de bulamadın*. Hayat, tutkun olduğumuz hayat, ne amansız dayanma istiyor.

Acaba şimdi yine Şam’da mısınız? Masanın üzerinde yığın yığın düşünceler, yıldırım hızıyla, kaleminden çıkıp koşuyorlar mı? Basit bir iş; iki üç nokta ya da kelime ile, İsrafil’in borusuna uğramış cenaze gibi canlı bir halde, gittiği yeri elektriklendirecek bir güçle gidiyor mu?

Sana bu defa gene resmimi gönderemiyorum. Çünkü resmimi alacak vasıta yoktur. Bir fotoğrafımız var âletleri yoldadır. Dört gözle beklediğim ve şimdiye kadar hiçbir zaman asla aramadığım bu gibi âletleri bu sefer dört gözle beklemekliğim, inan ki, birçok yakınlarımdan çok ve belki yalnız senin arzunu yerine getirmek içindir. Resmimin, hiçbir yerde, ailemin hiçbir bireyinde, senin içten bakışlarında göreceği harareti görmeyeceğine inanıyorum.

Bana hayatından ve sağlığından çok yaz, daima yaz.

Bütün askerlik tasarımların umulamayacak bir çabuklukla gerçeğe dönmüştür. O büyük makinenin senin görev payına yükleyeceği yükü anlarım. Fakat bu yükün altından sen kalkabilirdin. Sözle söylediğin birçok, pek kıymetli ve askerliğimizin gelecekteki yaşamında örnek kalacak ilkelerin yeni ve daha belirgin ve maddi şekilde ortaya çıktığı görülecektir. Allah’ın en yüce yardımı daima yol göstericin ve yardımcın olsun. Seni en yüce başarıların başında ve örneği durumunda görmek övünç kaynağımdır ve görürsün ki, yaptığın işlerde örnek oluşun ve başarının karşısında nasıl içten ve saygılı ve bağlı kalırım. Okul öğrencisi iken, seni, benim için nasıl büyük ve bilgi saçan biri olarak tanıdım ise, insanoğlunun geçirdiği aşamalar, hani şu süsler vesaire ne olsa, senin bilgin karşısında yine o okul öğrencisiyim.

En içten duygularımla seni bağrıma basarım. Ellerinden, gözlerinden yüksek bağlılık duygularımla öperim nûrum kardeşim.

İsmet

*) Sevgili kız kardeşim Suhandan ölmüştü.

 

İsmet Bey’in, hemşiremin ölümü münasebetiyle yazdıklarından pek duygulanmıştım. Asıl İsmet Bey, mektubuna “kendi kalbinden, vicdanından birçok şey koymuştu.”

Bu mektubun başındaki hitap tarzı pek gönül okşayıcıydı; eski zamanlardaki “muhayyel adam”ı andırıyordu. Ve mektubun edası da pek yüceltici idi; “muhayyel adam”a karşı kullanılan ifade tarzına benziyordu.

İsmet Bey, kendisi, Kolordu Komutanlığına yükseldiği için, beni de manen birkaç rütbe yükseltmiş gibiydi.

 

 

22

HİCAZ SAVAŞ GÜCÜ

Fahri  Paşa’nın  yerine  İsmet  Bey  –  İsmet  Bey’in  yerine

Mustafa  Kemal  Paşa  –  Mustafa  Kemal  Paşa’nın

yerine  gene  Fahri  Paşa

 

1332 yılı Ocak ayının sonunda (1917 Şubat ortası) Başkomutanlık Vekâletinden Dördüncü Ordu Komutanlığına gelen telgrafta Hicaz Savaş Gücü Komutanı Fahri Paşa’nın Dördüncü Ordu içindeki ya da diğer ordulardaki komutanlardan biriyle yer değişmesi hakkında görüş soruluyordu.

Cemal Paşa Fahri Paşa’nın, ancak yerine birinci sınıftan bir zat gelmek koşuluyla, yer değiştirmesi uygun olacağı cihetle IV. Kolordu Komutanı Miralay İsmet Bey’in verilmesini cevap olarak bildirdi.

Enver Paşa, “Miralay İsmet Bey’in yaşının küçüklüğü dolayısıyla Fahri Paşa’nın yerine Hicaz Savaş Gücü Komutanlığına atanmasını uygun bulmadığını, Fahri Paşa’ya Kolordudan fazla bir Ordu Komutanlığı yetkisi de verilmiş olup bu yetkinin henüz yeni Kolordu Komutanı olmuş olan İsmet Bey’e verilmesinin biraz erken olacağını, bundan dolayı Fahri Paşa’nın yerine, İtalya Savaşı’nda Derne ve Bingazi’de Arapları pek güzel yönetmiş ve Çanakkale’de iyi görevler almış olan İkinci Ordu Komutan Vekili Albay Mustafa Kemal Paşa’yı göndermek istediğini” bildirdi ve bu hususta görüş sordu.

Cemal, Mustafa Kemal Paşa’nın gönderilmesini arz etti.

Mustafa Kemal Paşa 10 Şubat 1332’de (23 Şubat 1917) Şam’a geldi.

Başkumandanlık Vekâleti “Hicaz’ı boşaltıp Filistin’deki savaşın sonucunu lehimize çevirmek için Hicaz’daki kıtalardan ve Hicaz nakil araçlarından yararlanmanın uygun olup olmayacağını” 11 Şubatta (23 Şubat 1917) Dördüncü Ordu’dan sordu.

Cemal Paşa “stratejik neden ve düşüncelerden dolayı Medine’nin boşaltılmasının maalesef zorunlu olduğunu” arzetti.

Başkumandanlık Vekâleti 2 Mart 1333 (1917) tarihli emrinde, “Medine’nin boşaltılmasını ve Hicaz’daki kıtaların Filistin’de kullanılmak üzere geri çekilmesini ve Kafkas cephesindeki İkinci ve Üçüncü Orduların hareketlerini birleştirmek için İkinci Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa’nın Kafkas Ordular Grubuna ve Mustafa Kemal Paşa’nın asaleten İkinci Ordu Komutanlığına atandığını ve Hicaz Savaş Gücü Komutanlığının Fahri Paşa’da kaldığını” bildirdi.

İsmet Bey Medine’ye gönderilmedi.

Mustafa Kemal Paşa Medine’ye gitmedi.

Fahri Paşa Medine’de kaldı.

 

 

23

GAZZE

İsabetli  görüş  –  Nazik  eda  ile  içten  uyarı  ve  temiz

yürekle  yapılan  uyarı  –  Lloyd  George  –  Bağdat  ve  Kudüs,

İngiltere’nin  savaş  hedeflerinden  –  Kısa  ömürlü  keramet

 

1333 (1917) senesi ilkbaharında yapılan birinci ve ikinci Gazze Savaşlarından sonra İsmet Bey’den şu şifreli telgrafı almıştım:

Dördüncü Ordu Kurmay Başkanı

Albay Fuad Beyefendiye

Kişiye özeldir.

Gazze Meydan Savaşları Osmanlı silahları için tarihsel anıt olarak kalacaktır.

Hatırladığıma göre İngilizler Bağdat aleyhine aynı biçimde saldırılara başlamışlar; birçok kez savuşturulmalarına karşın iki ay saldırılarını yinelemişlerdi. Ve biz takviye kıtalarını vaktiyle yetiştirememiştik. İngilizlerin Gazze aleyhine dahi birçok kez ve daima daha iyi hazırlanarak daha çok güçle yineleyecekleri saldırıların hep aynı kesin başarı ile reddolunmasını güçlü bir güvenle Tanrı’nın yardımından dilemekteyim. Yine âcizane hatırlarım ki, Çanakkale aşamalarının her birinde artık düşman saldırısının devam etmeyeceği görünüşü ortaya çıkardı.

Gözlerinden öperim kardeşim.

İsmet

 

Bu telgraf, nazikçe bir eda ile, Dördüncü Ordu’yu, düşmanı küçümsemekten ve fazla iyimserlikten kaçındıran içten bir hatırlatma, temiz yürekle yapılan bir uyarmaydı.

Lloyd George Başvekil olduğu zaman Bağdat ve Kudüs’ün, Büyük Britanya’nın savaş hedeflerinden olduğunu ilan ve bu şehirlerin yakında ele geçirileceklerini vaat etmişti ve demişti ki: “Avrupa Yedi Yıl Savaşlarıyla uğraşırken İngiltere Hindistan’ı aldı. Bu savaşta da Filistin’i ve Irak’ı elde edeceğiz. Ecdadımız Hindistan’ı fethettikleri için biz, nasıl gönül borcu duyuyor ve övünüyorsak, bizim çocuklarımız da Filistin’in ve Irak’ın fethinden dolayı babalarını öyle ululayacaklardır.” (Aradan çok zaman geçmemiştir. Bugün ne Filistin’de, ne Irak’ta İngiltere vardır. Lloyd George’un keşif ve kerameti kısa ömürlü oldu.)

Bu vaatlerin Bağdat’a ait kısmı gerçekleşmemişti. Kût-ül-amâre zaferinden sonra XIII. Kolordu İran’a gönderilmiş; İngilizlerin Bağdat’a doğru ileri hareketlerinde bu Kolordu, vaktiyle yetişememiş ve Bağdat savunulamamıştı. Şimdi Kudüs, Gazze’de savunuluyordu. Gazze’yi ele geçirmek için düşman tekrar tekrar saldıracaktı. Bağdat’ı geri almak hayaliyle, Sina cephesine vaktiyle yardımcı güçler gönderilmedi. Sonunda Gazze (Sina) cephesi savunulamadı ve Kudüs düştü.

 

 

24

SİNA CEPHESİNDE KOLORDU KOMUTANLIĞI

“Bîrüssebi’  Hudeyde  kadar  sıcak  değil”  –

Hicaz  isyanı  bir  yılda  Suriye’ye  kadar  yayıldı  –

Altın,  un  ve  pirinç,  dinamit  –  Şam  çölünün  taçsız  kralı  –

“Böbürlenerek  el  öptürmek  bir  şey  ifade  etmez.”

 

İsmet Bey Sina cephesinde III. Kolordu Komutanlığına atandı; bir yıl önce bir mektubunda yazdığı, “Beraber savaşacağız” sözü gerçekleşiyordu.

İsmet Bey Bîrüssebi’ye gidecekti. Şam’a gelir gelmez bana sordu: “Bîrüssebi’ nasıl?” “Hudeyde kadar sıcak değil” dedim. Telaşla, “Hudeyde, ne münasebet? Neden Hudeyde ile karşılaştırıyorsun? İzmir’den, Antalya’dan, Beyrut’tan, Yafa’dan çok sıcak de. Ama Hudeyde’den bahsetme” demişti.

Hicaz isyanı bir yıl zarfında Güney Suriye’ye kadar yayılmıştı. 1917 senesinde Hicaz cephesi artık “İngiliz-Şerif cephesi”, Sina cephesinin Lut denizinin doğusundaki uzantısı olmuştu. Güney Suriye Arapları Hicaz âsilerine katılmışlardı. Altın*, un ve pirinç. Dinamit: Arapları cezbetmek, isyanı beslemek, Medine’ye giden trenleri havaya uçurmak için İngilizlerin kullandıkları araçlar bunlardı.

Havran, Cebeli Dürüz, Beriyetüşşam –Şam çölü– Meşayihi Şerif’le temas ve ilişki kurmuşlardı.

Şam çölünün taçsız kralı Emir Nuri Şa’lan, İsmet Bey Şam’da iken, Cemal Paşa’yı ziyarete gelmişti. Cemal Paşa’nın elini öptü. İsmet Bey bana dedi ki: “Bu adam sizinle ilişkiye girmemiş. Böbürlenerek el öptürmek bir şey ifade etmez.” İsmet Bey’in röntgen bakışı, Nuri Şa’lan’ın tavrında, gerçeği keşfetmişti. Hicaz isyanını fiilen yönlendiren ve yöneten İngiliz ajanı Lawrence’in “Çölde İsyan” kitabında yazdığına göre Nuri Şa’lan daha o zamanlar âsilerle ilişkide ve onlarla birlik halinde imiş.

İsmet Bey Halep’ten Şam’a hareket etmezden önce şu mektubu almıştım:

Halep, 31 Ağustos 1333 (1917)

Kardeşim Fuad,

Aylardan beri kalbimde taşıdığım elemden, bu sefer dahi, sana bir zerre açıklamaksızın ayrıldım. Kardeşin Saadi’nin ölümünün beni nasıl üzmüş olduğunu, bu kadar insafsız haksızlıkları benim sevgili kardeşime aralıksız uygun gören Tanrı’ya karşı beni nasıl saygısızca isyana sevk etmiş olduğunu hiçbir zaman sana söyleyemedim. En sarsılmış zamanlarımda dahi içimdeki yangınları dışa vurmamak benim sonsuz kusurlarımın en önemlisidir Fuad. Bunu sen bilirsin. Allah seni vatanımıza ve bize bağışlasın kardeşim. Müsaade eder misin, ortak üzüntünün yağmurları gözlerimden dökülürken iki elinden ayrı ayrı öpeyim.

İsmet

İsmet Bey’in kusur dediği şey yani duygularına hâkim olmak, heyecan ve üzüntüsünü belli etmemek ve içindeki yangınlardan ve fırtınalardan dışarıya renk vermemek gerçekte, onun güçlülüklerindendi.

 

*) İngilizler Hicaz isyanı için yirmi milyon altın sarf etmişlerdir.

 

 

25

MUÂVİYE VE ZEHİRLİ BAL ŞERBETİ

Avgusta  Viktorya  kasrı  –  Şeref  misafiri  –  Şeyh  Es’at  Şukayr  Efendi  –  Muâviye  hilafetle  saltanatı  birleştirmek  istiyor  –

Dini  bütün  ulema  –  Müslümanlığın  temeli  demokrasi  ve

Cumhuriyettir  –  Birer  damla  zehir  ve  birer  çıkın  altın  –

Gösterişli  kıyafetli,  kırmızı  sarıklı  din  bilginleri  gösteriş  ile

törene  giderken  dini  bütün  din  bilginleri,  gösterişsiz  ve  sessiz,

öbür  dünyaya  gitmişler  –  “Önce  sana!”  –  Sultan  Reşat  –

Benzeyiş  –  “Zeytin  Dağı”  –  “Yâ  Allah!  Yâ  Allah!”  –

Bir  hâdis-i  şerif  –  “Fuad  Bey!  Bunu  sen  uydurdun!”

 

Kudüs’te Avgusta Viktorya kasrı yani Dördüncü Ordu Karargâhı. Muhteşem yemek salonu. Akşam yemeği. Cemal Paşa’nın sofrasında sınırlı kişiler var. Şeyh Es’at Şukayr Efendi bu sayılı kişiler arasındadır. Sina cephesine gitmekte olan İsmet Bey onur konuğu olarak Ordu Komutanının karşısında idi.

Şeyh Es’at Şukayr Efendi, Osmanlı Millet Meclisinde Akkâ Milletvekiliydi. Gayet zekiydi; mükemmel hatipti. Güzel konuşur, güzel tasvir eder, güzel hikâye ederdi. İslam tarihiyle ilgili bilgisi de vardı. Onun hikâye ve tasvirlerini tad alarak ve istek ile dinlerdim. Gayri resmi unvanı Ordu Müftüsü idi. Cemal Paşa’nın arkadaşı ve Arapça kâtip ve çevirmeniydi.

Bu akşam Şeyh Es’at sofrada Muâviye’nin nasıl saltanat ilan ettiğini hikâye etti:

Muâviye, halifelikle saltanatı birleştirmeyi tasarladığı zaman, önce âlimleri yoklamış ve onları hazırlamak istemiş. “Puritain”, dini bütün, saygıdeğer âlimleri, Müslümanlığın temelinin demokrasi ve Cumhuriyet olduğunu, Halifeliğin de Cumhuriyetten ibaret bulunduğunu, saltanatın şeriata ve İslam ruhuna aykırı olduğunu söyleyerek itiraz etmişler… ve düşüncelerinde ısrar edip durmuşlar. Muâviye bu hocaların yola getirilemeyeceğine hükmetmiş. Din bilginlerinin çoğunluğu ise Muâviye’yi desteklemeye hazır imişler. Muâviye saltanat ilan edeceği günden bir evvelki gece bütün din bilginlerine ve ileri gelenlere ziyafet vermiş. Yemekten sonra yatsı namazı kılınmış. Namazdan sonra, davetlilere, altın kâselerde bal şerbetleri sunulmuş; dini bütün, puritain hocaların şerbetlerine birer damla zehir konmuş. Ertesi sabah gösterişli kıyafetli ve kocaman kırmızı sarıklı büyük din bilginleri görkem ile saltanat törenine giderlerken dini bütün hocalar da, gösterişsiz ve sessiz, öbür dünyaya gitmişler. Onlara dün gece sunulan “zehirli su”ya bedel, ötekilere birer çıkın çil altın lütfedilmişti.

Şeyh Es’at Efendi bu hikâyeyi tatlı tatlı anlattıktan sonra ben Cemal Paşa’ya sordum: “Zat-ı devletleri de Muâviye gibi harekete girişimde bulunurlarsa o bal şerbetinden kimlere ikram buyuracaklar?”

Cemal Paşa hiç düşünmeden eliyle beni işaret etti: “Önce sana” dedi. Ben, “Ya İsmet Bey?” dedim. “O mahrum mu kalacak?” “Ona da” dedi. İsmet Bey, “Biz icra vasıtası olacağız. Biz de o şerbetten tadarsak icra vasıtanız kim olacak?” dedi. Cemal Paşa, “Öyleyse sana vermem” dedi. Bu sorular ve bu cevaplar, eskrim atılımları gibi çabuk olmuştu.

Cemal Paşa’nın son sözü üzerine gülüştük. Bu gülüşme Muâviye hikâyesine son verdi. Esasen bunların hepsi şaka idi. Böyle bir şey, kanımca, Cemal Paşa’nın hatır ve hayalinden bile geçmemiştir.

İsmet Bey Dördüncü Ordu Karargâhındaki Şeyh Es’at Şukayr Efendi’yle Başkomutanlık Vekâletindeki Süleyman Nu’man Paşa’yı –zekâ, huy ve yaratılış bakımından– birbirlerine benzetirdi. Süleyman Nu’man Paşa Sahra Sağlık Genel Müfettişi idi. Enver Paşa ile birlikte Almanya’ya gittiği zaman kendisini “Paşa Hazretlerinin özel doktoru” diye de tanıtırmış. Gene İsmet Bey’in anlattığına göre Süleyman Nu’man Paşa Enver Paşa’ya, “Bugün efendimiz öksürmüşler. Müsaade buyurulursa muayene edeyim” dermiş. Öksürmüş olduğunun farkında olmayan Enver Paşa, “Hayır. Öksürmüyorum. Muayeneye gerek yok” der; fakat Süleyman Nu’man Paşa, “Hayır Efendimiz, muayene etmeliyim” diye ısrar ve muayene edermiş.

İsmet Bey iki zat arasındaki benzeyişten dolayı, “Şeyh Es’at Şukayr’e ‘Şeyh Es’at Nu’man’, Süleyman Nu’man Paşa’ya da ‘Süleyman Şukayr Paşa’ demek uygun olabilir” demişti.

Ben Şeyh Es’at’ı severim ve onu biraz, Romalıların iki bin yıl önceki Filistin seferinde İmparator Vespasien’in karargâhındaki Musevî bilim adamı ve tarihçi Flavius Josephus’e benzetirim.

Sultan Reşat Birinci Dünya Savaşı’nda Hicaz’ın durumundan son derecede üzüntülü imiş. Bir gün Talât ve Enver Paşalara; “Mekke’nin düşmesinden ve Medine’nin kuşatılmış bulunmasından pek çok kederli olduğunu; böyle bir durumun, atalarından hiçbirinin zamanında ortaya çıkmadığını; bundan dolayı kendisini, Osmanlı Padişah ve Halifelerinin en bedbahtı saydığını; şimdiye kadar kendileri memleketi nasıl yönetmişlerse ve yönetiyorlarsa bundan sonra da aynı şekilde yönetmelerini ve kendisinin, kardeşinin yanına –Beylerbeyi sarayında tahttan indirilen Hakan Abdülhamid– gitmesine müsaade etmelerini” söylemiş. Talât ve Enver Paşalar bir kelime söylemeksizin huzurdan çıkmışlar.

Ertesi gün Talât Paşa, o sırada İstanbul’da bulunan Şeyh Es’at Şukayr’i çağırtarak, “Ne yapıp yapıp padişahın üzüntüsünü yok etmesini” tembih etmiş ve şeyhin huzura kabul edilmesini sağlamış.

Sultan Reşat, Şeyh Es’at’tan Arabistan durumunu sormuş ve Hicaz’ın durumundan söz etmiş. Şeyh Es’at demiş ki: “Peygamberimiz Efendimiz, Mekke halkının çıkardığı karışıklık ve kötülükler yüzünden Mekke’den Medine’ye göç etmeye mecbur olmuşlar ve Mekkeliler gelip Medine’yi kuşatmışlardı. Yani kendilerinin devrinde ortaya çıkan durum Peygamberimizin devrinde de aynen olmuştu. Halife Hazretleri, Peygamber Efendimizin durumuna benzeyen bir durumda bulunuyorlar demektir.” Padişah bu cevaptan bir dereceye kadar avunmuş… Ve Şeyh Es’at Şukayr Efendi Talât Paşa’dan murassa (değerli taşlarla süslenmiş) bir hediye almış.

Zeytin Dağı’ndan bir fıkra:

“İngilizler mütarekede Şeyhi tutup Seyyid Beşir karargâhına esir götürmüşlerdi. Mavi bir gömlek, mavi bir don; ihtiyar adam hazin bir ömür geçiriyordu. Bir gün gene kızgın kuma bağdaş kurmuş, düşünürken, bir Arap kölenin yardım isteğini duydu: ‘Yâ Allah! Yâ Allah!’ ‘Çağırma yavrum’ dedi. ‘Eğer bizi kurtarmak için gelecek olursa İngilizlerin elinden bir daha zor kurtulur, üstelik Müslümanları Allahsız bırakırsın.’ “

*

*   *

Avgusta Viktorya kasrında gene bir akşam yemeği. Hizmet eri, acele yemek getirirken, güzel cilalanmış parke döşemede ayağı kaydı. Elindeki tabak yere düştü kırıldı. Yemekler döküldü.

Cemal Paşa biraz kızdı. Ben, sakin ve ağır bir eda ile; “Hizmetçileriniz, çanaklarınızı, çömleklerinizi kırdıkları vakit sakın kızmayınız ve onlara darılmayınız. Çünkü nasıl sizin sayılı nefesleriniz (belli bir yaşam süreniz) varsa çanakların, çömleklerin de sayılı nefesleri vardır. Bu, hadîs-i-şerîftir,” dedim. Cemal Paşa dinledi ve birkaç saniye sonra, “Fuad Bey! Bunu sen uydurdun” dedi. Ben elimde olmadan, güldüm ve; “Peygamberimizin hadîsini, bendenizin sözü sanmaları bendenize karşı büyük değer veriştir. Gönül borcumu sunarım,” dedim.

Yere dökülen yemekler ve kırılan tabak parçaları toplanmış ve başka yemek getirilmişti. Cemal Paşa’nın hiddeti de geçmişti.

 

 

26

BÎRÜSSEBİ’

Bîrüssebi’  boşaltılmalıydı  ve  boşaltılacaktı  –  Arpanın

stratejiye  üstün  gelmesi  düşüncesi  –  Bîrüssebi’  boşaltılmadı  –

Mareşal  Falkenhayn’ın  Sina  çölünde  kuşatıcı  saldırısı  –

General  von  Kress’in  açıklaması  –  Alman  mareşalinin

Alman  generalini  ağır  kınaması  ve  suçlaması  –

Üst  kumandanların  görüş  hatalarının  cezasını

savaş  meydanındaki  Kıtalar  Komutanları  çekerler.

 

1917 senesi ilkbaharında Gazze-Bîrüssebi’ hattı Sina cephesini oluşturuyordu. Bu hat Filistin ile Sina çölünün ara kesitidir ve altmış kilometre uzunluğundadır. Eldeki güç bu kadar uzun bir hattı ele geçirmeye yeterli olmadığından yalnız Gazze’den Tellüşşerîa’ya kadar kırk kilometrelik kısım güçlendirilmiş ve ele geçirilmişti. Tellüşşerîa ile Bîrüssebi’ arasında yirmi kilometre boşluk vardı. Bîrüssebi’ kendi başına bir grup teşkil etmekteydi.

Mayıs sonunda Bîrüssebi’ garnizonu zayıf bir süvari tümeni (iki alay) ile pekiştirilmiş bir piyade alayından (7. Tümen’den bir alay ve bir topçu taburu) oluşuyordu.

İngilizler Süveyş Kanalı’ndan Gazze’nin on kilometre yakınına kadar kıyı boyunca döşedikleri üç yüz kilometre uzunluğundaki demiryolundan Bîrüssebi’ye doğru bir şube hattı uzatıyorlardı. Sina cephesindeki düşman kuvveti altı piyade tümeni, iki süvari veya atlı piyade tümeni ve bir hecin (deve) süvari tugayıydı. Bir İngiliz süvari tümeni gayet güçlü –3 tugay, 9 alay, 27 bölük, 3500 tüfek, 3 makineli tüfek bölüğü, 3-4 batarya– idi. Düşman gücü en az 65.000 piyade, 10.000 atlı, 300 top tahmin ediliyordu.

İngilizlerin gayet üstün olan atlı ve hecin süvari güçleriyle Bîrüssebi’ye ansızın kuşatıcı saldırı yapmaları pek mümkündü. Sina çölünde bir ay zarfında iki felaket olmuştu. Birer takviyeli alay gücünde iki müfrezemiz 60-70 kilometre mesafede bulunan birer atlı tümen tarafından ansızın kuşatılarak yok edilmişti.

Sina cephesi komutanı General von Kress 30 Mayıs tarihli telgrafında; “Bîrüssebi’nin, karşı karşıya bulunduğu tehlikeden ve eldeki bütün gücü Gazze-Tellüşşerîa cephesinde toplamak gereğinden dolayı boşaltılmasını, oradaki su tesisatının yıkılması ve süvari fırkasının Tellüşşerîa’ya celp ve yedinci fırkaya mensup kıtaların fırkalarına iade edilmesini” orduya önerdi.

Ordu komutanı bu öneriyi kabul ve derhal yerine getirilmesini emretti. Bîrüssebi’ boşaltılmaya başlandı.

Bîrüssebi’ bölgesi yarı çöldür (toprak çölü). Ekin zamanıydı. Arpa ürünü iki bin ton kadardı.

5 Haziranda Sina cephesi komutanı; “İki üç güne kadar bütün kıymetli eşyanın Bîrüssebi’den uzaklaştırılmış bulunacağı, hastanenin boşaltıldığı, kuyulardaki motorların kısmen söküldüğü, kuyuların tahrip edilmeye hazırlanarak birkaç saat içinde yıkılabileceği, cephe gerisinde yedek bulundurmak gerekli olduğundan yedinci fırka kıtalarının geriye alınacağı, fakat Bîrüssebi’ büsbütün bırakılırsa kasaba ve iki bin ton arpa çok erken yitirilmiş olacağından süvari fırkasının şimdilik orada bırakılmasını, düşman demiryolunu Bîrüssebi’ye doğru uzatırsa yahut Gazze-Tellüşşerîa hattına saldırırsa Bîrüssebi’yi büsbütün bırakarak süvari fırkasını geri çekeceğini, Fırka Komutanı Es’at Bey dahi bu düşünceye katılmakta olup İngilizlerin ilerlemesinden vaktiyle haberdar olarak ciddi bir savaş kabul etmeksizin Bîrüssebi’yi boşaltabileceği kanaatinde bulunduğunu” bildirdi.

Ordu Komutanı bu öneriyi de kabul etti.

Böylece Bîrüssebi’nin tamamen boşaltılması geçici olarak geri bırakıldı ve zayıf süvari tümeni orada kaldı.

Arpa, stratejiye üstün geldi.

İngilizlerin, Sina cephesine saldırmadan önce Bîrüssebi’yi ele geçirme girişiminde bulunacakları ve Bîrüssebi’ saldırısını şöyle yapacakları tahmin edilmekte idi: Gazze-Tellüşşerîa cephesine gösteriş saldırısı yapacaklar. Bütün atlı güçler –dokuz tugay ve deveye bindirilmiş tugayı– zırhlı otomobiller ve tanklar, bir miktar piyade hatta ağır topçunun katılımıyla Bîrüssebi’ye kuşatıcı saldırı yapacaklar. Hiç olmazsa bir süvari tugayı Bîrüssebi’nin kuzey batısında Tellüşşerîa’ya karşı mevzi alacak ve o yönden imdat gelmesine engel olacaktır.

Temmuz ayında İngilizler demiryolunu uzattılar. Temmuz sonunda, demiryolu Bîrüssebi’ye yirmi beş kilometre mesafeye vardı.

*

*   *

Bağdat’ı geri almak için yapılacak harekâtı yönetmek üzere General Falkenhayn Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına atandı. Yıldırım Grubu Irak’taki 6. Ordu ile Halep’te toplanmakta olan 7. Ordu’dan oluşuyordu. 7. Ordu Fırat boyunca inecek, 6. Ordu Bağdad’a cepheden saldırırken 7. Ordu da düşmanın sol yan gerisini çevirecekti.

Sina cephesinde inceleme seyahati yapan General Falkenhayn, Sina cephesinden emin olmadıkça Irak seferinin yapılamayacağını, Sina cephesinde savunmada kalmanın emniyetli bir hareket olmadığını, bir savunma cephesi ne kadar güçlü olursa olsun yarılabileceğini, diğer yönden bu cephe zayıf olup İngilizler destek kıtaları almakta olduklarından cephenin desteklenmesinin gerekli olduğunu, fakat desteklendiği halde Sina cephesinde gene savunmada kalınırsa güçler orada çalışamaz durumda kalarak Irak’ta bir iş yapmaya olanak kalmayacağını, bundan dolayı Bağdad’ı geri almak için Sina cephesinde saldırmak gerektiğini, bu saldırıyı yapmak için 4. Ordu’nun 7. Ordu ile desteklenmesi gerektiğini, ancak Yıldırım güçlerinin ve gereçlerinin katılımıyla yapılabilecek olan bu saldırıyı kendisinin yönetmesi gerektiğini ve zorunlu olduğunu bildirmişti.

Enver Paşa bu düşünceyi kabul etti ve Irak girişimini erteleyerek Sina cephesinde büyük bir saldırı yapılmasına ve bunun Falkenhayn tarafından yönetilmesine karar verdi.

Saldırı şöyle yapılacaktı: Sina cephesindeki güçler 8. Ordu olacak; 8. Ordu Gazze-Tellüşşerîa cephe kısmını savunacak; 7. Ordu Bîrüssebi’yi hareket üssü sayarak ve çölden dolaşarak düşmanın sağ yan gerisine kuşatma yapacak; düşmanın kanal yönündeki ulaşım hattını tehdit ve onu denize doğru tazyik edecekti.

Plan, kuramsal olarak mükemmeldi. Yalnız düşünülmemişti ki, İngilizler Gazze-Tellüşşerîa cephesi karşısındaki tahkimatlarını, sağ kanatlarının gerisine kurarak geriye doğru sahile kadar uzatmakta olduklarından kuşatma bir cephe saldırısıyla sonuçlanırdı ve kuşatma denize kadar uzasa ve İngilizlerin Mısır ile ulaşımı kesilse bile, düşman, Çanakkale’de olduğu gibi, arkasını denize dayayarak mevziini savunabilirdi ve kuşatma ordusu, arkası çöl olarak, çok güç bir duruma girerdi.

Ağustos ve Eylül aylarında İngilizler, atlı güçleriyle, Bîrüssebi’nin batı ve güney cepheleri önünde zorunlu keşifler, arazi keşifleri, ölçmeler yaptılar. Kuyular açtılar. Bu hareketler Bîrüssebi’ye saldırı hazırlığıydı.

Bîrüssebi’ garnizonu desteklendi ve Bîrüssebi’nin savunması III. Kolordu Komutanı Albay İsmet Bey’e verildi.

Eylül ortasında garnizon –II. Kolordu– şu güçlerden ibaretti: Çok zayıf bir süvari tümeni (iki alay, bir batarya), 27. Piyade Tümeni (yedi tabur, dört batarya), 24. Tümenden bir piyade alayı (48. Alay), 16. Tümenden bir piyade alayı (3. Alay) ve bir topçu taburu (39. Alayın II. Taburu). Bu kuvvet 4.400 tüfek, 60 makineli tüfek, 28 top idi.

Arazinin oluşumu gereği olarak esas savunma hattı batıda kasabadan üç kilometre, güneybatı ve güneyde beş kilometre uzakta idi ve on iki kilometre uzunluğundaydı.

30 Ekim akşamı:

Cephede         48. Piyade Alayı ve 39. Topçu Alayının II. Taburu (bir bataryası hariç) ile desteklenmiş 27. Tümen mevziin batı, güneybatı ve güney cephelerini kapsıyordu.

İhtiyat olarak  Süvari Tümeni kasabanın doğusunda ve hemen güneyinde; 3. Piyade Alayı ve bir batarya kasabanın üç kilometre güneybatısında bulunuyordu.

İngilizlerin Bîrüssebi’ye saldırı planı şöyle idi:

XX. Kolordu (53., 60., 74. Tümenler ve 6 ağır batarya) kasabanın güneybatı cephesine saldıracak; Anzak ve Avustralya atlı piyade tümenlerinden oluşan Çöl Atlı Piyade Kolordusu kasabanın güneyinden ve doğusundan dolaşarak doğudan ve kuzeydoğudan saldıracak ve garnizonun Kudüs caddesinden çekilmesini engelleyecekti.

29 Ekim 1917 günü uçaklarımız Bîrüssebi’ karşısındaki düşman güçlerinin önemli biçimde desteklenmiş olduğunu keşfettiler. 27 Ekimden beri Gazze’ye olağanüstü şiddetli ağır topçu ateşi yapılıyordu. 30 Ekimde üç savaş gemisi de Gazze önüne gelerek bombardımana katıldılar.

31 Ekim günü tan doğarken otuz kadar hafif ve ağır batarya 67. Piyade Alayı tarafından ele geçirilmekte olan güneybatı cephesine ateş açtılar. Bu ateşin korumasında 60. ve 74. İngiliz Tümenleri saldırı için yayıldılar. Batı cephesine karşı bir piyade tugayı ile desteklenmiş Hecinsüvar Tugayı ilerledi. Bu güç Türk mevziine gözdağı verecek fakat saldırmayacaktı. 53. İngiliz Tümeni Bîrüssebi’ saldırısını Tellüşşerîa’ya karşı örtmek ve garnizon kuzeye doğru çekilecek olursa ona saldırmak için XX. Kolordunun kuzey kanadı gerisinde hazırlık durumu aldı.

Kasabanın güney cephesi karşısında yalnız zayıf süvari görüldü.

İsmet Bey 30/31 Ekim gecesi iki tümen olduğu kestirilen çok sayıda süvarinin, kasabanın yirmi kilometre güneyindeki bir kuyu noktasından, kasabanın on beş kilometre doğu güneyindeki bir kuyu noktasına doğru ilerlediğini 31 sabahı haber aldı. Bu haber üzerine süvari tümenini, düşman süvarisinin Bîrüssebi’yi kuşatmasına engel olmak için kasabanın kuzeydoğusundaki sırtlara gönderdi ve Bîrüssebi’nin beş kilometre doğusunda bulunan ve etrafa egemen olan Tellüssebi’ tepesini, yedekteki piyade alayından 300 tüfek ve 6 ağır makineli tüfek bulunan bir taburla tutturdu. Bu alayın diğer iki taburuyla da, güçlendirilmiş cephenin sol kanadıyla Tellüssebi’ arasında, beş kilometre genişliğindeki boşluğu kapattı.

Güneybatı cephesine saldıran İngiliz piyadesi mevziye 400-500 metreye kadar yaklaşınca, İngiliz bataryalarının bir kısmı, esasen zayıf yapılmış olan tel örgü engellerini imha ateşi açtılar ve öğleye doğru piyadeler hücuma kalktılar. Kanlı savaşlar oldu. İngilizler en sonunda 67. Alayın mevzilerinde yerleşmeyi başardılar. Batı-güney cephesi yarılmıştı.

İsmet Bey 27. Tümen kıtalarının Bîrüssebi’den geçen ve doğu-batı yönünü izleyen Sebi’ vadisinin gerisine çekilmesini emretti.

İngiliz atlı güçleri saat 8 ile 9 arasında doğu yönünden Tellüssebi’ye doğru ilerlemişlerdi. Oradaki piyade taburu ve onun hemen gerisindeki iki batarya yiğitçe dövüştüler ve düşmanın iki atlı tümenini altı saat durdurdular. Tellüssebi’nin kuzeydoğusundaki zayıf süvari tümenimiz de düşman süvarilerinin çevirme hareketini Kudüs caddesine kadar yaymalarını engelledi.

Tellüssebi’ saat on beşte düştü.

Çekilme yolu tehlikeye düşen İsmet Bey genel çekilme emrini verdi. Bu esnada bir İngiliz atlı tugayı, güneyden çekilmekte olan kıtalara atlı saldırmış ve Bîrüssebi’nin kenarına kadar ilerlemişti. İsmet Bey ve kurmayı esir olmaktan dar kurtuldular.

*

*   *

İngilizler 70 subay 1458 er esir aldılar ve 9 top elde ettiler.

III. Kolordu ağır bir yenilgiye uğramıştı. Fakat İngilizler beş misli üstünlükle –üç piyade tümeni (38 tabur), iki atlı piyade tümeni (54 bölük), hecinsüvar tugayı (bindirilmiş üç tabur) ile– ve her taraftan saldırmalarına karşın, on üç piyade taburu ve iki süvari alayından ibaret olan Bîrüssebi’ garnizonunun çekilme hattını kesmeyi ve onu yok etmeyi başaramadılar.

General von Kress kitabında, “İngilizlerin Bîrüssebi’yi doğudan kuşatmaya ve Bîrüssebi’ye doğudan saldırmaya cüret edebileceklerine orduca hiç ihtimal verilmemiş ve böyle bir hal için hiçbir hazırlık yapılmamış ve bir tedbir alınmamış olduğunu” itiraf etmiştir. Halbuki ayın otuzuncu günü gelen haberlere göre düşmanın iki atlı tümen ile kasabanın güneyinde, 1-2 piyade tümeni ile batı cephesi önünde saldırıya hazırlandıklarından şüphe edilemezdi. Ve her taraftan kuşatılmaya müsait olan Bîrüssebi’ mevziine, o kadar çok atlı kuvvetlere sahip olan İngilizlerin doğudan ve kuzeydoğudan dahi saldıracaklarını beklemek gerekirdi. Dolayısıyla ordu, Bîrüssebi’nin, bütün kuyular ve tesisat esaslı şekilde tahrip edildikten sonra 30/31 Ekim gecesi boşaltılmasını emretmeliydi. 31 Ekim sabahı savaşı kesmek zorunlu ve mümkün iken güney ve doğu durumunu ayrıntılı olarak sunan ve ordunun kararını soran Kolorduya, öğleye kadar, Ordu Kumandanının cevabı, “Bîrüssebi’ savunulacaktır”dan ibaret olmuştu.

Mareşal Falkenhayn Başkumandanlık Vekâletine verdiği raporda demiştir ki: “8. Ordu Komutanı (General von Kress) III. Kolordu Komutanına (Albay İsmet Bey), Bîrüssebi’de kalmak artık mümkün olmayınca ne yapılması gerektiğine dair açık talimat vermemiştir. Ondan başka durum nazikleştiği vakit Tellüşşerîa civarında yeteri kadar bir yedek kuvvet toplamayı düşünmemiştir. Aksine, benim tarafımdan bu hususta yapılan tavsiyeleri su problemlerinden söz ederek yerine getirmemiştir. Kanaatime göre bu ihmallerin biricik açıklama tarzı şudur ki, Von Kress Paşa İngilizlerin Bîrüssebi’ye karşı harekâtını son âna kadar yanlış takdir etmiş ve bir gösterişten ibaret olarak algılamıştır.”

Bu rapor, Alman mareşalinin, Alman generalini ağır bir şekilde sorgulaması ve suçlamasıdır.

Üst komutanların görüş hatalarının cezasını, daima savaş meydanındaki birlik komutanları çekerler ve onlar, amirlerinin hatalarını kendi kanlarıyla öderler.

 

 

27

KUDÜS

Meydan  savaşı  otuz  dokuz  gün  sürdü  –  İkinci  Halife  Ömer,

 Salâhaddin,  Yavuz  –  Mekke,  Medîne,  Kerbelâ,  Kudüs  –

Mareşal  Falkenhayn’ın  raporu  –  Ali  Fuad  (Cebesoy)  Paşa’nın  raporu  –  Kudüs  Valisi  İzzet  Bey’in  raporu  –  “Haçlı  seferlerinin  sonu”  –

Kudüs’ün  kabirlerinde  yatan  son  Hıristiyan  kralları  –  “İnkârcılar!”  –

“Yavuz  Sultan  Selim  Kudüs  mâbedinin  üstüne  Peygamberin

yeşil  sancağıyla  Osmanlıların  al  bayrağını  çekti”  –

“Modern  dünyanın  üstünde  yükselen  efsanevi  hayaller”  –

 “İsa’nın  çarmıha  gerildiği  tepe”  –  General  Allenby’nin

Hicaz  Kralı  Şerif  Hüseyin’e  mesajı  –  Şerif  Hüseyin’in  tebriki  –

Kader’in  alayı.

 

Üçüncü Gazze Savaşı 31 Ekim 1333’te (1917) Bîrüssebi’ saldırısıyla başlamış ve 9 Aralık 1333’te (1917) Kudüs’ün düşmesiyle sona ermiştir. Meydan savaşı Bîrüssebi’-Gazze-Yafa-Kudüs dörtgeni içinde otuz dokuz gün sürdü.

Kudüs düştü. O Kudüs ki, İkinci Halife Ömer Hicaz’dan yamalı aba ile deve sırtında gelerek burayı almıştı. O Kudüs ki, büyük Salâhaddin, 730 yıl önce haçlılardan geri almıştı. O Kudüs ki 400 yıldan beri Osmanlı Türklerinin hâkimiyetinde bulunmakta idi.

Osmanlı Devleti’nin dört kutsal şehrinden –Mekke, Medine, Kerbelâ, Kudüs– üçü savaşın üçüncü yılı sonunda, düşmanın eline geçmiş; biri –Medine– ise kuşatılmış durumda idi.

Mareşal Falkenhayn Kudüs’ün düşüşünü 69 numaralı harp raporunda şöyle bildirmiştir:

Nablus 9 Aralık 1917

Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığından

Başkumandanlık Vekâletine

1– Filistin Cephesi

7. Ordu: Defalarca sorulan sorulara ve verilen talimata rağmen 7 Aralık 1917 akşamına kadar ve bilhassa 7 Aralık 1917 günü düşmanın, Kudüs’ün batı cephesine yaklaştığına dair hiçbir bilgi verilmediği halde, İngilizler karanlıktan, yağmurdan ve sisten istifade ederek 7-8 Aralık gecesi mevzilerimize yanaşmayı başardılar. Sabah saat üçte saldırdılar ve Beyti İsa civarındaki ve Aynikârım doğusundaki siperlerimize büyük bir olasılıkla baskın suretiyle girdiler. Düşman Aynikârim civarındaki başarısını 8 Aralık günü o kadar genişletti ki, Kudüs mevzilerinin kumandanı olan XX. Kolordu Kumandanı, öğleden sonra saat altıda, şehri koruyamayacak bir halde olduğundan dolayı Kolorduyu geri çekeceğini bildirdi. Bu sebeple 7. Ordu, 53. Tümenin topçusuyla Kudüs’teki ağır topçu kendisine katılacak olan III. Kolorduya, kendi sol kanadını Alket üzerinden Elram’a kadar uzatmasını ve XX. Kolorduya da, III. Kolordu ile irtibatta bulunmak şartıyla Anata-Ebudiz hattına kadar geri çekilmesini emretti.

8. Ordu : ……….

2– Fırat Grubu : ……….

3– 6. Ordu : ……….

*

*   *

Kudüs’ten biri kuzeye, Nablus üzerinden Şam’a; diğeri doğuya, Eriha üzerinden Amman’a, Hicaz demiryoluna iki cadde gider. III. Kolordu (İsmet Bey) Kudüs’ün kuzeyinde, Şam caddesini; XX. Kolordu (Ali Fuad [Cebesoy] Paşa) Kudüs’ün doğusunda Eriha-Amman caddesini set edeceklerdi ve içkanatlarıyla birbiriyle irtibatta bulunacaklardı. III. Kolordunun cephesi güneye, XX. Kolordunun cephesi batıya yönelik olacaktı.

*

*   *

10 Birincikanun 1333  (10 Aralık 1917)

XX. Kolordu Kumandanı Ali Fuad (Cebesoy) Paşa’dan

Suriye ve Batı Arabistan Genel Kumandanlığına:

Mevcudu dört bini aşmayan XX. Kolordu, düşmanın üç piyade tümeniyle bir süvari tümeninin saldırısına uğramış, yirmi dört saat boğaz boğaza savaştan sonra düşmanı Kudüs’ün batı ve güney kenarlarında durdurmuştu. Kudüs şehrinin tahribattan korunmasını arzu eden Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığının emri gereğince Kudüs 8-9 Aralık 1917 gece yarısından sonra boşaltılmış ve Kolordu hiçbir şey kaybetmeksizin Kudüs’ün hemen doğusundaki Anata-Ebudiz hattına çekilmiştir. Düşman üç gün devam eden savaşlar esnasında büyük kayba uğramış ve bu sebepten dolayı Kudüs’ün boşaltılmasından on iki saat sonra Kudüs’e girebilmiştir. Kudüs kaybedildi. Fakat Kolordu askeri namus ve şerefini korumuştur.

*

*   *

10 Aralık 1917

Kudüs Valisi İzzet Bey’den

Suriye ve Batı Arabistan Genel Kumandanlığına

On sekiz günden beri savunulmakta olan Kudüs’ün batı ve güneybatısında yığılan üstün düşman birlikleri 8 Aralık öğleden önce saat ikide etrafı kaplayan sisten istifade ederek şiddetle saldırıya geçmiştir. On sekiz saat devam eden savaş sonucunda öğleden sonra saat sekiz buçukta, Yedinci Ordu Kumandanlığından verilen emir üzerine Kudüs’ün boşaltılmakta olduğunu haber aldım. Sivil idare memurlarının Eriha üzerinden Salt taraflarına çekilmeleri emredildi. Bütün milletlerce kutsal olan bir şehrin tahrip edilmesine gönlü razı olmayan Osmanlı Ordusunun şehirden çekildiğini ve kutsal mekânların korunması için polis grupları düzenlediğimi ve polis müdürünü görevlendirdiğimi ve bu medeni ve insani görevi yapmakta olan polis kuvveti hakkında iyi muamele yapılmasını bildirir bir bildiri yazarak bizzat İngiliz kumandanına götürmek üzere Belediye Reisine teslim ettim ve gönderdim. Güvenliğin sağlanması için gereken tedbirlerin tümünü yerine getirdikten ve saat beş buçukta en son neferimiz geçtikten sonra tam bir dinginlik ve durgunluk içindeki Kudüs’ü terk ederek emrimdeki memurlarla Erîha’ya geldim.

*

*   *

Paris’te çıkan Le Temps gazetesi “Haçlı Seferlerinin Sonu – La fin des Croisades” başlıklı makalede demiştir ki:

“Kudüs’te gürleyen top kutsal şehrin kabirlerinde yatan Kudüs’ün son Hıristiyan krallarını titretecektir.

5 Ağustos 1187’den beri Kudüs inkârcıların elinde idi. Mısır ve Suriye Sultanı Salâhaddin’in zaferi bütün Hıristiyanlık dünyasına öyle bir dehşet salmıştı ki vak’anüvisler, tarihçiler, şairler bu felaketli olayı aktara aktara bitiremediler. Bu zafer yani bu felaket hemen yüzyıllık bir hanedanın gayretlerinin sonucunu tek bir günde yok edivermişti. Hem nasıl bir gün? Salâhaddin, ağır silahlanmış, sıcaktan bunalmış şövalyeleri, hafif süvarileriyle Taberiye gölü civarında kasırga gibi bastırmış; açılan gedikten Kudüs’e girmiş; kutsal toprak, Hıristiyanlık kurbanlarının kanıyla, kıpkızıl olmuştu. Bu kıyımdan sağ kalanların fidye –her erkek için on altın, her kadın için beş altın– karşılığında çıkıp gitmelerine müsaade edildi.

Bu faciadan beri yedi yüzyıl geçti. Arada kutsal şehir sahiplerini değiştirdi. Fakat Arap hâkimiyetinden, Türklerin eline geçmek için değiştirdi. 1517’de Yavuz Sultan Selim, Câmi-i-Ömer olmuş olan Kudüs mâbedinin üstüne, Peygamberin yeşil sancağıyla Osmanlıların al bayrağını çekti.

Bugün Sultan Selim’in yerine geçen kişi, Arslan Yürekli Richard’ın vatandaşlarının torunları tarafından Filistin’den sürüldü.

Tarihin ne acayip geri dönüşleri ve sanki en eski zamanlardan belirlenmiş bir ahengin ölçüsüne tâbi uygunlukları vardır. İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard ve Fransız Kralı Philippe, doğudan gelen ve Avrupa’yı tehdit eden tehlikeyi bildiren fena haberlerden pek heyecanlanarak 1188 senesi Ocak ayında Normandiya’da birleşmişler ve bir ittifak andlaşması imzalamışlardı. Bu andlaşma, ‘Samimi itilaf’ – Entente cordiale”ın uzak başlangıcı ve girişi oldu. Onların hayal ettikleri şey yani Filistin’in geri alınması İngiltere ile Fransa’nın kardeşçe dostluk bağlarıyla birleşmiş oldukları bu savaşta gerçekleşmektedir.”

*

*   *

Aynı gazete “Kudüs’ün Kurtuluşu” başlıklı başyazısında şöyle demişti:

“General Allenby Türkleri ve Almanları kovduğu Kudüs’e bugün, Fransız Yüksek Komiseri Mösyö George Picot da beraberinde olduğu halde giriyor.

……….

Filistin’i kurtarmakla General Allenby Britanya İmparatorluğu’na büyük bir hizmet yapmıştır. İngiltere ile Hindistan arasındaki denizyollarının anahtarı olan Süveyş Kanalı bundan böyle, emniyettedir ve Mısır artık savaş cephesinden çok uzaktadır.

……….

Kudüs’ü kaybetmezden önce genç Türkler ve onların Alman efendileri Mekke’den, Bağdat’tan, Necef ve Kerbelâ’dan kovulmuşlardı. Müttefikler doğunun kutsal şehirlerini birer birer kurtardılar.

……….

Bu kutsal şehirlerin efsanevi hayalleri, modern dünyanın üstünde yükselmektedirler. Bu efsanevi hayaller, insanlığı yaşatan ve geçmişten miras kalmış olan ideal haznesinin sembolleridir.

Fakat bu hayallerin hiçbiri İsa’nın çarmıha gerildiği tepeden daha güzel değildir.

Şimdi –ki müttefikler bu tepenin koruyucularıdır– dini bir duygu, onların, davasını asilleştirmekte ve vicdanen ne kadar samimi olduklarını göstermektedir.”

General Allenby, Hicaz Kralı Şerif Hüseyin’e şu telgrafı göndermişti:

“Düşman Kudüs’ten kovulmuş olduğundan bu şehir, şimdi elimizde ve güvenliktedir. Mübarek makamların sapasağlam olarak Müslümanların muhafazasında bulunduğunu zât-ı şahanelerine haber vermek benim için büyük bir sevinçtir. Mübarek makamların koruyucularını yerlerinde bıraktık. Bunlar vazifelerini normal zamanındaki gibi yerine getirmektedirler.”

Şerif Hüseyin şu cevabı (Le Temps gazetesinde okunmuştu) verdi:

“Sevimli mesajınıza pek çok teşekkürler. Tarihi mübarek makamlara karşı gösterilen büyük saygı ve özenleri ve Büyük Britanya’nın şerefini yükselten parlak zaferleri, sizin iyilik ve şeref duygularınıza borçluyuz. Hakkı ve adaleti savunanlar, her zaman ve her yerde, başarıya ulaşmak suretiyle, mükâfatlandırılırlar.”

Müslümanların Peygamberlerinin torunlarından Şerif Hüseyin, “Türkleri Kudüs’ten kovan” İngiliz Generalini işte böyle tebrik etmişti.

*

*   *

Bu makalelerin ve bu telgrafların, bu tafraların ve bu övünmelerin hiçlikleri, sonraki ve bugünkü olaylar ışığı altında, çok iyi belirmektedir:

General Allenby’nin “Türklerden kurtardığı” Kudüs şehri, şimdi, İsa’yı çarmıha gerdiren İsrail evlatları devletinin başkentidir.

Taç ve tahtını Allenby’ye borçlu olan eski Hicaz Kralı Hüseyin’in tahtında, mezarlara tapmayı reddeden bir mezhebin reisi, halk ve çöl çocuğu İbnüssuut oturmaktadır.

“Bundan böyle emniyettedir” denilen Süveyş Kanalı bugün Mısır’ın tehdidi altındadır ve “Artık savaş cephesinden çok uzaktadır” denilen Mısır, bizzat savaş sahnesi oldu.

“Kader’in garip bir alayı!

 

 

28

MAREŞAL FALKENHAYN — İSMET BEY

“Refet  nasıl?”  –  “Refet  Bey  pek  iyi”  –  “İsmet  Bey  nasıl?”  –

“İsmet  iyi.”

 

Mareşal bana sordu:

“Refet* nasıldır?”

“Refet Bey pek iyidir” dedim.

 

Ben Mareşale sordum:

“İsmet Bey nasıl?”

“İsmet iyi – İsmet ist gut” demişti.

 

Mareşal “Refet nasıl?” sorusunu Refet Bey’in nasıl olduğunu anlamak için sormuştu.

Ben “İsmet Bey nasıl?” sorusunu Mareşalin İsmet Bey’i nasıl bulduğunu anlamak için sormuştum.

Mareşalin “İsmet iyi” sözü, İzzet Paşa’nın “İsmet Bey her görevi yapar” hükmüne benziyordu.

 

*) Sina cephesinde XXII. Kolordu Komutanı ve Gazze kahramanı General Refet Bele.

 

 

29

FİLİSTİN CEPHESİ

Kutsal  şehrin  beraber  düşürdüğü  Alman  mareşali  ve

iki  Alman  generali  –  “Ateşten  gömlek”  ve  samurdan  kürk  –

“Bizim  memleketli  birisinden  beklenmeyen  bir  cevap”  –

“Hammer’i  okur  ve  tahammül  ederim”  –  Ben  de  okur  ve

tahammül  ederdim.  –  “Çıplak  ve  yalınayak  subaylar”  –

“Üçyüz  çift  ayakkabı  için  en  alçakcasına  minnet  yüz  suyu

döküyorum”  –  Falkenhayn’ın  Kurmay  Başkanı

Albay  von  Dommes’in  mektubu  –  “Benim  dünyada

en  az  tahammül  edebildiğim  şey  merhamet  edilmektir.”

 

Kutsal şehir üç kişiyi de beraber düşürdü:

Önce 8. Ordu Komutanı eski Sina cephesi Komutanı General Kress von Kressenstein;

Sonra Başkomutanlık Vekâleti Kurmay Başkanı General Bronsart von Schellendorf;

En sonra Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Mareşal Falkenhayn.

Von Kress’in yerine Sekizinci Ordu’ya Cevat Paşa –Çanakkale ve Galiçya kahramanı– geldi.

Yedinci Ordu’nun (III. ve XX. Kolordular) Komutanı, Fevzi Paşa –Mareşal Fevzi Çakmak– idi.

Sina Cephesi Komutanı General von Kress’i, İsmet Bey “ateşten gömlek” diye nitelendirmişti. Şimdiki Ordu Komutanı, bilge ve faziletli Fevzi Paşa için “ateşten gömlek” denemezdi. O, tam aksine, “samurdan kürk” idi.

*

*   *

Günlük savaş raporlarında Kudüs savaşları başlayıncaya kadar cephenin ismi “Sina Cephesi” idi. Şimdi “Filistin Cephesi” oldu.

1916’da Kanal Cephesi,

1917’de Sina Cephesi,

1918 başlarında Filistin Cephesi.

*

*   *

İsmet Bey’den şu mektubu aldım:

14 Kanunusani 1334 (14 Ocak 1918)

Pek sevgili kardeşim Fuad,

Herhalde doğru olmadığına inandığım için, dilimde, beni unuttun diyecek kuvvet bulamıyorum. Sen beni unutmazsın. Fakat bilirsin ki, ben de seni hatırımda hiçbir an yok sayamam. Bu karşılıklı sonsuz güven muhakkak olmakla beraber niçin bana hiç yazmazsın? Ah Fuad senin bu şeylerini hiç affedemem. Gerçi sık sık benim sıhhatimi aradın; bir arzum olup olmadığını sordun. Fakat bu, kâfi mi idi? Senin yazılarına en çok muhtaç olduğum günler içinde idim ve günler içindeyim. En katı bir yürekle sen, benim bu ihtiyacımı nasıl ihmal ettin? Söylesene. Kendini affettirecek hiçbir dayanağın yok. Fakat bir çaren var: Bana birden yirmi beş sayfa yazmak ve bu mektubumu getiren subayla elden bana göndermek… Başka türlü en korkunç günahlardan biri altında kalacaksın.

Benim hayatım işte, kuru ve ahenksiz geçiyor. Bildiğim ve okuduğum sonuçları, hatta hafifletemeyerek, didinip duruyoruz. Filistin’in bir ucundan başladık. Öteki ucuna yakın durduk. Sonu belirsiz. Hiçbir şeyden haberdar değiliz.

İki üç günden beri çok meşgul idim. Yıldırım benden Kress’in Bîrüssebi’ hakkındaki bir raporu (17 Kasım tarihli) üzerine görüşümü sordu. Kress, Seb’in düşüş sebebi olarak, benim daha asıl saldırı başlamadan önce bir tabura kadar bütün yedeklerimi sarfetmiş olduğumu ve piyade altmış yedinci alayın iyi savaşmamış olduğunu ve benim, Süvari Tümenini müteharrik kullanmayarak Tellüssebi’ civarında bir mevzide sabitleştirmiş olduğumu söylüyor ve Süvari Tümeninin biraz daha etkin bir şekilde kullanımıyla Bîrüssebi’nin kurtuluşu mümkün olacak idüğünü söylüyor. Bana yüklediği hatalar bunlar. Raporda daha birçok şeylerden bahsolunuyor. Bunlara birer birer cevap verdim. Cevap herhalde benden cevap isteyenlerin hiç beklemediği bir şey olacak… Belki yıldırımlar ve tufanlar kopacak. Zannedilebilir ki, bizim memleketli birisinden böyle bir cevabı herhalde beklemezlerdi. Kress’in yazdığını ve benim yazdığımı aynen burada sana yazmaya imkân yok. Biraz merakta kal. Ah ne vakit bir daha nerede görüşeceğiz? Seninle beraber iki gün bulunmak en güzel ve en ziyade kuvvet veren bir hava değişimidir. Bu nimete kavuştuğum birkaç fırsattan en iyi şekilde yararlanmamış olduğum kuşkusuyla ne kadar duyguluyum ve ne kadar üzüntü duymaktayım. Hiç imkân yok mudur, sen gelmeyecek misin?

Bulunduğumuz çevre her türlü samimiyetten uzak… Böyle sefer ve savaş hakikaten güç…

Yıldırım’ın nihayet beni atacağına veya beni nihayet atılmaya sevk edeceğine şüphe yok. Fakat bu günü sükûnetle beklemeyi ve yalnız, vicdanen, böyle bir fırsatı vermekten kaçınmayı hareket çizgisi kabul ettim. Şimdiden ve ihtimal ki halkın görünüşte hoş göreceği bir bahaneyi, onlar buluncaya kadar beklemeyip, herhangi adi bir sebep ile çekilmek mantıka uygun sayılabilir. Fakat ben, bunu yapamayacağım. Düşman karşısında bir defa bulunmuş iken, geleceğe ait ve kesinlik derecesi elbette bir zerre olsun şüpheli bir kuşku ile çekilemeyeceğim.

……….

Cemal Paşa İstanbul’a gitmiş. Sen yalnız kalmışsın… Bana biraz bilgi veremez misin? Bu ne vaziyettir? Hicaz ne haldedir? Ve ne olacaktır? Yıldırım size de karışıyor mu? Yıldırım, vatanımın bugün elimizde bulunmayan ne kadar parçası varsa tamamen kendisi vermiş olan Yıldırım bakalım Suriye için ne cehennem olacak?

İyi haber Rus barışı devam ediyormuş. Allah verse kesintiye uğramasa. Bu hususta ne biliyorsun?

Hammer’in beş cilt tarihini kardeşim gönderdi. Vakit buldukça okur ve tahammül ederim. Bununla beraber ben kolay tahammül ediyorum. Sükûnetle istifade ediyorum. Başka bir şeyim yok. Nadiren gazete gelir.

Tütünler geldi. Bana bir iki şişe odol gönder. Sağlık haberini eksik etme. Her halde pek ayrıntılı bir cevap yaz.

Gözlerinden ve ellerinden sonsuz öperim kardeşim.

İsmet

Çıplak ve yalınayak subaylarım var. Şam menziline üç yüz çift ayakkabı için en alçakcasına minnet yüz suyu döküyorum. Bakalım ne netice alabileceğim. Sen, bunlar için ve biraz elbise için, fakat bunları gönderebilmek için pek büyük bir lütuf yapabilirsin. Ordu Sıhhiye değerli başkanına* hürmetler ve saygılar.

*)         Sayın Doktor Neşet Ömer Bey.

 

*

*   *

Hammer’i ben de Şam’da okurdum; ben de tahammül ederdim; utanarak, acı duyarak ve üzülerek istifade ederdim.

Yıldırım –Mareşal Falkenhayn– İsmet Bey’i atmadı ve atılmaya sevk etmedi. Alman Mareşali, Alman Generalini, von Kress’i attı. İsmet Bey’i ise muhafaza etti.

1918 senesi Şubatında Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına Mareşal Liman von Sanders tayin edildi.

Bir yıl önce Almanya’dan İstanbul’a geldiği zaman, geleceğin Bağdat fatihi sıfatıyla, parlak bir şekilde karşılanmış olan Mareşal Falkenhayn şimdi Almanya’ya dönerken İstanbul’da aynı şekilde uğurlandı.

Mareşalin Kurmay Başkanı Albay von Dommes’in Yıldırım Ordular Grubu Harekât Şubesi Müdürü Binbaşı von Papen’e –eski Alman Büyükelçisi aziz ve sevgili dostum von Papen– gönderdiği mektubu okumuştum. Diyordu ki: “İstanbul’da bize ziyafetler ve madalyalar verildi. İkramlar, ağırlamalar yapıldı. Bizi Sadrazam kabul etti. Sultan kabul etti. Türkler bize karşı son derece nezaket gösterdiler. Filistin ve Kudüs hakkında ne doğrudan doğruya ne de en ufak bir işaret ya da değinide bulunmadılar. ‘Hani Bağdat’ı geri almak için gelmiştiniz. Kudüs’ü İngilizlere verip gidiyorsunuz’ demediler. Türkler bize acıyorlar gibi idi. Bu kadar nezaket ve merhamet bizi âdeta incitti. Bilirsiniz, aziz dostum ki, dünyada benim, en az tahammül edebildiğim şey merhamet edilmektir.”

 

 

30

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN

SONUNA DOĞRU

Yarından  endişe  –  Manalı  kelime:  “Sıkı  bağlılık  ve

dayanışma”  –  “Eğer  bir  kuşak  içinde  vatanımın

bağımsızlığa  kavuşacağından  ümidimi  kesersem…”  –

Lise  tarih-coğrafya  hocası.

 

İsmet Bey, harbin başında, gelecekten endişeliydi. Harbin sonuna doğru da yarından endişeliydi. Almanya yenilirse bizim için yok oluş kesindi. Fakat İsmet Bey, Almanya galip gelirse de bizim için tehlike seziyordu.

Başkumandanlık Vekâleti Harekât Şubesi Müdürü Yarbay Feldman, harpten sonra Osmanlı Devleti ile Almanya’nın münasebeti hakkında “enge Verbindung – sıkı bağlılık ve dayanışma” tabirini kullanmış. İsmet Bey, bu manalı kelimenin manasını anlamak istemiş ve anlamaya çalışmış. Lakin Feldman kaçınmış. Söylememiş.

İsmet Bey Almanya’nın bize karşı niyetinden kuşkulanıyordu. Acaba “sıkı bağlılık ve dayanışma” ne demekti?

Harbin dördüncü yılında Osmanlı Ordusu pek zayıflamıştı. Kuvvetlerimiz erimekte idi. Almanya bize ciddi bir yardım etmiyor ve kuvvet göndermiyordu.

İsmet Bey’in korktuğu şu idi ki, Almanya, ancak bizim kuvvetimiz kalmadığı fakat zaferin kendisi için yakın göründüğü zamanda bize yardım için kuvvet, mesela iki avcı tümeni gönderecekti ve hükümet merkezi Almanların askeri işgali altında bulunacaktı. Siyaseten de bizi nüfuzları altına alacakardı.

Sıkı bağlılık ve dayanışma tam bağımsızlık demek değildir değil mi? Bağımsızlığımızı kazanmak için Almanlarla birlikte harbe girmek; dört yıl, dokuz cephede seller gibi kan akıtmak; sonunda büyük müttefikimizin uydusu olmak: Bu, talihin ne acı alayı olurdu!

İsmet Bey bana demişti ki: “Eğer bir nesil (kuşak) boyunca vatanımın bağımsızlığa kavuşacağından ümidimi kesersem askerlikten çıkar, gençliği gelecek bağımsızlık mücadelesine hazırlamak için bir lisenin tarih-coğrafya hocası olurum.” Demek ki dost ve müttefik Almanya’ya karşı bağımsızlık mücadelesi, düşman İngilizlere karşı bağımsızlık savaşından daha zor olacaktı.

İsmet Bey lise tarih-coğrafya öğretmeni olmadı. Anadolu’da Genel Kurmay Başkanı ve Batı Cephesi Kumandanı oldu.

 

 

31

SİLAH BIRAKIŞMA (MÜTÂREKE)

Tatra  –  Simsiyah  iki  dilim  ekmek  – Cehennem  –

Osmanlı  Devleti’nin  güney  sınırı  Hint  Okyanusu  idi  –

Tanrı  başka  türlü  takdir  etmiş  –  Kaza  ve  kaderin

kopardığı  zincir  –  Konya,  bin  metre  yüksekliğinde

bol  güneşli  yayla  –  Daima  kanayan  derin  yara  –

Ayla’nın  sorusu

 

Epey zaman önce başlayan ve Sina Cephesine açık bir uçak ile yaptığım seyahatte üşüyerek artan bir göğüs nezlesi, 1918 senesi yazın, Şerîa Cephesinde akciğer örtüsü iltihabına dönüşmüş ve Macaristan sanatoryumlarında tedavi edilmek üzere altı ay hava değişimine gerek duyulmuştu.

İstanbul’da Enver Paşa’dan İsviçre’ye gönderilmekliğimi istirham ettim. Uygun görmedi. Zorunlu olarak Tatra’ya gittim.

Tatra Karpat Dağları’nın güney yamacındadır ve Macar zenginlerinin yazlığıdır. Fakat iklim itibariyle sanatoryum şartlarına sahip değildir. Çok rutubetli, yağmurlu, rüzgârlı, fırtınalı idi; güneşi az, havası çok kararsızdı. Bir Macar profesörü, “Tatra’da biricik iyi şey suyudur” demişti.

Bir kasırga, sanatoryumların etrafında, uzak mesafelere kadar bütün çam ağaçlarını devirmiş; gövdelerini, yerden yaklaşık bir metre yüksekliğinde koparmıştı. Bu kırık ve kuru çam parçaları, uzaktan, sınırsız mezar taşları gibi görünüyor; Tatra, büyük bir kabristana benziyordu.

Ateşkes olur olmaz Tatra havalisi Slovakya oldu. Çekoslovakya’nın bağımsızlığı, daha harp içinde, İtilaf Devletlerince tanınmış ve Çek lejionları onların safında harbe girmişti.

Dost, müttefik, kardeş Macaristan’a bir Türk Kolordu Komutanı olarak gelmiştim. Şimdi, düşman bir memlekette bir düşman subayı oldum.

Macaristan’da komünistler hükümete geçtiler. Slovakya’nın Macaristan’a sınır bölgelerinde de karışıklıklar çıktı. Slovakya’yı işgal eden Fransız kuvvetlerinin komutanı sıkıyönetim ilan etti. Tatra’da yiyecek içecek buhranı, kömür yokluğu başgösterdi. Elektrikler kesildi. Kaloriferler soğudu. Gıdasızlık, soğuk, karanlık, hastalık, düşman subayı durumu, sıkıyönetim… ve maddi, manevi baskı. Vatanla da ulaşım ve bağlantı tamamen kesilmiş, aynı zamanda sanatoryum tahsisatı da kesilmişti. Tatra cehennem oldu.

Vatan endişesi ve vatanın bilinmez ve karanlık yarını endişesi de içimi sızlatıyordu.

Bir akşam, yemek salonunda, tek kişilik masamda otururken, mumun titrek ve zayıf ışığı altında, simsiyah iki dilim ekmek önümde, hüzün ve üzüntümden ağladım… Güç bela ve iyileşmemiş olarak, İstanbul’a döndüm.

*

*   *

Şerîa Cephesinden gelerek İstanbul’dan ayrıldığım zaman ile Tatra’dan İstanbul’a döndüğüm zaman arasında, vatanda küçük bir yıkım olmuştu. İstanbul Senegalli Fransız ve Hintli İngiliz birliklerinin işgali altında idi. Taşkasap’taki evim, Fatih yangınında, eşyası ve hatıralarıyla beraber yanmıştı. Emir erimin evinde kiracı bulunuyordum.

Tatra’da düşman subayı. İstanbul’da, Damat Ferit Hükümeti zamanında, İttihatçı Cemal Paşa’nın Kurmay Başkanı… Zaten iyileşmemiş olduğum için, maddi ve manevi yoksunluklar ve ıstıraplar içinde yeniden hastalandım.

*

*   *

İsmet Bey ziyaretime geldi. Yer yatağımın yanındaki sandalyeye oturdu. İsmet Bey’le en son Kudüs’te görüşmüştük. Vatanın güneybatı ucunda savaşıyorduk. Osmanlı Devleti’nin güney sınırı Hint Okyanusu’ydu.

İsmet Bey, vatanın felaketi karşısında, bağımsızlık mücadelesine atılmaktan başka yapılacak iş olmadığnı söyledi. Metindi. Azimliydi. Kararlıydı ve gelecekten de emindi.

İsmet Bey 20 Mart 1336’da (1920), er kıyafeti ile Anadolu’ya gitti.

İstanbul Hükümeti, onu idama mahkûm etti.

Beyazıt’taki Merkez kıraathanesinde –otuz yıl önce kurmay adayı son sınıftaki İsmet Efendi’nin, benden Almanca hocası istediği kıraathanede– İsmet Bey’in ihtiyar babasıyla konuştum. Çok sıkıntılı ve rahatsızdı. Fakat gene metindi. “Allah’ın cilvesi” diyordu. İdama mahkûm edilmiş oğlunu, bir daha göremeden öldü.

*

*   *

Eğer İsviçre’ye gönderilmiş olsaydım, az zamanda iyileşecek; şimdi, ben de bağımsızlık mücadelesine gidecek ve “eşsiz kahraman” Mustafa Kemal’in kutsal hürriyet bayrağı altında savaşacaktım.

Tanrı başka türlü takdir etmiş. Hasta olarak, İstanbul’da, çok acı günler yaşadım.

Bağımsızlık Savaşından sonra Bursa Özel Kurulu, davete olumlu cevap vermediğimden dolayı, askerlikle ilişiğimin kesilmesine karar verdi. Gazi Mustafa Kemal Paşa bu kararı öğrenince, “Rahatsızlığım sebebiyle, iyileşinceye kadar İstanbul’da kalmaklığım için bana emir vermiş olduklarına” tanıklık etti ve karar kaldırıldı.

Konya’da Harp Tarihi Şubesi Müdür Yardımcılığına atandım. Şube Müdürü sayın hocam General Pertev (Demirhan) idi. Bu görev Alay Komutanlığına denk idi. Lakin kaza ve kaderin kopardığı zincir tekrar bağlanıyordu. Hemen sonrasında Harp Tarihi Şubesi Müdürü oldum. Konya bin metre yüksekliğinde, rutubetsiz, bol güneşli bir yayladır. İklimi, Tatra’dan bin kat güzeldir. Konya’da tamamen iyileştim.

İzmir Müstahkem Mevki Komutan Vekili, İzmir Müstahkem Mevki Komutanı oldum. General oldum.

1930’da Diyarbakır’da Kolordu Komutanı oldum. Korgeneral oldum.

Harp Akademisi Komutanlığına atandım. On yıl bu görevde bulundum.

Birlik sicilleri belirli bir süre içinde yenileşmek gerektiği için, İkinci Dünya Savaşı esnasında, Çatalca hattında III. Kolordu Komutanı oldum yani üçüncü defa Kolordu Komutanı (birinci defa, 1917 yılında, önce Hicaz çölünde, sonra Şerîa cephesinde VIII. Kolordu Komutanı) olmak üzere III. Kolordu Komutanı oldum.

Askerî Yargıtay Başkanı oldum. Orgeneral oldum.

Lakin İstiklal Savaşı’na katılamamış olmaklığımın acısı yüreğimde hiç azalmadı. O, daima kanayan derin bir yaradır.

*

*   *

1941 senesinde, altı yaşındaki kızım Ayla bana sordu: “Baba! Senin madalyan yok mu? Sen, Atatürk’ün, İnönü’nün yaptıkları savaşta bulunmadın mı?”

Babasının, Bağımsızlık Savaşında bulunmamış olması kızıma pek ağır geliyordu. Ayla’nın sorusu yüreğime işledi.

 

 

32

BAĞIMSIZLIK SAVAŞI

Atatürk  güneşinin  yanında  parlak  yıldız  –  İsmet  Bey’in

emeli  düzenli  ordu  idi  –  Ethem  kuvvetlerinin  tepelenmesi  –

1.  İnönü  Savaşı  –  Milli  Türk  Devleti’nin  tarihinin

en  büyük  buhran  günü  –  En  çetin  sınav  –  “Sebatın  mükâfatı”  –

İkinci  İnönü  Meydan  Savaşı  –  Gayet  beceriklice  düzenlenmiş

plan  –  Metristepe  –  Bir  savaş  meydanının  yüksek  bir  sanatkâr

tarafından  yapılmış  tablosu  –  Mustafa  Kemal’in  tarihleşmiş  ve

ebedîleşmiş  tebrik  telgrafı  –  “Siz  orada  yalnız  düşmanı  değil,

milletin  uğursuz  ters  talihini  de  yendiniz”  –  “Gösterişli  atılımlar

ile  dolu  bir  gelecek  ufku”  –  Havaya  savrulmuş  kılıç  darbesi  –

Yunanlıların  yüz  yirmi  bin  kişilik  ordu  ile  saldırısı  –

Savaşı  kesmek  –  Sakarya’nın  doğusuna  çekiliş  –

Mustafa  Kemal  Başkumandan  –  Sakarya  Meydan  Savaşı  –

Ankara  kapılarından  elli  kilometrede  –  Ege  Denizi’nden

Marmara  Denizi’ne  kadar  –  Bir  burç  gibi  ileri  çıkan

Afyon  mevzii  –  Saldırı  planı  –  Güneş  doğarken,

güneş  battıktan  sonra  –  9  Eylül’de  Ordu  İzmir’e  girdi.

 

İsmet Bey 1336 (1920) senesi Nisanının ilk haftasında Ankara’ya geldi. Büyük Millet Meclisi’nde Edirne Milletvekili oldu ve Meclisin kurduğu ilk hükümette, Mustafa Kemal’in teklifiyle, Genelkurmay Başkanlığına seçildi.

Anadolu İhtilal Hükümetinin Genelkurmay Başkanı İsmet Bey. Bu genç kurmay subayının ismi, halkça, henüz bilinmiyordu. Fakat İsmet Bey, kademe kademe gölgeden ışığa, bilinmezden zirveye çıkacak; “gölgede kalmasını bilen kurmay subayı” biraz sonra, Atatürk güneşinin yanında, parlak bir yıldız olacaktı: Türk ihtilal savaşının yıldızı!

Genelkurmay Başkanı İsmet Bey’in asıl amacı düzenli bir ordu kurmak idi. Düşman ordusuna karşı savunmak için de, ona saldırarak kesin sonuç almak için de düzenli orduya ihtiyaç vardı. Kuvâ-yı Milliye ile bu işler başarılamazdı. İsmet Bey, düzenli ordunun kurulması için çalıştı.

*

*   *

Mustafa Kemal 8 Ekim 1920’de İsmet Bey’i Batı Cephesi Kumandanlığına, Refet Bey’i (General Refet Bele) Güney Cephesi Kumandanlığına atadı ve cephelerin emrindeki Kuvâ-yı Milliye’nin düzenli ordu teşkilatına dönüştürülmesine karar verdi.

Kuvâ-yı Milliye’ye mensup birinci Kuvve-i-Seyyare Kumandanı Ethem bu karara karşı isyankâr durum aldı.

28 Aralıkta hükümet Ethem kuvvetlerinin tepelenmesine karar verdi.

Bursa’da bulunan Yunan kuvvetlerine karşı bir tümen –24. Tümen– ve bir alay –126. Alay–; Uşak’ta bulunan Yunan kuvvetlerine karşı da 23. Tümenden iki tabur bırakıldı ve batı cephesinden 11. ve 61. Tümenlerle bir Süvari Tugayı; güney cephesinden 8. ve 23. Tümenlerle ikişer alaylı iki süvari grubu, bir süvari alayı ve bir süvari bölüğü hareket ettirildi. Batı Cephesi Kumandanı İsmet Bey bütün piyade birliklerini emrine alarak isyancı kuvvetlerin bulunduğu Gediz istikametinde harekete geçti. Süvari birlikleri Güney Cephesi Kumandanı Refet Bey’in emrine verilmişti.

İsyancı kuvvetler dağıtılarak Kütahya işgal edildi. 6 Ocakta batı ve güney cephelerinin kuvvetleri Gediz ve Altıntaş bölgesine vardılar. Ethem, yakınlarıyla birlikte, Yunanlılar tarafına geçti.

Aynı günde Yunanlılar Bursa bölgesinden Eskişehir istikametinde, Uşak bölgesinden de Afyon istikametinde ileri harekete geçtiler.

1920 Aralık ayı sonunda, Yunanlıların Bursa-Uşak hattında mükemmel silahlandırılıp donatılmış altı tümenleri vardı; Ethem isyanını fırsat sayarak bundan faydalanmak ve ordumuzu dağıtmak arzusuyla saldırıya geçmişlerdi. Batı ve güney cepheleri birliklerinin büyük kısmı Kütahya, Altıntaş, Gediz bölgelerinde idiler. Bursa bölgesinden ilerleyen düşman kuvveti İnönü mevzilerine daha yakın bulunmakta idi. İsyancı kuvvetlerin, önlerini boş bulurlarsa tekrar memleket içine sarkmaları muhtemeldi.

Bu durum karşısında, iki alaylı 61. Tümen ile bir süvari grubu Kütahya bölgesinde bırakılarak düşmanın asıl kuvvetini oluşturan Bursa grubunu karşılamak üzere batı cephesi kuvvetleri İnönü’ne harekete geçirildi. Mustafa Kemal Ankara’da kurulmakta olan 4. Tümenin sevki mümkün olan birliklerinin tümünü İnönü’ne batı cephesi emrine gönderdi. Bu esnada İnönü mevzilerinin ilerisindeki 24. Tümen oyalama savaşlarıyla düşmanın ilerlemesini geciktirmeye ve zaman kazanmaya çalışıyordu. 4. Tümen birliklerinden bir piyade alayı, bir batarya, hücum bölüğü, süvari bölüğü 8 Ocak saat 18’de İnönü mevziinin sol kanadına yetiştiler. Kütahya’dan gelmekte olan 11. Tümenin birlikleri –bir piyade alayı, bir batarya ve hücum bölüğü– de 9 Ocak sabahı İnönü’ne vardılar.

Düşman 9 Ocak 1921’de İnönü mevziine çattı ve derhal saldırdı. Yunanlılar bölgesel başarılar elde ettilerse de karşı saldırılarımızla hayli sarsıldılar.

10 Ocak günü düşman saldırıya devam etti ve mevziin kuzey kısmıyla güney kısmı arasında ortaya çıkan boşluktan bir alay kadar kuvveti Batı Cephesi Karargâhının bulunduğu İnönü istasyonunun kuzeyine kadar sokuldu. Cephe karargâhı İnönü köyüne nakledildi ve bu düşman kuvvetini durdurmak için bir piyade taburuyla bir süvari bölüğü kuzeye yönlendirildi. Bugün öğleden sonra mevziin güney kanadındaki birliklerimiz düşmanın şiddetli saldırılarını karşı saldırılarla kırdı. Sağ kanatta bulunan birliklerimiz ise düşman saldırıları karşısında daha doğuya çekilmeye mecbur olmuş ve araya da düşman girmiş olduğundan bütün cephenin gerideki mevziye alınması zorunluluğu doğdu.

11 Ocakta düşman, şimdiye kadar verdiği kayıp yüzünden saldırıya devam gücünü kendinde görmediğinden savaşı keserek eski mevzilerine çekilmeye mecbur oldu.

Savaş üç gün sürmüştü.

Birinci İnönü Savaşı’na katılan kuvvetler şunlardır :

Tüfek Mk. Tüfek Top
Türkler 6.000 50 28
Yunanlılar 20.000 150 50

 

Düşman İnönü’ne sayıca üç misli üstünlükle saldırmıştır. Düzenli kuvvetlerle ilk savunma, İnönü mevzilerinde yapıldı. Savunma çetin şartlar içinde cereyan etti. Türk erleri, erbaşları, subayları, komutanları kuvvet ve kabiliyetlerini sonuna kadar kullandılar. Savaş birliklerinin gösterdiği bu yüksek kabiliyet ve gayretle beraber Batı Cephesi Komutanının azim ve iradesi ve üstün sevk ve idaresiyle kazanıldı.

İnönü’nde savaş devam ederken isyancılar, Kütahya’da bırakılmış olan 61. Tümenimize saldırıya geçmişlerdi. Bu tümenin, bu bölgede yaptığı direniş İnönü zaferinin kazanılmasına dolayısıyla yardım etti.

6 Ocak 1921 günü Milli Türk Devleti tarihinin belki en büyük buhran günüydü. İsmet Bey Birinci İnönü Savaşı’nda, zekâsının, iktidarının, enerjisinin bütün ölçülerini gösterdi ve en çetin sınavını verdi.

Büyük Millet Meclisi Albay İsmet Bey’in rütbesini mirlivalığa (tuğgeneral) yükseltti.

Birinci İnönü Savaşı’yla Kuva-yı Milliye devri son bulmuş, Büyük Millet Meclisi Hükümetinin ve ordusunun, içeride ve dışarıda itibarı birden yükselmiş ve ordu ve meclis otoritesi kurulmuştur.

İsmet Paşa “Akşam” gazetesinin bir tebrik telgrafına cevabında demiştir ki: “Birinci İnönü’nde şehit olanlar, memlekette düzeni ve cephede ordu ile savunmayı temin etmek için hayatlarını feda etmişlerdir. Hiçbir savaşın şehitleri bu kadar olağanüstü şartlar içinde ve o derece dünya, hatta ahirete ilişkin menfaatlerden vazgeçerek hayatlarını feda etmemişlerdir.”

Çünkü Halifenin fetvalarına göre Anadolu isyancılarının emirlerine uyarak Yunanlılarla savaşanlar şehit sayılmak şeref ve saadetinden ve hakkından mahrum idiler. Düşmanla işbirliği yapan hainler böyle ferman etmişlerdi.

İzzet Paşa, Birinci İnönü zaferi için, “sebatın mükâfatı” dedi ve kısaca itiraf etti: “Fuad Bey! Biz bunu yapamazdık!”

Yunanlılar, Birinci İnönü Savaşı’ndan sonra Bursa havalisindeki kuvvetlerini artırdılar. Uşak bölgesinde de oldukça kuvvetlendiler. Düşmanın sekiz tümen savaşçısı vardı.

Biz, henüz genel seferberlik yapamamıştık. Düşman, Türk ordusunu, seferberlik yapmadan evvel mağlup ve imha etmek maksadıyla 23 Mart 1921’de bütün kuvvetleriyle Bursa ve Uşak bölgelerinden tekrar saldırıya geçti.

İsmet Paşa kumandasındaki batı cephesi, en kuvvetli tümeni sefer kadrosunun yarısına bile varamamış, zayıf mevcutlu dört piyade ve bir süvari tümeninden ibaret olarak İnönü bölgesinde; Refet Paşa kumandasındaki güney cephesi zayıf mevcutlu dört piyade ve iki süvari tümeninden oluşarak Afyon ve civarında idi.

Yunanlılar, gayet ustaca düzenlenmiş bir planla karşılaştılar. Kuvvetlerimizi düşmana paralel olarak dağıtmaktan, her yeri savunmaktan kaçınılmış, esas savunmanın İnönü mevziinde yapılması, Güney Cephesinde oyalama savaşları yapılması kararlaştırılmıştı.

Genelkurmay, Güney Cephesinden bir piyade tümeni ile bir süvari tümenini Batı Cephesinin emrine hareketlendirmiş, Kocaeli Grubunun (bir piyade tümeni) büyük kısmını da yine bu cepheye göndermişti. İnönü Savaşı’nın devamı müddetince Güney Cephesinden daha iki tümen İnönü’ne gönderilmiştir.

Düşman 27 Martta İnönü mevzilerine yanaştı ve 28 Marttan itibaren saldırdı, 28, 29, 30 Mart günleri düşman birçok yerlerde, bilhassa kanatlarda mevzii önemli başarılar elde etti. Çarpışmalar 31 Mart akşamına kadar devam etti.

Dört gün süren savaş çok kanlı ve canlı oldu. “Mevzilerimiz adım adım savunuldu. Mevziin derinliği içinde gece gündüz durmadan savaş oldu. Gerilemeler oldu. Girintili, çıkıntılı cepheler tutuldu. Çanakkale’de olduğu gibi gayet yakın cepheler kuruldu. Tepeler düştü. Yamaçlar tutuldu. Saldırılara, karşı saldırılarla karşılık verildi. Süngü ile ve süngüsüz tüfeklerin dipçikleriyle vuruşuldu.”

Düşman 1 Nisan sabahından itibaren çekilmeye mecbur oldu ve süvarilerimiz tarafından takip edildi.

İsmet Paşa Büyük Millet Meclisi Başkanı ile İcra Vekilleri Heyeti Başkanına ve Genelkurmay Başkan Vekiline şu raporu gönderdi:

“Saat 18 dakika 30’da Metristepe’den gördüğüm vaziyet: Gündüz Bey kuzeyinde, sabahtan beri sebat eden ve dümdar (artcı) olması muhtemel bulunan bir düşman müfrezesi sağ kanat grubunun saldırısıyla düzensiz olarak çekiliyor ve yakından takip ediliyor. Hamidiye istikametinde temas ve faaliyet yok. Bozüyük yanıyor. Düşman, binlerce  ölüleriyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza terk etmiştir.”

Çok sade ve tabii olan bu rapor, askeri yazının örneği ve iddiadan, tantanadan, tumturaktan uzak olan bu üslup, İsmet Paşa’nın kendisi idi. Bu rapor, bir savaş meydanının yüksek bir sanatkâr tarafından yapılmış tablosudur.

İkinci İnönü Savaşı’na katılan kuvvetler şunlardı:

Tüfek Mk. Tüfek Kılıç Top
Türkler 15.000 150 900 56
Yunanlılar 26.000 1200 1200 96

Kuvvet oranı yaklaşık olarak 1/2 idi.

*

*   *

Ankara

1 Nisan 1921

İnönü savaş meydanında Metristepe’de

Batı Cephesi Kumandanı ve Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa’ya ;

“Bütün dünya tarihinde sizin İnönü Meydan Savaşlarında üzerinize aldığınız görev kadar ağır bir görev almış kumandanlar enderdir. Milletimizin bağımsızlık ve hayatı, dâhice idareniz altında, şerefle vazifelerini gören kumanda ve silah arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine, büyük güvenle dayanıyordu. Siz, orada yalnız düşmanı değil, milletin uğursuz ve ters talihini de yendiniz. İstila altındaki talihsiz topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün, en son sınırlarına kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istila hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu.

Nâmınızı, tarihin övünç ve kıvanç anıtına yazan ve bütün milleti, hakkınızda, ebedi minnet ve şükrana sevk eden büyük savaş ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin, size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için gösterişli atılımlar ile dolu bir gelecek ufkuna da baktığını ve hâkim olduğunu söylemek isterim.”

Büyük Millet Meclisi Başkanı

Mustafa Kemal

 

Bu telgraf, ruh büyüklüğünün, vicdan yüceliğinin örneğidir. Mustafa Kemal, bu telgrafta, takdir ve ululamasını, ölçüp biçmeyerek, tartıp hesaplamayarak bolca ortaya konmuştur.

*

*   *

Büyük Millet Meclisi Başkanı

Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine ;

“Zulüm ve baskı dünyasının en zalimane hücumlarına karşı, yalnız ve şaşkın kalan milletimizin maddi ve manevi bütün kabiliyet ve kuvvetlerini, ruhundaki ateşle toplayan ve harekete geçiren Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa!

Kahraman askerlerimiz, subaylarımız ve askerlerimizle avcı hatlarında, omuz omuza vuruşan Tümen ve Kolordu Kumandanları namına, takdir ve tebriklerinize büyük bir övünçle şükranlarımı sunarım.

Batı Cephesi Kumandanı

İsmet

 

Metni, hitapla eşit ve türünde tek olan bu telgrafta İsmet Paşa, yüksek iltifatından dolayı Mustafa Kemal’e şükranını sunarken iltifatından dolayı Mustafa Kemal’i de en güzel bir anlatımla tanıtıyor, nitelendiriyor ve betimliyordu.

Bu telgraflar, muhatapları kadar yazanları da yükselten ve “eski çağ güzel sözlerini” kıskandıran yazılardır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, İkinci İnönü zaferinden dolayı “İsmet Paşa’yı ve onun şerefli kumandası altında kahramanca savaşan cesur subaylar ve askerlerimizi bütün millet namına tebrik” etti.

İnönü’nde savaş sürerken düşmanın güney grubu Afyon’u almış, ileri kısımlarıyla Bolvadin ve Çay istikametlerinde ilerlemişti. Bu saldırı havaya savrulmuş bir kılıç darbesi oldu.

İnönü Savaşı kazanıldıktan sonra Genelkurmay, İnönü mevzilerinden beş tümeni Altıntaş bölgesine gönderdi. Bu kuvvetler Afyon bölgesindeki düşmanın yan ve gerisine saldıracak; aynı zamanda Güney Cephesinden de iki tümen, cepheden, saldırıya katılacaktı.

Bu hareketin içerdiği imha tehlikesini anlayan düşman 7 Nisanda Afyon’u boşalttı ve geri çekildi.

İkinci İnönü Savaşı Türk milletinin yeniden kuvvetli bir ordu meydana getirdiğini dünyaya gösterdiği gibi halkın ve askerin maneviyatını yükseltmiş, milletin zafere imanını kuvvetlendirmiş, siyasi sahada da önemli etki yapmıştır.

İkinci İnönü Savaşı’ndan sonra Güney Cephesi lağvedilerek her iki cephe Batı Cephesi Komutanlığının emrine verildi.

Yunanlılar İnönü yenilgilerinden sonra, ordularını güçlendirerek cephedeki tümenlerini onbire çıkardılar.

Türk ordusu genel seferberlik ilanıyla yurdun bütün kaynaklarından faydalanmaya henüz imkân bulamamıştı.

Temmuz ayında, Yunanlılar yüzyirmi bin kişilik ordu ile saldırdılar.

Batı Cephesi şu durumda idi:

İnönü’nde bir kolordu,

Kütahya ve civarında iki kolordu,

Döğer bölgesinde bir kolordu,

İki süvari tümeni ileri sürülmüş,

Bir süvari tümeni Eskişehir’de yedekte.

Yunanlıların yeni harekât planı, evvelki saldırılardan farklı olarak, bütün kuvvetleri kesin sonuç yerinde toplamayı ve Türk ordusunu güneyden kuşatarak yok etmeyi hedef tutuyordu. Bunun için altı tümen Dumlupınar bölgesinden Döğer-Seyid Gazi’ye doğru; bir tümen de Uşak’tan ve Gediz üzerinden Kütahya’ya doğru ilerleyecekti. Bursa’daki dört tümenden ikisi kesin savaşa katılmak üzere Kütahya ile Eskişehir arasındaki boşluğa doğru ilerleyerek çemberi kuzeyden kapatacaklar, diğer iki tümen de İnönü’ndeki Türk kuvvetine saldırarak onu tespit edeceklerdi.

Yunan ordusu 11 Temmuzda ileri harekâta başladı.

İsmet Paşa, Yunanlıların ileri hareketini vaktinde ve doğru olarak öğrendi. İleri sürülmüş süvari tümenleri savaşa savaşa, gerilerindeki kolorduların kanatlarına doğru çekildiler. Bu tümenlerle yedekteki süvari tümeninden Albay Fahrettin Bey (Orgeneral Altay) kumandasında bir süvari kolordusu –V. Kolordu– oluşturuldu.

Yunanlılar çok üstün bir ağırlık merkeziyle Seyid Gazi’ye doğru ilerlemeyi başardılar.

İsmet Paşa, ordu büyük kısmını çifte kuşatmadan kurtarmak için 15 Temmuzda savaşı keserek çekilmeye karar verdi ve ordu, ertesi günlerde Eskişehir-Seyid Gazi hattına çekildi.

Böylece stratejik yarılma ve kuşatılma tehlikesi giderilmişse de durum kesin sonuçlu bir savaş için elverişsizdi.

Düşman Seyid Gazi bölgesine hâkim olmuştu ve düşmanın kuvvetli sağ kanadı, Türklerin sol kanadına göre Ankara’ya hemen aynı mesafede bulunuyor ve Türk ordusunun Ankara ile ulaşım hattını tehdit ediyordu. Eğer düşma, sağ kanadıyla, mesela Sivrihisar üzerinden Eskişehir-Ankara hattına doğru ilerlerse Türkler kuzeye atılmak tehlikesiyle karşı karşı bulunurlardı.

Mustafa Kemal 18 Temmuzda cepheye geldi ve düşman ordusuyla arayı açmak için ordunun, Eskişehir’in kuzey ve güneyinde toplandıktan sonra Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmesini emretti.

Ordu 25 Temmuzda Sakarya gerisine çekildi ve tahkimata başladı.

Mustafa Kemal 5 Ağustos 1921’de Büyük Millet Meclisi tarafından resmen Başkumandan tayin edildi.

13 Ağustosta Yunanlılar ileriye hareket ettiler ve 23 Ağustosta Sakarya savunma hattımıza saldırdılar.

Düşman bir tümenle cepheden saldırırken sekiz tümenle güney kanattan kuşatmaya teşebbüs etti.

Türkler biteviye kaydırmalarla cepheyi bir düziye doğuya doğru uzattılar.

Kuşatma etkili olmadı ve daima bir cephe savaşına dönüştü. Düşman son güne kadar bir kanat ve bir yan bulamadı ve daima bir savunma koltuğuna çarptı. Türk cephesi ilkin batıya dönük iken kaydırmalar sonunda güneye çevrilmiş ve ulaşım hattımız âdeta düşmana açık bırakılmıştı.

Meydan savaşı yirmi bir gün yirmi bir gece sürdü. Bu süre içinde Yunanlılar Türkleri on beş yirmi kilometre kadar itebildiler. (Savaşın başlangıcındaki birinci hat ile savaşın sonuncu günü birinci hat arasındaki mesafeler yani geri çekilme dereceleri sağ kanatta on kilometre, merkezde on beş kilometre, sol kanatta yirmi kilometredir.)

Düşmanın bütün saldırıları kırıldıktan sonra ordumuzun bütün cephede ve bilhassa düşmanın sol kanadına karşı yaptığı karşı saldırılarla Yunanlılar 12 Eylülde çekilmeye –Ankara kapılarından elli kilometrede– mecbur oldular ve Eskişehir-Afyon demiryolunun hemen doğusundaki saldırıya çıkış mevzilerine kadar çekildiler.

Yunanlılar Sakarya Savaşı esnasında güçlerinin son sınırına ve Anadolu Savaşının zirvesine vardılar ve zirveyi aştılar.

Yunan Ordusu, Sakarya Savaşı’nda pek çok kayba uğradı ve saldırı gücü eridi ve tükendi.

1922 Ağustosunda iki taraf kuvvetleri şöyle idi:

Türkler Yunanlılar
İnsan 186.900 195.000
Tüfek 98.956 130.000
Hafif Mk. Tüfek 2.025 3.752
Ağır Mk. Tüfek 839 1002
Top 323 344
Kılıç 5.286 1.300
Uçak 5 12

Türkler, sayıca yaklaşık olarak eşit bir hale gelmişlerdi. Yunanlılar tüfek, hafif ve ağır makineli tüfek ve top sayısınca gene biraz üstündüler. Yalnız kılıç yani süvarice Türkler çok üstündüler. Zafer azim ve imanı Türkler’de idi, sanat ve irade üstünlüğü de onlarda idi.

Büyük birlikler itibariyle iki taraf şöyle idi :

Türkler : 18 piyade tümeni, 1 piyade tugayı, 5 süvari tümeni (üçü süvari kolordusunda)

Yunanlılar  : 12 piyade tümeni, 1 süvari tümeni (yeni oluşturulmuş)

Yunan tümenleri, Türk tümenlerinden biraz daha kuvvetliydi.

Ayrıca tümen kuruluşuna tâbi olmayan 11 piyade alayı vardı ki, menzil hatlarının ve gerideki mevkilerin güvenlik ve korunmasında kullanılıyordu.

Ağustos ortasında konuş şöyle idi:

Yunanlılar :

Sağ kanatlarını Ahırdağı’na, sol kanatlarını Bozdağı’na (Eskişehir’in 10 kilometre kuzeydoğu kuzeyinde) dayayarak Eskişehir doğusu-Seyitgazi-Afyon doğusu, güneyi ve güneybatısı hattında mevzilere yerleşmişlerdi. Mevziler iyi tahkim edilmiş ve önemli yerler tel örgüsüyle takviye edilmişti.

Bir tümen                              Yalova-İznik-Bilecik hattında

III. Kolordu (3 tümen)           Eskişehir doğusu –Seyitgazi ve güneyi, yaklaşık 130 kilometre uzunluğunda– hattında.

I. Kolordu (4 tümen)             Afyon etrafında yaklaşık 100 kilometre uzunluğundaki hatta.

II. Kolordu (3 tümen)            Döğer-Eğret bölgesinde yedekte.

Bir piyade tümeni                  İslamköy-Sivaslı-Çivril bölgesinde.

Süvari tümeni                        Uşak ve güneyinde.

Bir piyade alayı                     Büyük Menderes’te.

Yunan cephesi Ege Denizi’nden Marmara Denizi’ne kadar 500-600 kilometrelik büyük bir kavis oluşturuyor ve Afyon mevzii bu kavsin üzerinde bir burç gibi ileri çıkıyordu. Ordunun üçte ikisi burada idi.

Türkler :

Kocaeli Grubu (takviyeli bir tümen)

2. Ordu daha kuvvetli olarak (III, VI., II., IV. Kolordular ve bir süvari tümeni) Porsuk çayı ile Akarçay arasında.

1. Ordu zayıf olarak Akarçay’ın batısında.

Süvari Kolordusu (3 tümen) Akşehir kuzey ve güneyinde,

Bir tugay (Dinar müfrezesi) Dinar, Çal, Sarayköy’de

Bir süvari tümeni Denizli’de.

Ordunun yaklaşık üçte biri cephede; üçte ikisi cepheden 1-2 günlük mesafede ikinci hatta; süvari kuvveti cepheden 2-3 günlük mesafe geride idi.

Saldırı planı:

Afyon bölgesindeki Yunan asıl kuvvetinin sağ kanadına, Akar Çayı-Ahırdağı bölgesinden büyük bir ağırlık merkeziyle, güneyden kuzeye doğru saldırarak onun batı ile ulaşımını kesmek ve verilecek bir meydan savaşıyla düşmanı imha etmek.

Seçilen yarma yeri, Afyon batısındaki 25 kilometrelik cephe kısmı idi. Bu cephe kısmını yaklaşık iki Yunan tümeni işgal etmekte idi. Cephenin yarım günlük yürüyüş mesafesi gerisinden demiryolu geçiyordu. Saldırı demiryoluna kadar ilerlerse, Yunan ordusunun üçte ikisinin geri ile ulaşımı kesilmiş olacaktı. Daha arkada iki bin üç yüz metre yüksekliğindeki Murat Dağı vardı.

Bunun için :

II. ve IV. Kolordularla güçlendirilecek olan 1. Ordu (11 piyade tümeni) Akar Çayı batısından kuzeye doğru saldıracaktı;

III. ve VI. Kolordularla (5 piyade tümeni) bir süvari tümeninden oluşan 2. Ordu kendi karşısındaki düşmana saldırarak onu tespit edecekti;

Üç tümenli Süvari Kolordusu Ahırdağı doğusundan ilerleyerek demiryolunu kesecek; düşmanın yedeklerini tutacak; önce düşmanın yanına, sonra gerisine saldıracaktı.

Yani Akar Çayı’ndan Eskişehir doğusuna kadar uzanan 130 kilometrelik cepheye yalnız 5 piyade tümeni ile Porsuk müfrezesi (bir takviyeli alay) ve bir süvari tümeni terk edilmiş; Akar Çay’ın batısına 11 piyade tümeni ile 3 süvari tümeni tahsis edilmişti. 6. Piyade Tümeni de ağırlık merkezi bölgesinin hemen batısından saldırıya katılacaktı.

Yarma istikameti strateji bakımından en etkili yani düşmanı ulaşım hattından ayıracak can alıcı istikametti. Türk ve Yunan kuvvetleri yaklaşık eşit oldukları halde yarma bölgesinde bütün kuvvetin dörtte üçü toplanmış, buradaki düşmana karşı beş misli üstünlük sağlanmıştı. Bu ağırlık merkezi prensibinin kökten tatbiki idi.

Yığınak:

Saldırı niyeti ve saldırı hazırlıkları gayet iyi gizlendi.

Ağırlık merkezini oluşturacak kuvvetler İkinci Ordu bölgesinde, geride, uzakta idi. Birinci Ordu zayıf görünüyordu. Bu kuvvetlerin Birinci Ordu bölgesine kaydırılması saklanmış, düşman, son âna kadar yani 25 Ağustos akşamına kadar ağırlık merkezini öğrenememiştir.

Yığınak 20-25 Ağustos günlerinde, münhasıran gece yürüyüşleriyle, düşmana sezdirilmeksizin ve düşman tarafından taciz edilmeksizin yapıldı. Saldırı, stratejik baskın, aynı zamanda tertip baskını tarzında yapıldı.

Saldırı:

25-26 Ağustos gecesi, iki kolordusuyla birinci hatta bulunan Birinci Ordu’nun birlikleri, tel örgüsüyle donatılmış Yunan mevzilerine yanaştılar.

26 Ağustos sabahı saat beş buçukta topçu ateş açtı. Bu topçu hazırlık ateşinden sonra piyadeler saldırıya geçtiler. İlk saatlerden itibaren düşman mevzilerinin birçok yerlerine girildi. Ele geçirilen yerler inatlı savaşlarla elde tutuldu.

Süvari Kolordusu geceleyin, uzun bir kol halinde, Yunan cephesinin zayıf tutulmuş bir yerinden içeri daldı. 26 Ağustos günü İzmir’e giden demiryolunun güneyindeki ovada açıldı. Akşam üzeri demiryolunu kesti.

Savaş meydanından 300 kilometre uzakta, İzmir’de bulunan Yunan Başkumandanlığının cephe ile irtibatı artık yalnız telsiz telgraftan ibaretti. Başkumandan, meydan savaşının başlangıcında, yedek kuvvetlerini, demiryolu boyunca Akşehir’e doğru saldırı için kullanmayı düşünmüştü. Böyle bir ihtimale karşı bu saldırıyı karşılamak üzere 8. Piyade Tümeni Birinci Ordu’nun sağ kanadıyla demiryolu arasında ve demiryolunun doğusunda hazır tutuluyordu. Fakat Yunan Başkumandanlığının bu planı, olayların baskısı altında, birbirini izleyerek iki tümeni tereddütlü bir şekilde sarf etmekten ibaret kaldı.

27 Ağustosta yarma gerçekleşti. Düşman, öğleden sonra, bir yıldan beri tahkim etmiş olduğu mevzileri tamamen terk ederek kuzeye doğru çekilmeye başladı. Bundan sonra Yunanlılar artık çöl savaşına mecbur edilecekti.

Afyonkarahisarı düştü ve pek çok ganimet Türklerin eline geçti.

Süvari Kolordusu 27 Ağustos öğleden sonra demiryolu üzerinde yerleşti ve 27/28 Ağustos gecesi kuzeydoğu istikametinde düşmanın gerilerine doğru ilerledi.

28 ve 29 Ağustos günlerinde devamlı ve önleyici takipler ve saldırılarla düşman iki gruba parçalandı ve asıl kuvveti oluşturan kuzey grubu batıdan kuşatıldı.

30 Ağustos, Başkumandanlık Meydan Savaşı günüdür. Trikopis etrafındaki mukadderat çemberi kapanmaya; güneyden 1. Ordu, doğudan 2. Ordu, kuzeyden ve batıdan Süvari Kolordusu tarafından kapanmaya başladı ve kapandı. Düşmanın asıl kuvveti imha ve esir edildi. Başkumandan vazifesini gören General Trikupis de esirler arasında idi.

Meydan savaşı 26 Ağustos güneş doğarken Afyon’da başlamış; 30 Ağustos güneş battıktan sonra Dumlupınar’da bitmiştir.

*

*   *

İsmet İnönü anlattı:

“General Trikupis ve II. Kolordu Kumandanı General Digenis ile görüştüm: Savaşın nasıl olduğunu ve I. Kolordunun neden direnemediğini General Trikupis’ten sordum: ‘Arkadaşım –Yedek Kolordusu Kumandanı General Digenis– bana yardım etmedi’ dedi.

General Digenis’e ‘Niçin yardım etmediniz?’ dedim. ‘Ben de hücuma maruz kaldım’ cevabını verdi.

Trikupis’ten, ‘Niçin Akşehir’e doğru saldırmadığını’ sordum. ‘Süvari, arkamıza düştü’ dedi.

Saldırı esnasında düşmanın yalnız makineli tüfekleri ve piyadesi ateş ediyor, topçu ateş etmiyordu.

Trikupis’ten, ‘Topçunun neden ateş etmemiş olduğunu’ sordum. ‘Topçu gözetleme yerlerimiz ileride ve ateş altında idiler. Gözetleme vazifesini yapamadılar. Her şey yerli yerinde olduğu halde, topçu, bundan dolayı ateş edemedi,’ cevabını verdi.

‘Niçin Eskişehir istikametinde çekilmediniz?’ diye sordum. III. Kolordu, Eskişehir’in doğusunda ve doğu güneyinde idi I. ve II. Kolordular Eskişehir istikametinde çekilmiş olsalardı bizden sıyrılarak arayı açarlar, esaret ve imhadan kurtulurlardı. Kendilerine çeki düzen verirlerdi. Eskişehir-Bursa yolu Yunanlıların elinde idi. Trikupis, ‘İzmir istikametini kapamak için kesin emir almıştım’ dedi. Halbuki savaş meydanındaki durum başka idi ve başka türlü hareketi gerektiriyordu.”

*

*   *

I. ve II. Kolorduların enkazı –2. Tümen ile 1. ve 7. Tümenlerin döküntüleri (Albay Plâstras’ın alayı da bunların arasında idi) ve Menderes’teki emniyet kıtaları– Ege kıyısına ulaşabildiler. Alelacele Trakya’dan getirilen imdat kuvvetleri Anadolu’da dövüşmekten kaçındılar ve Sakız ile Midilli Adalarına çıkarıldılar.

9 Eylülde Türk Ordusu İzmir’e girdi.

Kuzeyde III. Kolordunun iki tümeni yolda, III. Kolordumuz tarafından hayli hırpalanarak Bursa üzerinden Bandırma’ya; bir tümeni Kütahya üzerinden Dikili’ye geldiler ve oralarda gemilere bindiler.

Bilecik-İznik-Yalova hattından Mudanya’ya gelmekte ve Kocaeli grubumuz tarafından baskı altında tutulmakta ve takip edilmekte olan Yunan tümeni –11. Tümen-Albay Abdurrahman Nafiz– eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Gürman kumandasındaki 1. Tümenin saldırısına uğradı ve şiddetli bir savaştan sonra silahlarını teslim etmeye mecbur oldu.

18 Eylülde Anadolu’ta tek Yunanlı kalmadı.

Bundan sonra ordular İstanbul’a ve Çanakkale’ye yöneldiler.

 

 

33

MUDANYA ATEŞKESİ

Savaşı,   bir   an   önce   bir   sonuca   bağlamak   gerekti   –

Tehlikeli   ve   tatbiki   oldukça   zor   bir   karar   –   Lloyd   George

düşüyor   –   Mudanya   Konferansı   –   Trakya’nın   boşaltılması   –

İstanbul   ve   Boğazlar   mülki   idaremize   teslim   olunacak

 

İsmet İnönü anlatıyor :

“Biz İzmir’i ve Bursa’yı geri aldıktan sonra şöyle bir durum ortaya çıkmıştı: Müttefikler İstanbul’da, İngilizler Çanakkale’de; bizim ordu İzmir ve Bursa etrafında idi. Savaş henüz bir sonuca bağlanmış değildi. Savaşı, bir an önce, bir sonuca bağlamak lazımdı. Düşündük, taşındık. İstanbul ve Çanakkale üzerine yürümeye karar verdik. Bu karar tehlikeli ve uygulanması oldukça zor bir karardı. Savaş yeni baştan başlayabilirdi. Fakat başka çare de yoktu. Biz çok kuvvetli idik; ama çatışmaya biz sebebiyet vermeyecektik.

Bu kararımız duyulunca kıyamet koptu. İngiltere Başbakanı Lloyd George aleyhimize savaşı harekete geçirmek için derhal teşebbüse geçti. Fransa’ya, İtalya’ya ve İngiliz dominyonlarına müracaat etti. Fransa Lloyd George’u tutmadı. İtalya yanaşmadı. Dominyonlar Türkiye’ye karşı yeniden savaşa girmeyi reddettiler. Fransa daha ileri giderek Ankara’daki elçisi Franklin Bouillon’u İzmir’e gönderdi.

Lloyd George, Türkiye’ye karşı savaşı tutuşturamayınca düştü. Müttefikler ateşkes için Türkiye’ye telsizle müracaat ettiler.”

İtilaf Devletlerinin dışişleri bakanları şahsen Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya ve Dışişleri Bakanlığına müracaat ettiler ve ilgili devletlerle barış görüşmesine başlanmak üzere delegelerin tayin edilmesini, barış görüşmeleri esnasında Boğazlara kuvvet gönderilmemesini, buna karşılık Edirne dahi dahil olmak üzere Trakya’nın Meriç Nehri’ne kadar olan kısmının geri verileceği cihetle Trakya’da Yunan birliklerinin çekileceği hattın tayini için İzmit’te veya Mudanya’da bir toplanma yapılmasını istediler.

Gazi Mustafa Kemal Paşa Mudanya’yı daha uygun buldu ve gününü de tayin ederek derhal cevap verdi ve baş delegemizin Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa olacağını da bildirdi.

İsmet İnönü diyor ki:

“Küçük bir heyetle Mudanya’ya gittik. Benim yanımda Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım Gündüz, birkaç kurmay subay vardı. Mudanya’da bir binaya yerleştik. İstanbul’da bulunan bir İngiliz zırhlısıyla müttefikler heyeti geldi. General Harrington İngiltere’yi, General Charpi Fransa’yı, General Monbelli de İtalya’yı temsil ediyorlardı.

Ben heyeti oturduğumuz binada kabul ettim. Generallere masada yer gösterdim. Harrington’u sağıma aldım. Fransa delegesini karşıma, İtalyan generalini de soluma oturttum. Fakat ben generallere yer gösterirken onlar biraz şaşırmış gibi oldular. Meğer başkanlığı, görüşmeyi idare etmeyi onlar kendileri için düşünmekte imişler. Sonraları Fransız Generali şöyle demiş:

‘İsmet Paşa bize mağlup (yenilmiş) generaller muamelesi yaptı.’ “

Konferansın esas konusu Trakya’nın boşaltılma şekli ile barışın yapılmasına kadar Boğazlarda ve İstanbul’da yürürlükte olacak hükümlerin belirlenmesi idi.

Görüşmeler 4 Ekimde başladı ve 11 Kasıma kadar devam etti. Sonunda şu esaslar tespit edildi:

1. Türklerle Yunanlılar arasındaki düşmanlığa son verilecek.

2. On beş gün zarfında Trakya boşaltılacak ve bu işlemden itibaren otuz gün zarfında Trakya Türk memurlarına devrolunacak.

3. Ateşkesin imzalanmasından sonra İstanbul ve Boğazlar mülkî idaremize teslim olunacak. Ancak İstanbul’da ve Boğazlarda bulunan İtilaf kuvvetleri, miktarları artırılmamak şartıyla barış anlaşmasına kadar bırakılabileceklerdi.

 

 

34

LOZAN

Zaferin   prestijini   taşıyan   sade   ve   mütevazı   Türk   generali   –

Yüce   olduğu   kadar   basit   olan   Türk   milli   davası   –

Galipler   mobilyayı   değiştirmek   gerektiğini   anladılar   –   İlk   söylev   –

Birleşik   bir   düşmanlık   dünyasına   karşı   göğüs   geren   –

İyi   strateji   uzmanı   ve   manevracı   –   Minnacık   bir

sorgulama   cümlesi   –   Sıkı   bir   mantıkla   örülmüş   etkili

söylev   örnekleri   – “Bu   sefer,   İsmet   Paşa   yukarıdaydı;

biz,   aşağıda!”   –   Kanlı   savaşlarla   elde   edilen   milli   sınırlar   içinde

tam   bağımsız   bir   devlet   –   Lozan   katedralinin   büyük   çanı   –

Tarihin   çetin   davası   –   “Becerikli   strateji   uzmanı   ve

ince   diplomat”   – “Acaba   aldandık   mı?”   –   İsmet   Paşa

vatanın   minnetine   hak   kazandı   –   Nesiller   boyunca

daima   yeniden   fethedilecek   antlaşma

 

İsmet Paşa Dışişleri Bakanı ve Lozan’da Türk Delegasyonunun Başkanı. “Kılıcını kınına koyarak, savaş alanından Mudanya’ya koşmuş ve orada, kazandığı zaferle doğru orantılı bir ateşkes imzalamış olan Batı Cephesi Kumandanı, şimdi de general üniformasını çıkararak sivil giyinmiş, Lozan’a gelmişti.”

“Zaferin saygınlığını ve onurunu taşıyan sade ve mütevazı tavırlı Türk generali, Lozan’a ayak bastığı günden itibaren büyük ilgi gördü. Görüşmeler başlamadan önce, gazete muhabirlerine Türk milli davasını anlattı. Bu, yüce bir görev olduğu kadar basitti: Türk milleti, kendi sınırları içinde, tam anlamıyla bağımsız ve kendi geleceğine kendisinin karar verdiği bir ortamda yaşamaktan başka bir amaç peşinde değildir. Başdelege, ‘Bu, kabul edildiği gün barışı imzalarım. Kabul edilmedikçe de barış olamaz,’ demişti.”

Lozan’da konferansın ilk oturumu açılırken görüşme salonundaki uzun masanın bir tarafında, maroken koltuklara yaslanmış galip müttefik devletlerin delegeleri vardı. Masanın karşı ve boş tarafında tek bir sandalye bulunuyordu. Türkiye’nin temsilcisi bu sandalyede oturacaktı ve Türk delegesi, bu salonda, barışı kimlerin dikte edeceğini ve kimin de kabul edeceğini bundan anlayacaktı.

İsmet Paşa salona girdi. Etrafa bir göz attıktan sonra geri dönerek salondan çıktı. Bu jest gayet anlamlı idi. “Galipler” mobilyayı değiştirmek gerektiğini anladılar ve değiştirdiler.

Konferans, 20 Kasım 1922’de başladı.

Konferansta, bir tarafta İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya Devletleri, öte tarafta Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti vardı. Boğazlarla ilgili işlerin görüşülmesine, Karadeniz’de kıyıları olmak itibariyle, Sovyet Rusya ve Bulgar Hükümetleri de katılmışlardı. Birleşik Amerika Hükümeti de konferansta gözlemci durumunda bulundu.

İsmet Paşa konferansın açıldığı gün verdiği söylevde demiştir ki:*

“Reis Efendi,

Dört seneden fazla bir süredir, Wilson temel ve inancı üzerine kurulmuş bir ateşkes, Osmanlı İmparatorluğu’nun girişmiş olduğu düşmanlığı, resmen ortadan kaldırmıştı. Barışın nimetlerinden daima yoksun kalan Türk milleti, o tarihten beri hak ve adalet sahibi olmak için yaptığı birçok barış girişimlerinin yetersizliği ve faydasızlığı kanısına vararak, artık hiçbir kurtuluş ümidi kalmadığını anlayarak, varlığını korumaya ve maddi ve manevi kendi vasıtalarıyla bağımsızlığını sağlamayı başardı. Bu yolda birçok ıstıraplara katlandı. Hadsiz hesapsız fedakârlıkları kabullendi.

Hür milletler, bu durumu ilgili bir gözle izlemişlerdir. Her yaşta ve her konumdaki Türkler, kadın ve çocuk, bu savunma savaşına katıldılar. 1918 tarihinden sonra Türk milletinin maruz olduğu sonsuz hücumları ve ıstırapları, burada hatırlatmaktan kendimi alamıyorum. Gerek bu hücumlar ve ıstırapları, gerek hiçbir askeri zorunluluk olmaksızın, Türkiye topraklarının en zengin ve en bayındır kısımlarında özellikle mahvetmek ve yıkmak düşüncesiyle düzenli bir şekilde yapılmış yıkımı, hiçbir şekilde mazur göstermek mümkün değildir.

Hâlâ bu dakikada bile, bir milyondan fazla masum Türk’ün, küçük Asya ovalarında ve yaylalarında, evsiz ve ekmeksiz, serseri gibi dolaştıklarını da hatırlatmak isterim.

……….

Olabildiğince iyi niyet duygularıyla dolu olan Türk delegasyonunun, diğer delegasyonlarda da aynı şekilde bir iyiniyete tesadüf edeceği ve bu şekilde konferans çalışmalarının memnuniyet verici bir sonuca ulaşacağı ümidini besliyorum.

……….

Efendiler; çok ıstırap çektik, çok kan akıttık, bütün medeni milletler gibi hürriyet ve bağımsızlık istiyoruz!”

İsmet Paşa’nın karşılaştığı diplomatlar, birinci sınıf devlet adamlarıydı. Türk başdelegesi görüşmelerin başlangıcından itibaren birleşik bir cephe karşısında kaldı ve birleşik bir düşmanlık dünyasına karşı göğüs gerdi.

Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin dışişleri bakanlarına, dünyanın ünlü diplomatlarına karşı mücadele eden genç bir Türk generali! Bu, inanılmaz bir şeydi. Fakat gerçekti.

İyi bir strateji uzmanı ve manevracı olan bu Türk generali Lozan meydan savaşını da başarıyla yönetti.

Lord Curzon bir söylevinde, “Bu meseleyi askeri hükümler konusunda görüşürüz” demişti. İsmet Paşa birden şahlandı: “Ne! Askeri hükümler konusu mu var?” dedi, “Fakat savaşı kazanmış bir devlete askeri kayıtlar kabul ettirmek biraz zordur.”

Bu minnacık sorgulayıcı cümlede ne büyük enerji vardı. Bu sorudan sonra askeri hükümler artık hiç söz konusu olmadı.

İsmet Paşa’nın Lozan’daki söylevleri ve açıklamaları sıkı bir mantık ile örülmüş etkili söylev örnekleridir.

Bunlardan parçalar* aktarmak isterim:

Müttefik Devletler tarafından işgal masrafları istenmesine karşı İsmet Paşa demişti ki:

“Türkiye’den askeri işgal masrafları istenemez. Çünkü Türkiye kimseye ‘gel, bizi işgal et!’ diye davette bulunmamıştır. Türk Hükümeti için işgal masrafı diye bir şey yoktur. Böyle bir meseleden bahsedilmesine bile tahammül edemem.”

İsmet Paşa, “İzmir’in işgalinden doğan savaşta Türkiye büyük zarar ve yıkımlara uğradığı için Türkiye bu zararların tamirini yani zarar ve ziyan ister” demişti.

Bu isteğe karşı Mösyö Venizelos; “Yunan Ordusu kendi teşebbüsü ile değil, Müttefik Devletlerin daveti üzerine ve ortak yarar adına İzmir’e çıkmıştır. Onun için hiç olmazsa 21 Haziran 1921 tarihine kadar Yunanistan’ın yüklendiği işgal masrafları iddia edilen yıkımı fazlasıyla karşılayacak miktara varmaktadır. Anadolu ile Türkiye’den kaçan yüzbinlerce Rum’un yiyip içme, ulaşım ve barınma masrafları ise askeri harekât sahasında yapılmış zararların karşılığını çok aşar,” demişti. (Yıllarca sonra, Venizelos İnönü’ye demiş ki: “Herkes Anadolu harekâtına benim sebep olduğumu zanneder. Halbuki beni Müttefik Devletler sıkıştırdılar, ısrar ettiler ve Anadolu’ya gönderdiler. Sonra, papucun pahalı olduğunu görünce yan çizdiler.”)

İsmet Paşa şu cevabı verdi:

“Müttefik Devletler Yunanistan’a işgal için vekâlet vermişler; fakat tahrip için, zulüm için hiçbir vekâlet ve emir vermemişlerdir. Hayır, sizi Anadolu’ya kim davet etmiş olursa olsun, Yunanistan’ın yaptığı tahribat devletlerin emirlerine, nasihatlerine, arzularına aykırı olarak yapılmıştır. Mösyö Venizelos Yunanistan’ın yalnız tek bir geri çekilme yolu üzerinde tahribat yapıldığını söylüyor; halbuki iki yüz bin kişilik bir ordunun işgal ettiği saha ne kadar büyükse geri çekilme yolları da o kadar çoktur. Yunan Orduları bu geniş geri çekilme yolları üzerinde ne bir köy, ne bir şehir bırakmışlardır. Gerçekte Mösyö Venizelos’un dediği gibi Yunanlıların geri çekilişi son derece düzensiz olmuştur. Generaller, subaylar, erler her şeyi atarak birbirini tanımaz bir halde kaçtılar. Savaşanlar cepheden kaçtı; fakat tahribat yapanlar, bu tahrip ve yangın görevini sonuna kadar yerine getirmek için yerlerinde kaldılar. Geriye çekiliş son derece düzensiz oldu. Fakat tahribat, gereğince düzenli yapıldı. Tahribatla görevli olan subaylar görevleri son bulmadıkça çekilmediler.

Büyük rütbedeki komutanları, generalleri sorguya çektim. Generaller iddia ettiler ki, yapılan tahribat ve yangınlar, kendilerinin haberi olmadan, yalnız askeri zorunluluk dolayısıyla Yunan ordusuna alınan bazı serseriler tarafından yapılmıştır.

Subay ve erleri sorguya çektim. Dediler ki, generallerin verdikleri emirleri olduğu gibi yerine getirmek zorunda kalmışlardır.

İnsanlık adaleti adına dilerim ki, bu zarar ve ziyan meselesi hakkında bir karar verilsin.

Savaş kutsal bir şeydir. Artık şimdiden sonra askeri harekâta girişecek ordular, tahribata teşebbüs edemesin. Tahribata kalkacak ordular bilsinler ki, tahrip ettikleri yerleri tamire, yol açacakları zararları ödemeye mecburdurlar. Elinde silah bulunan herhangi bir kuvvet mutlaka yıkıcı olmamalıdır.”

Boğazlar konusunda İsmet Paşa demişti ki:

“Boğazlar savunması demek, aynı zamanda Türkiye’nin başkenti ile Marmara Denizi ve Doğu Trakya’nın savunması demektir. Boğazları savunmamak demek, Türkiye’nin en önemli, en hassas yöresini, silahsız ve herhangi baskın bir hücuma maruz bırakmak demektir. Bu konferansta temsil edilen devletlerden hiçbiri, kendi başkentini savunmak hakkından mahrum edilmiş değildir. Türkiye ise tam tersine, başkentinin yabancı bir devlete mensup bir filo tarafından bir hamlede tahrip edilmesine, yahut herhangi bir devlet kıtaları tarafından işgal olunmasına her an maruz bulunacaktır. Şüphesiz ve açıktır ki, böyle bir olasılık içinde başkent, her tür musibetlerin sahnesi olmak tehlikesinde kalacaktır. Diğer bir nokta daha var ki, genel barışın yararı adına bundan da bahsedeceğim:

Boğazların askeri stratejisi önemlerine göre bunların bir Akdeniz veya Karadeniz devleti tarafından fethedilmesi, bir harp başlangıcında derhal mühim bir üstünlük temin eder. Onun için tabiidir ki, Karadeniz sahilindeki devletlerden herhangi biriyle bir Akdeniz devleti arasında bir savaş olasılığı doğar doğmaz, her iki taraf da diğerinden bir an evvel Boğazlara el koymaya bakacaktır. Bu teşebbüsün ilk sonucu silahlara başvurmadan başka bir şekilde çözülebilecek bir anlaşmazlık için ani bir savaşın çıkmasına sebep olması; ikinci sonucu ise Türkiye’nin söz konusu anlaşmazlıkta hiçbir şekilde ilgili olmasa dahi hücuma uğramış olması dolayısıyla bu savaşa girmesine sebep olması durumlarıdır. Bu düşünceler Boğazları düşmana karşı sağlamlaştırmaktan vazgeçmekten doğan hal ve vaziyetin bir taraftan Karadeniz ve Akdeniz devletleriyle diğer taraftan Türkiye arasında barışı hayal haline getirdiğini göstermektedir. Bu sebeplerle Boğaziçi ile Boğazlar ve İstanbul, gerek karadan, gerek denizden gelebilecek hücumlara maruz bırakılmamalıdır.

Şu halde, bu emniyet, şimdiye kadar ortaya çıkan tecrübelerimize göre, ancak gerekli önlemleri alarak ve savunma yaparak elde edilebilir. Bu yöre ani çıkabilecek olaylara karşı korundukça uluslararası kurallara karşı gelecek herhangi bir devletin ani bir başarı elde edebilmesi mümkün olamayacağı gibi devletlerin de durumun gerektirdiği önlemleri almalarına imkân verilmiş olacaktır.”

Lord Curzon Türkiye’deki azınlıkların korunmasını gerekli görmüştü.

İsmet Paşa dedi ki:

“Sekiz senedir Türkiye’de yalnız şu veya bu azınlık değil, bütün halk ıstırap çekmiştir. Silahı elinden alınan Türkler, son dört yıl zarfında her tarafta tecavüze uğramışlardır. Türk halkı kendi vatandaşları aleyhine ve bütün kara kuvvetler aydınlar aleyhine kışkırtılmıştır. Yunanlıların Anadolu’da 27 şehir, 1.400 köy, 98.000 ev yıktıkları sabit olmuştur. Savaşın uzamasıdır ki, bu ıstıraplara sebep olmuştur. Barışı yapınız, bu ıstıraplar diner!

……….

Türk milleti azınlıklara uygar dünyanın kabul ettiği hakları tanır. Fakat kendi bağımsızlığını sınırlayacak hiçbir yeni teklifi kabul edemez. Azınlıkları kurtarmanın en iyi yolu dışarıyla, onları lekeleyecek münasebetlere kışkırtmamak, bu münasebetlerden korumaktır. Bunlar, dışarıdan gelecek her korumaya dayanmamalıdır! O zaman hepsi barıştan sonra Türk vatandaşları arasında yaşarlar.”

Lord Curzon azınlıklar hakkında Birleşmiş Milletler Topluluğu’nun gerektiğinde müdahale edebilmesi için Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Topluluğu’na girmesini istiyor ve diyor ki: “Türkler Birleşmiş Milletler Topluluğu’nun kendi iç işlerine müdahalesinden korkuyorlar. Fransız ve İngiliz milletlerinin vatandaşları arasında milyonlarca azınlıklar vardır. Biz B.M.’nin müdahalesinden korkmuyoruz. Çünkü ellerimiz temizdir.”

İsmet Paşa, buna şöyle cevap verdi:

“Yabancı ülkelerin istilası yüzünden yakılıp yıkılan memleketlerinde çalışan Türk elleri bilhassa temizdir. Bu eller ne bir memlekete tecavüz etmişler, ne de bir memleketi istila ve tahrip etmişlerdir. Korkmaksızın, diğer herhangi ellerle karşılaştırılmaya layıktırlar ve bu iddiada bulunmaya da haklıdırlar.

Biz B.M.’ye girmeyi hiçbir zaman reddetmedik, barıştan sonra gireriz.”

İsmet Paşa kapitülasyonlar hakkında demiştir ki:

“Türk milletinin hükümetinden memnun olmadığı sözüne gelince, her milletin kendi hükümetinden memnun olduğu kadar bizim millet de kendi hükümetinden memnundur. Bu memlekette oturan yabancıların yerlilerden fazla ayrıcalık ve güvence istemelerinde hiçbir sebep yoktur ve olamaz. Biz kapitülasyon meselesinin sade, akla ve adalete uygun şekilde çözümünü istiyoruz. Yabancılar, Türkiye’de yerel hükümetten ve kanunlardan yardım görecek yerde dışardan yardım beklerlerse, kendi menfaatlerine zarar vermiş olurlar. Biz diğer memleketler gibi muamele görmek istiyoruz. Müttefik Devletler hep, ‘Türklerin yasal egemenliklerini tanıyoruz’ diyorlar. Dediğimiz gibi, bunun hakkıyla tanındığı gün barış olmuştur.”

Müttefik Devletlerin, kapitülasyonlar antlaşma ile konduğu için bunların yerine konacak yol ve yöntemin de anlaşma ile konması gerektiği açıklamalarına karşı İsmet Paşa; “Bir daha söylüyorum! Türkiye kapitülasyonlar yerine hiçbir şekil, hiçbir kayıt, hiçbir ayrıcalık kabul edemez, etmeyecektir,” diye haykırmıştı.

“Bir milletin en önemli ve itiraz götürmez hakkı, yargı hakkıdır. Herhangi bir yabancıya millet adına adalet yapmak hakkı verilemez. Biz kapitülasyonlar kelimesine değil, ruhuna itiraz ediyoruz ve herhangi bir şekilde kapitülasyon kabul etmiyoruz. Hiçbir devlet ülkesi üzerinde yargı işine yabancı müdahale ettirmez!

……….

Türk milli egemenliğinden çok bahsedişimizden şikâyet olunuyor. Biz, burada bağımsızlığın ne olduğunu bilen ve adalet temeline dayalı bir barış yapmak isteyen bir milletin delegeleri olarak bulunuyoruz. Konferansa eşit muamele göreceğimiz güvencesi üzerine geldik. Eğer egemenliğimizden sık sık bahsetmeye gerek görüyorsak, egemenliğimize zarar verecek mahiyette yapılan tekliflerle buna mecbur edildik. Bağımsız hiçbir devlet, hatta Yunanistan dahi bu gibi tekliflere maruz kalmamıştır! Türk milleti her şeyden evvel diğer bağımsız devletler gibi muamele görmeye haklıdır, layıktır.”

Lord Curzon Gelibolu Yarımadası’ndaki mezarlıklar hakkında demişti ki: “Arıburnu’nda on dokuz mezarlık yeri vardır. Uzunluğu dört, genişliği iki kilometredir. Burada dünyanın en asil ideali uğrunda ölmüş Avustralya ve Yeni Zelanda askeri gömülüdür. Bu topraklar neye yarar? Bu araziden ne Türkler, ne de başka kimse istifade edebilirler. Çünkü toprak ekime elverişli değildir. Türk Delegasyonu istiyor ki, her mezarlığın etrafı kendilerine ait olsun. Biz istiyoruz ki, bu bölge kutsal bir saha sayılsın.”

İsmet Paşa şu cevabı verdi:

“Türkler ölülere hürmet ederler. Arıburnu’nda gömülü olan askerler şüphesiz bir vatan ideali uğrunda dövüşmüşlerdir. Bizim milli geleneğimize göre hürmetle anılırlar. Fakat gömülü oldukları saha dört kilometre uzunluğundadır. Bu mezarlıkların etrafı da bizden isteniyor. Bu saha, bütün meydan savaşı sahası idi. Çanakkale’ye, bu hassas noktadan çıkıldı. Olabilir ki, yine buradan çıkarma yapılır. Ölüler saygıya layıktırlar; fakat ölülerin ahrete ait hatıralarından, dirilerin istifade ederek, bu dünyaya ait hesaplar yapmaları doğru değildir.”

*) Ali Naci Karacan’ın “Lozan Konferansı ve İsmet Paşa”  kitabından  alınmıştır.

*

*   *

Bir gün İsmet Paşa Lord Curzon’la ağır bir tartışmaya tutuşmuştu. Lord Curzon bir düziye Mondros’tan bahsediyordu. İsmet Paşa dedi ki:

“Ben buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geldim.”

Lord Curzon buna o kadar kızmıştı ki, yerinden fırlamıştı.

*

*   *

Görüşme uzun ve çetin oldu. Ve bir aralık kopar gibi oldu ve koptu da.

Konferans iki buçuk ay (25 Kasım 1922 – 4 Şubat 1923) sürmüştü.

Delegeler memleketlerine döndüler; İsmet Paşa da Ankara’ya.

Büyük Millet Meclisi İsmet Paşa’nın ve hükümetin açıklamalarını dinledikten sonra şu kararı bir resmi bildiri halinde yayımladı: Müttefik Devletlerin verdikleri barış projesini olduğu gibi kabul etmekliğimize imkân yoktur. Mali, iktisadi, idari meselelerde hayat ve bağımsızlık haklarımızın temini şartıyla barış teşebbüslerine devam için Bakanlar Kuruluna izin verilmiştir.”

Bakanlar Kurulu bu karar üzerine devletlere verilecek karşı projeyi hazırladılar. 8 Mart tarihini taşıyan ve 100 sayfa tutan projemiz ile 15 sayfa olan cevabi notamız İstanbul’daki olağanüstü komiserler vasıtasıyla İngiltere, Fransa, İtalya’ya bildirildi. Karşı projemiz Lozan’da İsmet Paşa tarafından kabul edilen bütün noktaları kabul etmekte idi. Projeye bağlı notada; “Türkiye’nin barışa varmak için yaptığı fedakârlıklar birer birer sayıldıktan sonra Müttefik Devletler de aynı duyguları, aynı derecede taşıyorlarsa herhangi bir şehirde toplanacak bir konferansa Türkiye’nin kendileriyle buluşmaya hazır olduğu” bildirilmişti.

Devletler barışı elde edebilmek için konuşmaya hazır olduklarını bildirdiler ve Türkiye’den, delegelerini gene Lozan’a göndermelerini rica ettiler.

*

*   *

İkinci Lozan Konferansı 23 Nisan 1923’te başladı. Bu defa Lozan’da hava değişmişti. Bir yabancı diplomat Saraçoğlu’na demiş ki: “Bu sefer, İsmet Paşa yukardaydı; biz, aşağıda!”

İsmet Paşa’nın saygınlığı daha ziyade artmıştı.

Yeni görüşmeler ve yeni tartışmalar oldu.

İsmet Paşa, bu münakaşalar esnasında dedi ki:

“Notamızdaki çekinceli kayıtlar arasında, ‘Kabul eylediğimiz bildirge, fedakârlıklarımızın en üst sınırını gösterir. Bundan ileri gidemeyeceğiz,’ dedik. Müttefik Devletler cevabımızı aldıktan sonra bizi davet ettiler.”

“Matematikte ‘en büyük’ ifadesinden daha kuvvetli anlam taşıyan bir ifade yoktur. En büyük fedakârlığımızın kabulünü rica ederim.”

“Bir kere kabul edilmiş, sonuca bağlanmış olan meseleyi yeniden görüşmeye açamam. Bu hususta kararım kesindir.”

“Yargısal yöntem meselesinde memleketim çok hassastır. Hiçbir ad ve şekil altında kapitülasyonu kabul edemeyiz; yargı hakkımızı asla feda edemeyiz.”

“Söylediğim temel üzerinde kararlıyım ve ısrar ederim.”

İsmet Paşa’nın Lozan’a pazarlık için gelmediği, hedefini önceden çizmiş ve o hedefe varmaya karar vermiş olduğu anlaşılmıştı.

Görüşmeler 24 Temmuz 1923 tarihine kadar devam etti.

İsmet Paşa, Türk milletinin masum ve yasal hakkını istiyordu. “Daha ilerisini, hatta teorik olarak, istemedi bile.”

Bazı meselelerde Türkler uyuşmazlık etmediler: Boğazların askersizleştirilmesi kabul edildi. Musul için ısrar edilmeyerek sorunun çözümü Birleşmiş Milletler Cemiyeti’ne bırakıldı.

Fakat temelde tam bir zafer kazanıldı: Kanlı savaşlarla elde edilen milli sınırlar içinde, tam bağımsız ve kapitülasyonsuz milli bir devlet, Türkiye kuruldu.

Barış Andlaşması 24 Temmuz 1923’te Lozan’da imza edildi. “Lozan katedralinin büyük çanı o gün saat on beşi yirmi dakika geçerek, ahenkli sesiyle, barışın imzasını dünyaya ilan etmişti.”

Tarihin çetin davası, Türkiye’nin bağımsızlığı kökünden halledilmiş oldu.

Vatanın bağımsızlığı, savaş meydanlarında, pek ağır fedakârlıklar pahasına ve bu uğurda –oluktan su akar gibi– kan akıtılarak güvence altına alınmış, Lozan’da onaylanmıştır.

Le Temps gazetesi 11 Kasım 1928 tarihli nüshasında şöyle yazmıştı:

“Becerikli bir strateji uzmanı olduğu kadar ince diplomat olan İsmet Paşa Lozan’da memleketinin menfaatlerini adım adım savundu. Türkiye, sonunda, davasının zafer kazandığını gördü. Lozan Antlaşması, Suriye’nin, Lübnan’ın, Filistin’in, Irak’ın, Hicaz’ın, Yemen’in elden çıkışını onaylamakla beraber yeniden çok pahalıya fethedilmiş olan anavatanı yani Anadolu’yu kendisine geri veriyor ve bağımsız Kürt ve Ermeni hükümetleri projelerini kesin bir şekilde terk ediyordu.”

Lozan Andlaşması’nın imza töreninde bulunan bir Amerikalı muhabir yazısını şöyle bitirmişti: “Batının Doğu önünde eğilişi hiçbir zaman bu kadar aşağıca olmamıştır.”

*

*   *

Lozan Andlaşması’nı İkinci Büyük Millet Meclisi 23 Ağustos 1923’te onayladı. Bu andlaşmaya göre 23-24 Ağustos 1923’ten itibaren altı hafta zarfında İtilaf Devletleri bütün kuvvetleri, teşkilatları ve malzemeleriyle, İstanbul’u ve Boğazları boşaltacaklardı.

İtilaf Devletlerinin son birlikleri 2 Ekim 1923 Salı günü Dolmabahçe önünde Türk bayrağını ve Türk askerini selamladılar ve gittiler.

*

*   *

İsmet Paşa, bir müddet sonra dahi, “Acaba aldandık mı?” diye üzülürdü. Hayır, aldanmamıştı.

Lozan mükemmel bir eserdir. İsmet Paşa, Lozan’da vatanın minnetine hak kazanmıştır.

Türk milleti, Lozan Andlaşması’nı korumak için, nesiller boyunca, onu, daima yeniden fethetmeye mecburdur.

 

 

35

İSMET PAŞA, BAŞBAKAN

On   dört   sene   –   En   büyük   başarı   –   Ahde   vefa,   Türkiye

Cumhuriyeti’nin   ayırıcı   özelliği   –   Tarihin   fikri   ve   manevi

büyük   mirası   –   Memleketin   yeni   baştan   yapılandırılması

gerekiyordu   –   Kurtuluşun   tek   yolu   olan   açık   ve   kesin   ilkeler!   –

Söylenmesi,   yapılmasından   kolay   olan   açık   ve   kesin

ilkeler   – Vatanın   kurtarıcısına   karşı   suikast   girişimi   –

İsmet   Paşa   emir   vermiyordu,   rica   etmiyordu,

söylüyordu   –   “Yukarıda   sert   bir   konuşma

olduğu   besbelli”   –   “Etkinin   nereden   geldiği   malum!”   –

“Madem   ki   öyle   imiş,   öyle   olsun”

 

İsmet Paşa, ilk Cumhuriyet Hükümetinin Başbakanı oldu.

İsmet Paşa –Fethi Bey’in geçici kabinesi zamanındaki birkaç aylık ara ile– on dört sene Başbakanlık yaptı.

En büyük başarı dış siyasette oldu: Boğazlarda ve Trakya sınırındaki askersizleştirme kaldırıldı. Yeni Türkiye’nin dış siyaseti, eski düşmanlarını kendisine dost yaptı. Onu Batı Devletleri cemiyetine soktu ve Türkiye’yi itibarlı bir Avrupa Devleti yaptı.

Ahde vefa, Türkiye Cumhuriyeti’nin ayırıcı özelliği oldu.

Kuvvetli bir ordu meydana getirildi.

Bu ordu, Malazgirt’in, İznik’in, Kosova’ların, Varna’ nın, Çaldıran’ın, Mohaç’ın, Plevne’nin, Çanakkale’nin … Selmanpâk’in, Kûtulamare’nin, Gazze’lerin, Şerîa’ların … İnönü’lerin, Sakarya’nın, Afyon’un … Dumlupınar’ın ruhunu ve tarihin düşünsel ve manevi büyük mirasını taşır.

Bir ordunun esas kuvveti ruh ve maneviyat, iyi yönetim, eğitim ve öğretim, modern silah ve malzeme, sayıdır. Bunlardan ilk üçü mükemmel, sonuncusu maddeten mümkün olan en üst sınırdır. Modern silah ve malzeme mümkün olduğu oranda temin edildi.

Memleketin yeni baştan bayındır hale getirilmesi gerekiyordu. Baştan başa; yolları, demiryolları, limanları, iskeleleri ile; ziraati, ticareti, sanayii ve zenaatleriyle; köyleri, kasabaları ve şehirleriyle vatanın yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Büyük bir dava vardı: Maddi ve manevi topyekûn bir yapılanma!

Bu büyük iş ancak en gerçek görüş, en geniş kavrayış ve en liberal sistem ve metotla yapılabilirdi.

Çok şey yapılmak istendi ve her sahada epeyce şey yapıldı. Bilhassa demiryolu yapıldı.

En az başarı mali ve iktisadi sahalardadır.

*

*   *

İsmet Paşa, bir İzmir gezisinde, İzmir Musevi cemaatinden bir banka direktörüyle iki tüccarı kabul etmiş ve konuşurken onlardan mali işler hakkındaki fikirlerini sormuştu.

Dediler ki:

1. Denk bütçe,

2. Para değerinde istikrar (iktisadi istikrarı sağlamak için paranın istikrarını sağlamak ve tüketicinin reel satın alma gücünü korumak),

3. Her ne pahasına olursa olsun enflasyondan kesin olarak sakınmak,

4. Ödemeler dengesi (ithalat ve ihracat arasında denge).

Bunlar, İsmet Paşa’nın ifade ettiği gibi, “açık ve kesin ilkeler”di. Kurtuluşun tek yolu olan açık ve kesin ilkeler! Lakin söylenmesi, yapılmasından çok kolay olan açık ve kesin ilkeler!

İsmet Paşa, “Biz, açık ve kesin ilkelere kademe kademe iman etmekteyiz” demişti.

Gerçekten açık ve kesin ilkelere inanmak geç ve güç oluyordu. İman edilen bu açık ve kesin ilkeleri uygulamak ise daha geç ve güç oldu.

*

*   *

1926 Haziranında, eski ittihatçılardan bazıları, vatanın kurtarıcısına karşı suikast teşebbüsünde bulundular. Bunların elebaşısı mütareke zamanı İngilizler tarafından Malta’ya sürülüp, sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından kurtarılan eski Milli Eğitim Bakanı Şükrü Bey’di.

Birçok kimse tutuklandı ve İstiklal Mahkemesinde yargılanmak üzere İzmir’e getirildi.

Ali Fuad Paşa, Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa da tutuklular arasında idi.

……….

İsmet Paşa ve Mareşal İzmir’e geldiler.

Salih otelinde, yukarı katta, İsmet Paşa, İstiklal Mahkemesi Reisi Ali Çetinkaya ile görüşüyordu. Zannederim Kılıç Ali Bey de beraberdi. Ben, aşağı kattan İsmet Paşa’nın sesini duyuyor, lakin ne dediğini işitmiyordum. Sesin tonuna göre İsmet Paşa emir vermiyordu, rica etmiyordu, yalnız söylüyordu. Bir saatten fazla söyledi. Sesini yükseltmeden aynı ölçü ve kararla ve sesi kısılıncaya kadar söyledi. Muhataplarının sesini duymadım. Onlar, galiba, hep sustular ve yalnız dinlediler.

……….

Yargılama devam ediyor ve sona yaklaşıyordu.

……….

Çeşme’de akşam yemeği. Sofranın başında, Gazi’nin teşrifini bekliyorduk. İsmet Paşa yoktu. Gazi yukarıda Ali Çetinkaya ile konuşuyorlardı. Hiçbir ses duyulmuyordu.

Gazi sofraya geldikleri zaman Falih Rıfkı (Atay) bana dedi ki: “Yukarıda sert bir konuşma olduğu besbelli!”

Mustafa Kemal Paşa, sofrada kendi kendine konuşur gibi, “Etkinin nereden geldiği malum!” dedi.

Ve yemeğin sonuna doğru, gene kendi kendine, “Mademki öyle imiş, öyle olsun!” dedi.

……….

İstiklal Mahkemesi kararını verdi. Suikast tertibine katılanlar idam edildiler.

Ali Fuad Paşa, Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa beraet etmişlerdi.

 

 

36

 

MUSTAFA KEMAL PAŞA – İSMET BEY

MUSTAFA KEMAL – İSMET BEY

MUSTAFA KEMAL – İSMET PAŞA

MÜŞİR GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA  –  İSMET PAŞA

ATATÜRK – İNÖNÜ

Vatan   tarihinin   çeşitli   dönemlerini   ifade   eden   unvanlar   –

Fikir   ve   vicdan   enîsi   –   “Râdife”   –   Belâğat   –   “Korkmuyor!”   –

“Nadir   bulunur   görüş   berraklığı”   –

“Radyumdan   bir   insan   parçası”

 

Bu başlıktaki unvanlar vatan tarihinin çeşitli dönemlerini ifade ederler :

Mustafa Kemal Paşa – İsmet Bey

Birinci Dünya Savaşı’nda Diyarbakır’da İkinci Ordu Kumandan Vekili Mustafa Kemal Paşa ile Ordu Kurmay Başkanı İsmet Bey ve İkinci Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa ile IV. Kolordu Kumandanı İsmet Bey’dir.

Suriye’de 7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa ile III. Kolordu Kumandanı İsmet Bey’dir.

Mustafa Kemal – İsmet Bey

İstiklal Harbi’nde Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal ile Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Kumandanı İsmet Bey’dir.

Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal ile Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa ve Başkumandan Mustafa Kemal ile gene Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’dır.

Mustafa Kemal Paşa-İsmet Paşa Başkumandan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa ile Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa;

Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa ile Dışişleri Bakanı İsmet Paşa;

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa ile Başbakan İsmet Paşa’dır.

Atatürk – İnönü Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İnönü.

*

*   *

İsmet Bey, İsmet Paşa, İnönü; Mustafa Kemal Paşa’nın, Mustafa Kemal’in, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, Atatürk’ün fikir ve gönüldaşı idi.

Abdülhak Hâmit Tarhan İsmet Paşa için, “Atatürk’ün râdifesi (peşinden giden)” demişti. Belâgat, kelimeleri tam yerinde kullanmak imiş. “Râdife” tabiri tam yerinde ve uygun düşen bir söz idi.

Sıfatlar, unvanlar, isimler, zaman zaman yer yer değiştiler. Lakin İnönü, Atatürk’ün daima tamamlayıcı bir yakını ve râdifesi kaldı. “Kurtuluş devri idaresi, ‘başbaşa’ bir idare idi.”

*

*   *

İki “Adam” arasında ilk temas 1332 (1916) yılında Diyarbakır’da oldu.

İsmet Bey’e Şam’da sormuştum: “Mustafa Kemal nasıl?” “Korkmuyor!” demişti.

Bu kelimenin anlamını derhal kavramış, onun ifade ettiği hayreti ve hayranlığı anlamıştım. Mustafa Kemal, hiçbir zekâdan korkmayan, en değerli insanları kullanmaktan ve layık oldukları gibi değerlendirmekten çekinmeyen büyük adamdı.

Mustafa Kemal Paşa da İsmet Bey’i, ilk ordu emri müsveddesini yazdığı anda tanımış ve takdir etmişti; beraber çalışmaya başladıktan az zaman sonra onu, daha çok genç iken, Kolordu Kumandanı yaptı.

*

*   *

Mustafa Kemal Paşa İsmet Bey’den, Mustafa Kemal İsmet Paşa’dan, Mustafa Kemal Paşa İsmet Paşa’dan, Atatürk İnönü’den hiçbir zaman çekinmedi. Bilakis onu bağrına bastı ve… yüceltti.

İkinci İnönü Savaşı’ndan sonra Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal’in Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’ya gönderdiği tebrik telgrafı, tarihte hemen eşi olmayan bir takdir ve taltiftir. Hiçbir devlet reisi ve hiçbir şef, kendi emri altında bulunan bir kişi hakkında, bu kadar yüceltici sözler söylememiştir.

*

*   *

Atatürk’ü ve İnönü’yü İngiltere eski Ankara Büyükelçisi Sir Percy Loreine şöyle tasvir eder:

“Makalemi, iki adamdan bahsederek bitirmek isterim: Atatürk ve İnönü. Türkiye’nin, kendisini idare için çocukları arasından bulmak bahtiyarlığına kavuştuğu iki büyük adam. İkisinde de aynı olan şu iki meziyet var: Kaya kadar sağlam namus ve şeref, çok yüksek ve insan emelinin sınırını aşan bir vatanseverlik.

İnönü, güvenilmeye layık, namuslu insanlara karşı sempatisi, ihanete ve fenalığa karşı şiddeti derecesinde nazik bir adam. Nadir bulunur görüş berraklığı. Derin bilgi ve anlayışını, idare bilgisiyle kaynaştırmış bir insan. Kemalist Türkiye’nin geleneği, onun güvenilir ve soylu elindedir.

Atatürk hakkında yalnız şunu söyleyeceğim: O, sevk ve idare için yaratılmış, radyumdan bir insan parçasıdır. O, ne hayattan, ne ölümden korkardı. Savaşı bilirdi; fakat kan dökmenin gereğine inanmıyordu. Kalpleri tanırdı; lakin mantığa inanmazdı.”

 

 

37

İKİ SUVARE

Naim   Palas   –   “İzmir’de   İsmet   Paşa   ile   konuşabilecek   bir

Türk   hanımı   yok   mu?”   –   “İşte   aradığınız   Türk   hanımı”   –

Souper   –   Pembe   sünbüller   –   Zarif   bir   hediye   –

“Baba!   Senin   madalyan   yok   mu?”

 

1926 baharı. İzmir’de Müstahkem Mevki (korunaklı bölge) Kumandanıyım. Başbakan İsmet Paşa İzmir’e geldiler.

Naim Palas’ta bir suvare. İsmet Paşa genç, güzel, zeki bir bayanla konuşuyordu. Sonra, dans ettiler. Bu bayan İzmir Fransız Konsolos Yardımcısının eşiydi.

Türk aileleri de vardı. Fakat İsmet Paşa ile konuşan bir Türk hanımı yoktu. İsmet Paşa ile dans etmek kolay, fakat onun zeki konuşmasına nüfuz ederek onunla konuşmak zor idi. Bundan etkilenip duygulandım ve İzmirlilere sordum: “İzmir’de İsmet Paşa ile konuşabilecek bir Türk hanımı yok mu?”

Biraz sonra, İsmet Paşa’yı, başka bir hanımla konuşuyor gördüm. Demin kendisine sorduğum zat, “İşte aradığınız Türk hanımı” dedi. “İzmirlidir. Amerikan mektebinde okumuştur. Birkaç dil bilir.” Ciddi ve vakarlı olan bu Türk hanımı, İsmet Paşa ile, Fransız hanımı kadar rahat ve kolay konuşuyordu.

*

*   *

Bir hafta sonra başka bir suvare. Gece yarısı souper. Yemek masasında on iki davetli var. Ben İzmirli iki Türk hanımı arasındayım. Pembe sünbüllerle süslenmiş sofraya otururken, İsmet Paşa, beni onlara takdim etti.

Solumda oturan hanım, geçen hafta, İsmet Paşa ile konuşandı. Yemekte görüştük. Zeki olduğu, iyi terbiye ve tahsil gördüğü anlaşılıyordu.

Souper bir saat sürdü. Yemeğin sonunda, bu hanımı yeteri kadar tanımıştım ve kendisiyle hayat birliği yapmak arzusunda ve kararında idim.

*

*   *

Ankara, 18 Ağustos 1927

Aziz Paşa kardeşim,

Nişanlandığınızı öğrendiğim zaman heyecan hissettim. Senin mutluluğunla ne kadar ilgili isem, nişanlınız olan hanımefendiyi tanımaktan kıvanç duyduğum için, onun saadetiyle de çok mutlu olacaktım.

Mektubunuzu aldığım günden beri ikimizi tanıyan her arkadaşa rastgeldikçe, bu bahtiyarlık haberini müjdeleme konusunda sabırsızlık gösterdim. Sevinçli ve heyecanlı duygularımı daha iyi yazabilecek bir ânımı bekleye bekleye şimdiye kadar sizi tebrik etmekte geciktim. Ben, çok itinalı, çok sevinçli yazmak kararını verdiğim zamanlar bunu gerçekleştirmede hep bu kadar gecikirim. Fakat asıl konuda da başarılı olamam.

Mutlu olacaksınız. Bu, benim için kuvvetle beklediğim bir sonuç mahiyetindedir. Hanımefendinin yüksek nitelikleri, yüksek ve her şekilde saygın bir aile kurmak için büyük emniyettir.

Nişan devrini uzatmamanızı rica ederim. Özel aile işlerine karışmak küstahça olmakla beraber bu samimi arzuyu ortaya koymaktan kendimi alamadım.

Size tekrar tekrar saadetler dilerim kardeşim efendim.

Aktarmaya çalıştığım duygularım annemin ve karımın da duygularıdır. Ailece tebrik ediyoruz.

İsmet

*

*   *

Ankara, 16 Haziran 1928

Kardeşim Paşacığım,

Kurduğunuz ailenin size ve pek muhterem Bedia Hanımefendiye saadetler getirmesini; bu güzel, asil, yüksek ailenin, memleketimizin esaslı bir temeli olmasını temenni ederim.

Nikâh töreninizde bulunmak arzusu bende hakikaten şiddetli idi. Fakat nikâh töreninin gerçekleşmesi her mahrumiyetin yerini dolduran başlı başına bir teselli ve saadet etkenidir.

Gözlerinden öperim. Pek muhterem Bedia Fuad Hanımefendiye saygılarımı sunmanızı rica ederim kardeşim.

İsmet

*

*   *

Yedi yıl sonra İsmet İnönü Maçka’daki evime –Özel Kalem Müdürü Vedid Bey’le beraber– teşrif etti. Altı aylık kızım Ayla için zarif bir hediye getirmişlerdi. Bunu, Vedid Bey’in eliyle, Ayla’nın boynuna taktılar. Heyecanımdan teşekkür edemedim.

*

*   *

Ayla, altı yaşına gelince bana, “Baba! Senin madalyan yok mu? Sen Atatürk’ün ve İnönü’nün yaptıkları savaşta bulunmadın mı?” diyecekti.

 

 

38

İSTİFA – HASTALANMA

Hayatın   ortasında   bir   durak   –   İngilizce   ve   İngiltere   tarihi   –

Clemanceau   –   Hastalanma,   hastalık

 

İsmet İnönü 1937 Eylülünde Başbakanlıktan istifa etti.

İnönü Atatürk’e demiş ki: “Devlet işlerine ait kararlar sofrada veriliyor. Sorumlu olmayanlar işe karışıyor. Bakanlar haberim olmaksızın istifaya mecbur ediliyor. Sunduğum görüş, düşünce ve eleştirilerime güvenilmiyor…”

Atatürk, İnönü’den sonra Cumhurbaşkanı olacak olan Celâl Bayar’ı İnönü’den sonra Başbakan yaptılar.

Ömürleri sürekli etkinlik içinde geçenler için, hayatlarının ortasında, bir istirahat durağı lazımdır. Bu durak hayırlı ve faydalı olur.

İsmet İnönü bu arada İngilizceyi ilerletti. İngiltere tarihini okudu. Ve… düşündü.

İsmet İnönü İngilizceyi iyi öğrendiği halde sonraları bana anlattığına göre Amerikalılarla ve İngilizlerle görüşürken tercüman kullanır; tercüman İngilizceyi Türkçeye tercüme ederken, kendisi, vereceği cevabı hazırlarmış.

Versailles Andlaşması müttefikler arasında görüşülürken, Clemanceau bunun aksini yapar; Lloyd George’la, Wilson’la İngilizce konuşurmuş. Fakat bittabi İngilizceyi onlar kadar iyi bilmediği için görüşmelerde kaybedermiş.

1938 senesi yazında İsmet İnönü hastalandı. Ankara Valisi rahmetli Nevzat Tandoğan birkaç yıl sonra bana dedi ki: “Atatürk İstanbul’a teşrif ediyordu. İnönü de uğurlamak için istasyona gelmişti. Atatürk, istasyona gelenlerin her birinin elini sıktı ve veda etti. Yalnız İnönü’nün elini sıkmadı ve ona veda etmedi.

İnönü evine döner dönmez ağır surette hastalandı ve yatağa düştü.”

Atatürk’ün de hastalığı başlamıştı.

 

 

39

MERHALELER

İlkokuldan   itibaren   her   okulda,   her   sınıfta,   her   yıl   birinci   –

Yirmi   yılda   yirmi   aşama   – Göz   kamaştırıcı   yüceliş!   –

Çanakkale   Savaşı   –   Esîr   (evreni   dolduran   soyut,   akıcı,

hafif   bir   cisim)   gibi,   maneviyat   gibi   – Daima   gölgede

kalmayı   bilen   –   Meçhul   subay   –   Necmeddin   Sadık   Bey   –

Bu   meçhul   subay   kimdir?   – Sonsuzluğun   yüce   makamı   –

Tanrı   yelpazesi   –   “İsmet   Efendi   Aksaray”   hedefe   ermişti

 

İlkokuldan başlayarak her okulda, her sınıfta, her yıl birinci

Birincilikle Topçu Mülâzımı (Teğmen)

Birincilikle Erkân-ı-Harp (Kurmay) Yüzbaşısı

Batarya Kumandanı

Süvari Fırkası (Tümeni) Erkân-ı-Harbiye Reisi (Kurmay Başkanı)

Uzun bir atlama ile Yemen’de Genel Kuvvetler Kurmay Başkanı

Balkan Savaşı’nda: Sağ kanat ordusu kurmaylığında görevli.

Osmanlı-Bulgar Barış Görüşmeleri Komisyonunda askeri danışman

Balkan Savaşı’ndan sonra: Genelkurmay Üçüncü Şube Müdür Yardımcısı

Birinci Dünya Savaşı’nda: Birinci Ordu Harekât Şubesi Müdürü, Başkumandanlık Vekâleti Harekât Şubesi Müdür Vekili*

Birinci Dünya Savaşı’nda: Ordu Kurmay Başkanı

Birinci Dünya Savaşı’nda: Kafkas, Sina, Filistin Cephelerinde Kolordu Kumandanı

Mütarekede: Milli Savunma Bakanlığı Danışmanı

İstiklal Harbi’nde: Genelkurmay Başkanı

İstiklal Harbi’nde: Ordu Kumandanı (Eskişehir Grubu –Batı Cephesi– Kumandanı)

İstiklal Harbinde: Ordular Grubu Kumandanı (Batı Cephesi Kumandanı)

Mudanya Konferansı’nda Başdelege.

Mudanya Mütarekesinden sonra Dışişleri Bakkanı.

Lozan’da Türk Delegasyonu Başkanı.

Başbakan

Bu aşamaya –Topçu Teğmenliğinden Başbakanlığa kadar yirmi aşamaya– yirmi yılda ulaşıldı. Yüceliş ne kadar çabuk ve ne derece göz kamaştırıcıdır!

Atatürk, Allah’ın kendisine emanet ettiği çetin ödevleri başardıktan, bu dünyadaki vazifelerini bitirdikten sonra ikinci vatanı olan sonsuzluğa, sonsuzluğun yüce makamına geçti.

“Atatürk güneşi, başka dünyaları aydınlatmak için, akşam kızıllığını, Tanrı yelpazesi gibi gererek, ufkun arkasında batmıştı.” –Yeni İstanbul

İsmet İnönü Cumhurbaşkanı oldu. Engeller –yani yıllar– aşılmış, aşamalar geçilmiş… ve “İsmet Efendi Aksaray” hedefe ermişti.

 

*) 8 Haziran 1336 (1920) tarihli Akşam gazetesinde “Medine-i Kudüs” tefrikasında şu satırlar vardı: “Çanakkale Savaşı esnasında Genel Karargâh Harekât Şubesini bir Türk subayı idare etmiş ve Enver Paşa’nın Çanakkale’ye taarruz eden düşmanı küçük görüp hafife almasına ve Çanakkale’yi savunmak için pek çok kuvvete ihtiyaç olmadığı kanaatinde bulunmasına rağmen o Türk subayı, harikulade bir basiret ve uzakgörüşlülük göstererek, daima Çanakkale’ye mümkün olduğu kadar çok kuvvet gönderilmesi hususunda en etkili unsur olmuştur. Bundan dolayı Çanakkale’de, bu meçhul Türk subayının büyük gayreti ve çabası vardır. O, esîr (evreni dolduran, soyut, akıcı, hafif bir cisim) gibi, maneviyat gibi, her yerde etkisini hissettirdiği halde, hiçbir zaman ön safta görünmemiş, daima gölgede kalmayı bilmişti.” Necmeddin Sadık Bey merakla, “Bu meçhul subay kimdir?” diye sormuştu. “İsmet Bey” demiştim.

 

 

 

40

İSMET İNÖNÜ, CUMHURBAŞKANI

Çağrışım   –   “Soruların   cevabı”   –   “Eşsiz   kahraman

Atatürk!”   – Pulların   ve   paraların   üzerindeki   resim   –

Montesquieu   –   Caton,   Brutus,   Robespierre   –

İsmet   İnönü’nün   yaptıkları   ve   yapamadıkları   –   Demokrasi   tâcı   –

“Babam   o   kadar   çok   şey   yapıyor   ki,   bana   yapacak

bir   şey   kalmayacak.”

 

İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçildiği gün Kâğıthane sırtlarında Akademinin atlı tatbikatında idim.

Bu haberi aldığım anda, İsmet Efendi’nin kırk sene evvel lisenin birinci sınıfında kendi “geleceği”nden nasıl bahsettiğini; İsmet Bey’in otuz yıl önce, Beykoz ormanında “hedef”i nasıl düşündüğünü; Edirne’de, “Neden ben devlet başkanı olamayayım?” dediğini ve yirmi altı yıl evvel Yemen’de, İmam Yahya hakkında, “İşte seçimin fazileti” demiş olduğunu birden hatırladım.

Le Temps gazetesi 12 Kasım 1938 tarihli nüshasında şöyle yazmıştı:

“Atatürk’ün otoritesi ve bütün millet nazarındaki şahsi prestiji hiçbir diktatörün tanımadığı derecede olduğundan kendisi sahneden çekildikten sonra eserinin ne olacağı merak ediliyordu. Bu hayret verici adamın yerini kolay kolay dolduracak birisi bulunur mu diyorlardı.

İsmet İnönü’nün oy birliğiyle seçilmesi bu sorulara cevap olmuştur.”

Hüseyin Cahit Yalçın da Yeni Sabah’ta şöyle yazmıştı:

“Büyük Millet Meclisi General İsmet İnönü’yü görüş birliği ile Türkiye Cumhurbaşkanlığına seçti. Eğer bu seçim Teşkilât-ı-Esasiye Kanunu gereğince Büyük Millet Meclisi üyeleri arasında yapılmayıp da bütün milletin oyuna başvurmak suretiyle yapılmış olsaydı Türk milletinin, hiç tereddüt etmeden bu yüksek vazifeyi derin bir güvenle muhterem İsmet İnönü’ye vereceğine hiç şüphe yoktu.”

*

*   *

Atatürk hakkında İnönü’nün yayımladığı mesaj, anlam ve üslup bakımından şaheserdir. Bu mesajın şu cümlesi;

“Devletimizin kurucusu ve milletimizin fedakâr, sadık hizmetçisi!

İnsanlık idealinin âşık ve seçkin siması;

Eşsiz kahraman Atatürk!

Vatan sana minnettardır.”

ile İsmet İnönü sözünü en etkili ve çarpıcı bir şekilde söylemiştir.

*

*   *

Bir gün eşim, üzerlerinde İnönü’nün resmi olan pullar ve paraları göstererek bana sordu: “Taşkasap’taki evinde, birlikte Almancaya çalışırken, İsmet Bey’in resminin, pullar ve paralar üzerinde basılacağı aklına gelir miydi?”

“Evet, hatta daha fazlası.”

“Daha fazlası nedir ki?”

“Üç kıt’ada geniş ülkeleri olan kırk milyonluk bir devletin başkanlığı.”

*

*   *

“Cumhuriyet fazilettir.”

İsmet İnönü’den bu hususta büyük şeyler ümit edilmişti.

Bu ümitler gerçekleşmedi.

İnönü; nüfuz tüccarlığına, nüfuz vurgunculuğuna, yasal olmayan servetler kurulmasına engel olamadı.

İnönü fazilet mücadelesinde başarılı olamadı.

Caton da fazilet mücadelesinde başarılı olamamıştı.

Brutus de başarılı olamamıştı.

İncorruptible – ahlakı bozulamaz adam” niteliğini taşıyan Robespierre dahi bu mücadelede yenilmişti.

*

*   *

Hatay, anavatana kavuştu.

İnönü, etrafında şakşakçı takımı kurmadı. Aile kurumunu güçlendirmeye çalıştı. İngiltere ve Fransa ile ittifak yaptı.

İnönü “İkinci Dünya Savaşı’nın korkunç tehlikeleri içinden Türkiye’yi sağ ve salim sıyırıp geçirdi.”

*

*   *

Uzun müddet seçimlerde iffet ve dürüstlük olmadı.

Halk için önemli, hatta en önemli mesele olan pahalılık azalmadı, arttı.

Paranın gerçek satın alma değeri artmadı, azaldı.

Doğru bir iktisat siyaseti izlenip uygulanamadı.

Başlangıçların başlangıcı ve “bina”nın temeli olan köyün ve köylünün kalkınmasının nasıl temin edileceği bilinmedi ve bunun için uzun vadeli bir plan yapılmadı.

*

*   *

İnönü, en nihayet, hürriyetin ve demokrasinin yerleşmesi için tam müsait şartlar hazırladı. Cumhuriyeti çok partili rejime kavuşturdu. Teminatlı, mükemmel bir seçim kanunu yapıldı. Böylece İnönü, Atatürk’ün muhteşem eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’ne demokrasi tâcını koydu.

İnönü’nün bu son yaptıkları için genç İskender’in, babası Philippe hakkındaki şu sözü hatıra gelebilir: “Babam o kadar çok şey yapıyor ki, bana yapacak bir şey kalmayacak!”

41

ARA SÖZ : JAPONYA

Bir   memleketi   çağdaşlaştırmak   için   iki   nesil   yeter   –

Japonya,   gerçek   bir   örnek   –   “Hedef”   ve   “Hareket   noktası”

 

Bir memleketi çağdaşlaştırmak için iki nesil yeterlidir. Japonya, bunun ispatıdır.

19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Japonya’nın Batı dünyasıyla münasebeti yoktu.

Japonya 1866 tarihinden itibaren Batı medeniyetini kabul etti.

Japonlar 1904-1905’te Rus ordularını mağlup ettiler; zaferi kazandıran silahların çoğunu kendi fabrikalarında üretmişlerdi… Tsushima’da Rus donanmasını yokettiler.

Otuz sekiz yılda, Japonya’da modern sanayi, ağır sanayi, yüksek teknoloji sanayii kurulmuştu.

Japon halkında fizyolojik sefalet yoktur. Hijiyen –doğum ve çocuk hijiyeni, genel ve sosyal hijiyen– ekonomi, tarım, kültür çok ilerlemiştir.

Japonya’nın nüfusu 20. yüzyılın başında kırk milyondu. Birçok savaştan sonra bugün, dört adanın nüfusu seksen beş milyondan fazladır ve okuyup yazma bilmeyen yoktur.

Büyük felaketlere ve yenilgilere rağmen halkın maneviyatı ve vatanseverliği, derinliğine, sapasağlamdır.

Cumhuriyetin kuruluşundan beri otuz yıl –yani hemen iki nesle yakın bir zaman– (Meşrutiyetin ilanından beri kırk dört yıl yani iki nesilden fazla zaman) geçtiği halde biz, bugün “hedef”ten ziyade “hareket noktası”na yakın bulunuyoruz.

“Biz Osmanlı Devleti’nin, Batı dünyası önünde yıkılıp gideceğini sezmekte, Japonlardan bir asır önce; tam çarelerini bulmakta ise birbuçuk asır sonra geliyoruz.”

“Japonlar, çok daha kısa bir süre içinde yeni zamanların büyük devletleri sırasına geçmişlerdi.”

 

 

42

GENE ARA SÖZ : KORE

İlkel   bir   imparatorluk   – İlk   iş,   bilmek   – İki   yıl   keşif   ve

inceleme   –   Bilinmeyen   Kore,   bilinen   Kore   oldu   –

Plan,   program,   iş   –   Kırk   yılda,   ilkel   Kore,   bayındır

ülke   oldu,   yani   son   savaştan   evvel,   olmuştu

 

Japonlar 1905 yılında Kore’yi aldılar. Kore bir imparatorluktu. Fakat ilkel bir halde idi. Kore’nin yüzölçümü İtalya Yarımadası’nın üçte ikisi kadardır.

Japonlar, ilk iş olarak, Kore’yi bilmek istediler. Haritasını aldılar ve birkaç yüz uzman –doktor, kimyager, bakteriyolog, jeolog, meteorolog, hidrolog, fizik âlimleri, her türden mühendis (inşaat, su, yol ve demiryolu, makine ve elektrik mühendisleri), tarım, ekonomi, endüstri uzmanları– gönderdiler. Bu uzmanların görevi; Kore nasıl bir memlekettir, ne haldedir, ne yapmalıdır, yapılacak işleri ne kadar zamanda yapmak mümkündür; bunu keşif, inceleme ve tespit etmekti.

Keşif ve inceleme yoğun bir çalışma ile iki yıl sürdü. Bilinmeyen Kore, iki yıl sonra bilinen Kore oldu.

Japonlar, bu keşfe dayanarak, Kore’yi yeniden kurmak için plan ve program yaptılar. Haritayı onar bin kilometrelik karelere böldüler. Ve bu plan gereğince, her kare dahilinde, aynı zamanda, her koldan ve her daldan işe başladılar.

Binlerce kilometre yol ve demiryolu yapıldı. Kanallar, limanlar, iskeleler inşa edildi. Su kanalları ve nehirler ıslah edildi ve düzenlendi. Sulamalar yapıldı. Hidroelektrik tesisatı yapıldı. Salgın hastalıklardan çoğunun sebepleri, kaynakları, odakları giderildi. Koruyucu hekimlik –doğum ve çocuk hijiyeni, genel ve sosyal hijiyen– kuruldu. Madenler işletildi. Fabrikalar yapıldı. Sanayi kuruldu. Tarım ıslah edildi. Köyler, kasabalar, şehirler yeniden düzenlendi. Her köyde okul açıldı.

Kırk yılda Kore kuruldu. İlkel Kore, bayındır ülke oldu; yani son savaştan önce olmuştu.

Fas, 1912’de, bayındırlık bakımından, bir Ortaçağ memleketi idi. Kırk senede, bayındırlık bakımından, modern bir memleket oldu. Kırk senede kırk bin kilometre yol yapıldı. Yol yoğunluğu 6 kilometre kare için 1 kilometredir. Nüfusu 1921’de dört milyondu. 1949’da dokuz milyon oldu; yani bir misli arttı.

 

 

43

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI

İkinci   Dünya   Savaşı’nda   geçirdiğimiz   siyasi   aşamalar   –

Lehistan   Savaşı   –   Türkiye   ile   İngiltere   ve   Fransa   arasında

   ittifak   andlaşması   – Rusya   ile   görüşme   –   Savaşın   yörüngesi   –

Fransa’nın   savaştan   çekilmesi   – “Zor   şartlar   içinde   tek

başına   kahramanca   bir   varlık   savaşı   içinde   bulunan

İngiltere   ile   ittifak   bağlarımız   sağlam   ve   sarsılmazdır”   –

Almanya   ile   dostluk   andlaşması   – “Zulme   uğramışların

öç   alma   savaşı”   –   Dünyanın   paylaşımı   görüşmesi   –

Kaybedilen   bir   ay   –   İmha   savaşları   – Moskova

önünde   – Karakış   –   Mareşaller   – Son   durak   –

Elâlemeyn   ve   Stalingrad   –   Adana   –   Kahire   –   Anadolu’daki

hava   üsleri   –   Sibirya   ambarları   –   Yalta   –   İkinci   Cephe   –

Türkiye’nin   Almanya’ya   savaş   ilan   etmesi   –

Almanya’nın   kayıtsız   şartsız   teslim   olması   –

Tabiat   boşluktan   ürker

 

İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olduktan on ay sonra İkinci Dünya Savaşı çıktı.

İkinci Dünya Savaşı’nda geçirdiğimiz siyasi aşamalar ve ihtimaller kısaca anlatılmıştır. Her aşamada meydana geen önemli askeri olaylardan da o aşama içinde bahsedilmiştir.

I. Aşama (1939 Mayıs-Ekim)

10 Mayıs 1939’da Moskova’da Sovyet-İngiliz görüşmeleri başladı.

12 Mayısta Türk-İngiliz karşılıklı garanti bildirgesi yayımlandı. Bu bildirge ile Türkiye’nin siyasi cephesi belirmişti. Garanti bildirgesinde tarafların birlik anlaşması yapacakları yazılıydı.

31 Mayısta Rusya Dışişleri Bakanı Molotof, nutkunda, Türk-İngiliz anlaşmasının milletlerarası durumda bir değişiklik meydana getirdiğini bildirdi.

23 Haziranda Türk-Fransız ortak garanti bildirgesi ilan edildi.

*

*   *

Bu durumda, Rusya da bizimle beraberdi. Müttefiklerle birlikte yaptığımız garanti bildirgelerine ve bir ittifak andlaşması yapılmasına olumlu yaklaşıyordu ve kendisi de müttefiklerle andlaşma görüşmesine girişmişti.

Almanya ve İtalya Türkiye’ye karşı şiddetli tavır aldılar.

Bu esnada Hatay meselesi görüşüldü ve Hatay’ın anavatana katılması temin edildi.

Bundan sonra müttefikler, Türkiye ile yapılacak birlik andlaşmasıyla meşgul olmadılar; bütün gayretlerini Rusya ile yapılacak andlaşma için ortaya koydular. Bizim bütün müracaatımıza savsaklayıcı cevaplar veriyorlardı.

Temmuz ve Ağustos ayları Moskova’da İngiltere ve Fransa ile Rusya arasında görüşmelerle geçti.

Moskova’da bulunmakta olan İngiltere Dışişleri Bakanlığı Orta Avrupa Dairesi Genel Müdürü Strang, bu görüşmelerin umut verdiği ve son aşamaya girdiği yani görüşmelerin siyasi kısmının bittiği kanaatiyle 8 Ağustosta Londra’ya döndü. 11 Ağustosta bir İngiliz-Fransız askeri heyeti Moskova’ya geldi ve 12 Ağustosta Mareşal Voroşilof başkanlığında askeri görüşmelere başlandı.

Sonradan anlaşıldı ki, bu esnada Rusya ile Almanya arasında da görüşmeler oluyormuş. Lehistan’ın bölünmesi üzerinde iki devlet anlaşmışlardı.

23 Ağustosta Almanya Dışişleri Bakanı Ribbentrop Moskova’ya geldi. Öğleden onra başlayan görüşmeler 24 Ağustos akşamı neticelendirilerek Rus-Alman Saldırmazlık Paktı imzalandı.

Bu paktın özeti şudur:

Alman ve Sovyet hükümetleri Almanya ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği arasında barışı güçlendirmek arzusundan ilham alarak ve 1926 tarafsızlık andlaşmasının esas hükümlerine dayanarak aşağıdaki maddeleri tespit etmişlerdir:

Sözleşme yapan her iki taraf, kendi aralarında, gerek yalnız olarak gerek diğer hükümetler ile irtibatta olarak her türlü zor ve şiddet hareketinden, her türlü saldırı hareketinden ve her türlü saldırıdan kaçınmayı garanti ederler;

Sözleşme yapan her iki taraftan biri diğer bir hükümet tarafından bir harp hareketine maruz kaldığı takdirde diğer taraf hiçbir suretle bu üçüncü hükümete yardım etmeyecektir;

Sözleşme yapan her iki taraftan hiçbiri, diğer tarafa, doğrudan doğruya veya dolayısıyla yöneltilmiş bir hükümetler gruplaşmasına katılmayacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’nı doğuran bu andlaşma olmuştur.

Almanya, iki cepheli harpten sakınıyordu. Bu andlaşma doğu cephesini ortadan kaldırmakla Almanya’ya harbe girmek imkânını ve cesaretini verdi.

*

*   *

25 Ağustosta, Londra’da, İngiltere-Lehistan karşılıklı yardım paktı imzalandı.

26 Ağustos İngiliz-Fransız askeri heyeti tam bir başarısızlıkla Moskova’dan ayrıldı.

27 Ağustosta Mareşal Voroşilof verdiği demeçte, “Görüşmelerin, önüne geçilmez fikir ayrılıkları yüzünden kesildiğini” bildirmişti.

1 Eylülde, Alman orduları Lehistan’a girdiler. İkinci Dünya Savaşı başlamıştı.

17 Eylülde de Rus orduları Lehistan’a girdiler.

Lehistan Savaşı çıktıktan sonra Türkiye ile müttefikler arasında birlik andlaşması görüşmeleri, eski yavaş halini terk ederek, müttefikler tarafından acele acele takip edilmeye başlandı. Bu görüşmeler Eylül ayı içinde bitti.

Bu esnada Rusya, Türkiye’yi de bir andlaşma görüşmesine çağırdı. Türkiye, Rusya ile olan eski bağlara ve andlaşmalara uyarak, müttefiklerle birlik andlaşmasını imzalamadan önce, Dışişleri Bakanını Moskova’ya gönderdi. Saraçoğlu 25 Eylülde Moskova’ya vardı.

*

*   *

Lehistan çabuk ezildi. Lehistan savaşı 23 Eylülde yani üç haftada bitmişti. Rusya ile Almanya arasında yeni bir sınır ortaya çıkmıştı. Bunu bir pakta bağlamak ve dostluk kurmak için Ribbentrop 26 Eylülde tekrar Moskova’ya geldi ve 29 Eylülde Sovyet-Alman Sınır ve Dostluk Paktı imzalandı. Aynı gün Ribbentrop Berlin’e döndü.

1 Ekimde Moskova’da Saraçoğlu ile Rus devlet adamları arasında Türk-Sovyet görüşmeleri başladı. Saraçoğlu müttefiklerle hazırlanmış olan andlaşma müsveddesini Ruslara gösterdi. Andlaşmada Türkiye’nin Sovyetlerle silahlı bir anlaşmazlığa sürüklenmemesi şart olarak bildiriliyordu. Bu şartın andlaşmaya konması stratejik bir bilgelikti. Tabii Ruslarla yapılacak andlaşmada dahi İngiltere ve Fransa lehine çekinceli kayıtlar bulunacaktı.

Ruslarla görüşme uzun sürdü.

Bir hayli kekelemelerden sonra Ruslar, Saraçoğlu’na Boğazlar meselesi üzerinde özel durum isteyen tekliflerde bulundular. Türkler reddettiler. Görüşmeler kesildi. Saraçoğlu 17 Ekimde döndü.

19 Ekim 1939’da Türk-İngiliz-Fransız Birlik Andlaşması Ankara’da imzalandı.

31 Ekimde Molotof, yayımladığı raporunda şöyle diyordu: “Türkler, savaşın yörüngesine girdiler; bir gün, bu hareketlerine üzüleceklerdir.”

8 Kasımda Türk-Fransız-İngiliz Karşılıklı Yardım Paktı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce onaylandı.

Birlik Andlaşmasına göre savaş, Akdeniz’e yayıldığı zaman Türkiye savaşa girecekti. Savaş Akdeniz’e yayıldığı zaman Rusya, Almanya tarafında idi. Rusya ile savaşa tutuşmamak kayıt ve şartı, bizim savaşa girmemize engel oldu.

II. Aşama (1939 Kasımından 22 Haziran 1941’e kadar)

Hitler Lehistan Savaşı’ndan sonra müttefiklere barış teklif etti. Müttefikler reddettiler. Rusya müttefiklerin, barış teklifini kabul etmemekle kendilerinin saldırgan olduğunu göstermiş olduklarını ilan etti. Müttefikler aleyhinde ve Almanya safında yer aldı ve bunun gereği olarak Türkiye’nin müttefiklerden ayrılmasını ve Almanya ile beraber bulunmasını gerekli görmeye başladı.

Yukarıda bildirilen siyasete biz Mayıs ayında İngiltere, Fransa, Rusya ile beraber başlamıştık. Altı ay sonra Rusya ve Almanya karşı tarafta ve aynı safta bulundular. Biz, İngiltere ve Fransa ile beraber kaldık.

Dünya siyasetinde Alman-Rus dostluğu ve beraberliği bir realite olarak her sahada etkisini belli etmeye başladı. Vaziyet Rusya ile Mihver arasında tam bir birlik manzarası idi ve Türkiye en büyük tehlikeyle karşı karşıya bulunuyordu. Bu durum, 1940 sonuna kadar böylece devam etti.

10 Mayıs 1940’ta Almanlar Belçika ve Hollanda’ya girdiler. 14 Mayısta Hollanda teslim oldu ve Sedan, Fransızlar tarafından boşaltıldı.

16 Mayısta Alman orduları, Fransızların savunma çizgisini yardılar. 14 Haziranda Paris düştü ve 24 Haziranda Fransa Savaşı bitti. Fransa savaştan çekildi.

Fransa’nın yıkılması Rusya’da askeri bakımdan endişe uyandırdı. Ruslar, Fransız ordularının altı hafta içinde yok olacaklarını hiç tahmin etmemişlerdi. Ruslar, Almanya ile Fransa ve İngiltere arasındaki savaşın uzun süreceğini, her iki tarafın çok yorulacağını ve neticede Rusya’nın durumun hakemi ve hâkimi olacağını sanmışlardı.

Fin Savaşı’nın oluş biçimi de Rusların askeri konumunu sağlamlaştırmamıştı.

Fransa’nın savaştan çekilmesiyle İngiltere, adalarını tek başına savunmaya mecbur kaldı.

Almanya, Fransa Meydan Savaşı’nı kazandı. Lakin İngiltere Meydan Savaşı’nı kaybedecekti. Almanlar Büyük Britanya Adalarını ele geçirmek –denizden çıkarma, havadan indirme yapmak– için önce İngiltere üzerinde mutlak hava hâkimiyeti elde etmek istediler. Bu hâkimiyeti temin etmek için yaptıkları hava saldırılarında Almanlar yenildiler. Kahraman İngiliz avcıları İngiltere Savaşı’nda üstünlüğü sağladılar.

1940 yazında Romanya kapılarını Almanya’ya açtı. Vichy Hükümeti Suriye’de otoritesini korudu ve Türkiye’nin müttefiki olan İngiltere’ye karşı cephe aldı. Irak’ta da Almanlara taraftar olan Raşit Ali hareketi başgösterdi. Türkiye böylece, yalnız olarak Suriye ve Irak sınırlarından çevrilmiş bulunuyordu. Almanya, Türkiye’ye karşı tehditkâr bir siyasi saldırıya geçti. İtalya 1940 Ekiminde Yunanistan’a saldırdı.

Cumhurbaşkanı İnönü 1 Kasım 1940’ta Büyük Millet Meclisi’ndeki konuşmasında İngiltere için dedi ki: “İngiltere’nin zor şartlar içinde kahramanca bir varlık savaşı içinde bulunduğu bir zamanda, onunla ittifak bağlarımızın sağlam ve sarsılmaz olduğunu söylemek benim için bir borçtur.” Bu sözler Türk milletinin mertliğinin, sözüne ve andına bağlılığının soylu bir ifadesiydi.

Hitler, İngiltere Savaşı’nı kaybettikten ve İngiltere’yi ele geçirmek ümit ve imkânı kaybolduktan sonra, İngiliz milletinin o çok bilinen meşhur inadı karşısında savaşın çok uzun süreceğini ve zaman etkeninin Almanya aleyhinde çalışacağını görerek kendisine hayat sahası sağlamak ve Rusya’nın hazırlıklarını bitirip kendisine saldırmasını önlemek için Rusya’ya saldırma kararını verdi. Fakat bunun için önce Alman ordularının arkasının emniyetini sağlamak istedi.

Almanya, 1941 ilkbaharında Balkanlar’a indi: 2 Mart 1941’de Alman Ordusu Bulgaristan’a girdi. Yugoslavya 25 Martta Üçler Paktı’na girdi. 27 Martta Yugoslavya’da hükümet darbesi oldu. 6 Nisanda Almanlar Yugoslavya’ya ve Yunanistan’a saldırı düzenlediler. 11 Nisanda Macaristan Yugoslavya’ya savaş ilan etti. 15 Nisanda Bulgaristan Yugoslavya ile diplomatik münasebetlerini kesti. 11 gün direndikten sonra Yugoslavya ordusu 17 Nisanda kayıtsız şartsız teslim oldu ve memleket, Almanlar tarafından işgal edildi.

23 Nisanda Yunan Kralı ve hükümeti Atina’yı terk ettiler.

20 Mayısta Alman paraşütçüleri Girit Adası’na indiler. 1 Haziranda Yunanistan Savaşı da bitti.

Ege Denizi’ndeki adalar da Almanlar tarafından işgal edilmişti.

Böylece Almanya ve İtalya karadan ve denizden Türkiye sınırını sarmış bulundular.

Kuvvetli Alman zırhlı ve motorlu birlikleri Meriç Nehri’nin aşağı kısmından dosdoğru doğuya saldırırlarsa Trakya’nın kuzey sınırı boyunca uzanan Çakmak hattının geriyle ulaşımı kesilirdi. İnönü Çakmak hattını boşalttırdı ve orduyu Çatalca hattına çektirdi. Çakmak serhad hattını boşaltmak ve Çatalca’ya çekilmek, stratejice gayet isabetli bir karardı. Almanlar buna uymayı tercih etmeye mecbur oldular. Türkiye’ye saldırı düzenlemek niyetinde olmadıklarını beyan ve dostluk andlaşması yapmayı teklif ettiler.

18 Haziran 1941’de Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Paktı imzalandı. Bu andlaşmanın başında müttefiklerle olan birlik gereklerinin tamamen yürürlükte olduğu açıkça belirtilmişti. Bu şekilde andlaşmanın anlamı; “Rusya yüzünden veya Rusya ile birleşerek Almanya’ya karşı savaş etmeyiz. Ama İngiltere ile olan birlik andlaşmamız icabettirirse savaşa gireriz,” demek olmuştu.

*

*   *

Siyasi sahada, 1939 Ekiminden 1941 ilkbaharına kadar geçen zaman Rusya ile Almanya arasında dünyanın paylaşımı görüşmesiyle geçti.

Bu görüşmede Fransa düşünceye kadar Rusya üstün konumda, Fransa düştükten sonra Almanya üstün konumda bulunuyordu.

Fransa yıkılıncaya kadar Rusya Finlandiya’yı parçaladı. Baltık Hükümetlerini istila etti. Fransa yıkılmadan önce, Almanya Balkanlar’ı, özellikle İstanbul’u Rusya’ya kolaylıkla vaadediyordu. Ribbentrop Moskova’ya gittiği zaman Hitler’in ona “Gerektiğinde Ruslara İstanbul’u verebilirsin” demiş olduğu savaştan sonraki yayınlardan anlaşılmıştır.

Fransa düştükten sonra Rusya ile Almanya arasındaki dünyanın paylaşımı pazarlığı çetin bir aşamaya girdi.

Rusya Finlandiya ile yaptığı barış andlaşmasından sonra, 1940 pazarlığında, Finlandiya’yı tekrar işgal etmek istiyor, fakat Almanya nikel madenlerine ihtiyacından bahsederek buna engel olmak istiyordu.

Rusya, Bulgaristan’ı kendi sahasına almak istiyor, fakat Almanya razı olmuyordu.

Rusya, Türkleri, Boğazlar üzerindeki Rus arzusuna boyun eğdirmek için Almanya, İtalya ve Rusya’nın Türkler üzerinde baskı yapmalarını teklif ediyor; Hitler, Fransa Savaşı’ndan sonra, bu isteklere olumlu yanıt vermiyordu. (Hitler 28 Ekim 1941’de, Doğu Prusya’daki Genel Karargâhında, Türk generallerine –Korgeneral Erden ve emekli Tümgeneral Hüsnü Emir Erkilet– “1940 Kasımında Molotof Berlin’e geldiği zaman benden İstanbul’u ve Boğazları istedi. Ben reddettim,” demişti.)

Almanya; Ruslara Bakü-Batum hattından güneydoğuya, Basra Körfezi’ne ve Amman Denizi’ne inen bir sahayı –yani İran içinden inen sahayı– vermişti. Ruslar Bakü-Batum hattından doğrudan doğruya güneye giden sahayı ve bunun doğusunu istediler. Bu pazarlık da sonuçlanmadı.

Fransa düştükten sonra Almanya, önce uygun görüp razı olduğu şeyleri geri aldı.

III. Aşama (22 Haziran 1941’den 1943 başına kadar)

Alman orduları 22 Haziran 1941’de Rusya’ya girdiler. Yugoslavya ve Yunanistan’ı almaları Almanlara üç hafta kaybettirmişti. Ondan dolayı harekâta, Haziran başında değil, Haziran sonuna doğru başlayabildiler.

Hitler, Rusya’ya niçin saldırı düzenlediğini ve harekâtın nasıl geçtiğini Türk generallerine şöyle açıkladı:

“Ruslar bütün kuvvetlerini sınıra yığmışlardı. Kuzeyden güneye kadar bütün sınır boyunca bizi tehdit ediyorlardı. Baltık Hükümetlerini ve Besarabya’yı almışlardı. Maksatları Romanya üzerinden Balkanlar’a, Macaristan üzerinden Orta Avrupa’ya, kuzeyden Doğu Prusya’ya saldırmaktı. Halbuki bizim Balkanlar’da iktisadi menfaatlerimiz vardır. Silezya bizim sanayi ve kömür üssümüzdür. İç denizimiz olan Baltık Denizi’nin tehdit altında bulunmasına olumlu bakamazdık.

Ruslar bizi iki yüzyıldan beri baskı altında tutmakta, bizi ve Avrupa’yı ihtilallerle tehdit eylemektedirler. Bundan kesin bir şekilde kurtulmak istiyoruz. Rusya yenilmeli ve kalkınamamalıdır. Bolşeviklik tehdidi de ortadan kaldırılmalıdır.

Eğer biz saldırı düzenlemeseydik onlar saldıracaklardı. Ve o kadar çok hazırlanmışlardı ki, eğer yığınakta 3-4 hafta gecikseydik Almanya ve Avrupa büyük tehlikeyle karşı karşıya kalacaktı.

Rusya’ya saldırmadan önce yanımızı ve gerimizi güvenlik altına almak için Balkan saldırısını düzenledik. Fakat bundan dolayı üç haftalık zaman kaybettik.

Sınır bölgesinde büyük savaşlar oldu. Ondan sonra fena yollarda Rusları takip etmek güç oldu. Her hareketten sonra geri hizmeti düzenlemek mecburiyetinde kaldık ve harekâtımızı zaman itibarıyla aşama aşama yapmak zorunlu oldu.

Biz, doğu seferini kendi yararımız için yapıyoruz. Fakat aynı zamanda Avrupa’yı muhakkak bir tehlikeden kurtardığımıza, Avrupa’ya ve insanlığa da hizmet etmekte olduğumuza inanıyoruz.

Biz, Türkiye’ye dahi hizmet ettiğimize inanıyoruz.

Ruslar, bundan sonra İstanbul’a ve Boğazlara saldıramayacaklardır. İngilizler de geçen savaşta yaptıkları gibi Boğazlara denizden saldıramayacaklardır. Biz Girit’i almakla İngilizlerin güneyden, Rusya’yı ezmekle de onların kuzeyden Boğazlara hücum etmelerini engellemiş olduk.

Biz Girit’te kalmayacağız. Ege Denizi bizi ilgilendirmez. Bizim maksadımız, Boğazların, bize rakip olacak bir devletin elinde bulunmamasıdır. Bizim için Rusya veya İngiltere eşittirler. Türkiye’nin Boğazlarda bekçilik etmesine itirazımız yoktur. Bizim için, Türkiye, en iyidir.”

Alman orduları 1941 Temmuz-Ekim ayları içinde Rusya’da zaferden zafere koştular. Birçok meydan savaşı kazandılar; orduları ve ordu gruplarını imha ettiler. Bu savaşların her biri tarihteki en büyük imha savaşları kadar büyüktü.

Fakat Yunanistan’da kaybedilen zaman Doğu Cephesindeki harekât mevsimini o kadar kısaltmıştı.

Hitler Türk generallerine demişti ki:

“Yağmur mevsimi geldi. Harekâtımızda bir gecikme var. Harekâtımızı güçleştiren, Rusların kuvvet ve direnci değil; hava, yollar ve bele kadar olan çamurdur.

Havaların soğumasını, karı ve donu bekliyoruz. Ruslar kara tahammül ederler; biz de tahammül ederiz.

Biz Moskova’ya Napoléon gibi çabuk gidip çabuk dönmek istemiyoruz. Biz Moskova’da daha fazla kalmak niyetindeyiz.

Tekrar ileri harekâta başlamadan evvel geri hizmeti düzenlemekteyiz.

Biraz aradan sonra tekrar ilerleyeceğiz. Fakat hedef, herhangi bir hatta veya bölgeye varmak değildir; hedef düşman ordusunun yok edilmesidir.”

Kar Kasım ayında yağmış, saldırı harekâtı yeniden başlamıştır. Fakat Alman orduları Moskova ufuklarına geldikleri zaman karakış da Alman ordularının üzerine çöktü. 1941 yılında Rusya’da karakış biraz erken gelmiş ve çok şiddetli olmuştu. Alman zırhlı ve motorlu birliklerinin motorları dondular. Almanlar savaşı keserek çekilmeye mecbur oldular. 8 Aralık 1941 tarihli Alman resmi bildirisinde Moskova saldırısının sona erdiği şu cümle ile ifade edilmişti: “Rusya’da kış başladığından artık yalnız yerel harekât beklenir.”

Hitler, Kara Orduları Başkumandanı Mareşal Brauchitsch’i görevinden affetti ve kara ordularının başkumandanlığını kendi üstüne aldı.

*

*   *

Hitler İkinci Dünya Savaşı’nı, birincisinin devamı sayıyor ve birinci savaştaki müttefiklerinin er geç kendi yanına geleceklerini sanıyordu.

O, Türk generallerine demişti ki:

“Bu savaş, birinci savaşta kaybedenlerin kayıplarını gidermeleri ve o savaşta elde edilemeyen menfaatlerin elde edilmesi için yapılmaktadır. Bu savaş, öbür savaşın devamıdır. Mazlumların çöç alma savaşıdır. Adalet savaşıdır.

Türkiye ile büyük savaştaki ittifakımızın ve silah arkadaşlığımızın hatırasını saklıyoruz. Bu silah arkadaşlığının hatırası gelip geçici siyasi durumların üstündedir. Gelip geçici durumlar ne olursa olsun duygularımız değişmemiştir ve değişmez.”

Türkiye bu kaybedenler içinde idi ve en çok kaybeden de o olmuştu. Hitler bu ifadesiyle bizi dolaylı olarak savaşta çağırıyor ve gene dolaylı olarak pek çok şey vaadediyordu.

İsmet İnönü bu davetlere karşı granit kayası gibi sağlam, dayanıklı, soğuk ve sarsılmaz kaldı.

*

*   *

Ruslar 1941 yaz ve sonbaharında çok arazi kaybettiler ve pek çok kayıp verdiler. Lakin bir kış kazandılar. Bir kış, Ruslar için milyonlarca insan değerinde idi. Mahvolan orduların ve ordu gruplarının yerine yeni ordular ve ordu grupları oluşturdular. Moskova, Marne olmuştu.

(İkinci Dünya Savaşı’nda harekât bakımından yedi Marne yani yedi dönüm noktası oldu: 1940’ta İngiltere Savaşı, 1941’de Moskova Savaşı, 1942’de Elâlemeyn Savaşı ve aynı zamanda İngilizlerin Akdeniz’de mutlak hava üstünlüğü elde etmeleri. 1943 başında Stalingrad zaferi. Alman denizaltılarına verdirilen müthiş kayıp neticesi olarak müttefiklerin Atlantik Meydan Savaşı’nı kazanmaları. 1944’te müttefiklerin Almanya’ya karşı hava üstünlüğü elde etmeleri ve Normandiya çıkarması. Birinci savaşta Almanlar iki Marne –1. ve 2. Marne savaşları– ile savaşı kaybetmişlerdi. İkinci savaşta Almanya’yı yenmek için yedi adet Marne’a ihtiyaç oldu.)

*

*   *

Rus Savaşı’nın sonucu 1941 kışında belirmiş gibi idi.

Rusları, 1941 yılında tamamiyle yenilmekten kurtaran etkenler içinde Mareşal KIŞ, Mareşal MESAFE (coğrafya), Mareşal SAYI (nüfus) da vardı:

RUSYA KIŞININ MÜTHİŞ SOĞUĞU Alman zırhlı ve motorlu birliklerinin motorlarını Moskova önünde dondurdu ve onların harekâtını engelledi.

MESAFE Rus ordularını mahvolmaktan kurtardı. Fransa’nın derinliği –sınırdan Atlantik sahiline ve Akdeniz kıyısına kadar– 600-700 kilometredir. Ruslar savaşın ilk altı ayı içinde 700 kilometre arazi kaybettiler. Fakat bu büyük kayıp savaşın yönlendirilmesi ve yönetimi üzerinde büyük bir etki yapmadı.

NÜFUSUN ÇOKLUĞU çok işe yaradı. Sovyet orduları, savaşlarda verdikleri yüzbinlerce kişi kaybı geriye dönüş esnasında ulaştıkları şehirlerde silah altına aldıkları askerler ile bir-iki günde gideriyorlardı.

*

*   *

1942 yılı başına kadar Türkiye’nin tarafsızlığı Rusya için o kadar kıymetli idi ki, Rusya, yalnız bu tarafsızlığa karşılık Suriye’nin bir kısmının, Yunan adalarının ve Burgaz’a kadar Bulgaristan arazisinin Türkiye’ye verilmesini İngiltere’ye teklif etmişti. Hatta sanırım Rusya, bunu bize de bildirmişti.

*

*   *

1942 yazında Alman orduları Rusya’da saldırılarına devam ettiler. Rus orduları, 1941’de yaptıkları gibi, bulundukları yerlerde direnmeyerek, stratejik oyalama savaşlarıyla, doğuya doğru adım adım çekildiler. Stalingrad Alman istilasının son aşaması oldu. Stalingrad’a karşı bütün yaz ve sonbahar devam eden Alman saldırıları bir sonuç vermedi. Kış geldi. Gururlu, inatçı, amatör stratej Hitler, başarısızlığı kabul etmek ve çok geç kalmadan yani kış gelmeden savaşı keserek Stalingrad ordularını geriye çekmek kararını veremedi; bu kararı vermek manevi cesaretini gösteremedi.

1942 sonbaharında Elâlemeyn dahi Süveyş Kanalı’na doğru Alman-İtalyan istilasının son durağı olmuştu. Rommel’in Elâlemeyn bölgesindeki İngiliz mevzilerine karşı bütün saldırıları Ekim ayında kesin bir şekilde sonuçsuz kalmıştı.

23 Ekim 1942 tarihli İngiliz resmi bildirisinde, “Mısır cephesinde sekizinci İngiliz ordusunun, uçaklarının kuvvetli yardımıyla, saldırıya geçtiği” bildirilmişti. Aralıkta Almanların ikmal sahasında buhran başgöstermişti. 1942 yılının ilk sekiz ayı içinde Rommel’in aldığı tonaj, Afrika ordusunun asgari ihtiyacının ancak yüzde kırkını karşılıyordu. Akdeniz’de İngiliz hava filolarının ve İngiliz donanmasının sıkı faaliyeti dolayısıyla bu sıkıntı ve zorluk arttı. İngilizler Akdeniz alanında mutlak egemenlik elde etmeyi ve Almanların deniz ulaşımını hemen tamamen felce uğratmayı başardılar.

İşte bu şartlar altında başlayan Elâlemeyn Meydan Savaşı Afrika harekât dairesinde savaşın kaderini değiştirdi ve İkinci Dünya Savaşı’nın dönüm noktalarından biri oldu.

Rommel İngiliz saldırısını şöyle tasvir eder:

“23 Ekim saat 20.40’da İngilizler bütün hatlarımız boyunca bir baraj ateşi açtılar. Bu ateş Elâlemeyn Savaşı süresince devam etti.

Hücum eden birliklerin kendi toplarından ve mevzilerdeki toplardan başka Montgomery on beş topçu alayı yani 105 milimetrelik yüzlerce batarya yığmıştı. İngiliz topçuları olağanüstü bir sağlıkla ateş ediyorlar ve bize ağır kayıplar verdiriyorlardı. Bu, ateş kasırgası, ateş tufanıydı.

Savaş başladıktan 48 saat sonra bir petrol gemimizin Tobruk  açıklarında  batırıldığını  öğrendim.

Düşmanın ilk defa olarak bu savaşta kullandığı yeni model General Sherman tankları, bizim tanklarımızdan çok üstün olduklarını gösterdiler.

İngilizler, saldırılarını, saatlerce süren topçu ateşiyle hazırlıyorlardı ve düşman piyadesi, ateş duvarı ve sun’î duman perdeleri arkasından, tank lağımlarını ve engelleri ortadan kaldırmak için ilerliyordu. Piyade, lağım tarlalarında gedikler açar açmaz, ağır tanklar ve sık piyade kütleleri tekrar ilerliyordu. Bu manevra, geceleyin, maharetle yapılmıştır.

İngiliz tankları mevzilerimize 1800 veya 2500 metreye kadar yaklaşıyorlar; toplu ateşleriyle tanklarımızı, uçaksavar toplarımızı tahrip ediyorlardı. Biz, bu mesafeden, onlara ateş edemiyor ve tek mermi isabet ettiremiyorduk.

Bu stratejinin gerektirdiği müthiş miktarda cephaneyi –İngilizler bazen, aynı hedef üzerine otuzdan fazla dane atmakta idiler– mütemadiyen küçük zırhlı arazi otomobilleriyle yetiştiriyorlardı.

29 Ekim saat 11.30’da ezici bir haber aldım: Bir petrol gemisi daha, bir uçak bombasıyla batmıştı.

Meydan savaşı görülmemiş bir şiddetle devam etti.

1-2 Kasım gecesi, beklenen büyük saldırı gerçekleşti. Yüzlerce batarya asıl savunma hattımız üzerine üç saat ateş ettiler. Gece bombardıman uçakları da Alman-İtalyan birliklerini ardı arası kesilmeksizin bombardıman ettiler.

Tan doğarken bir ateş perdesi gerisinde piyade ve zırhlı kütleleri –400-500 tank– hücuma kalktılar.

Sabahın ilk saatlerinde Alman zırhlı birlikleri karşı saldırı düzenlediler ve bazı başarılar elde ettilerse de çok ağır kayıplara uğradılar. Tanklarımız, daha ağır olan İngiliz tanklarıyla iyi dövüşemiyorlardı.

Mevzilerimizde dört kilometrelik bir gedik açılmıştı.

İki İtalyan zırhlı tümenini müdahale ettirdim. Tanklar birbiri ardınca tahrip edildiler. Bizim 50 milimetrelik tanksavar toplarımız gibi İtalyanların 47’lik tanksavar topları da İngiliz zırhlı vasıtalarına karşı etkili olamıyorlardı.

İtalyan birliklerinde ilk çözülme alâmetleri belirdi. Şeflerinin ellerinden kurtulan İtalyan birlikleri batıya doğru kaçtılar.

Akşam üzeri cepheyi kısaltmaya ve savaş idare yerini daha batıya aktarmaya karar verdim.”

*

*   *

1942 sonuna kadar Türkiye’nin tarafsızlığı müttefikler için çok faydalı görülmüş, Almanlar için devamlı şikâyet konusu olmuştur. Almanya, 1941’e kadar tehditle yürütemediği politikasını, ondan sonra, kâh okşayarak kâh gene tehdit ederek yürütmeye çalışmıştır.

IV. Aşama (1943 yılı)

1943 Şubatı başında Stalingrad zaferi gerçekleşti. Stalingrad çetin ve kanlı savaşlardan sonra kurtarılmış, Stalingrad’a saldıran Alman ordusu mahvedilmişti. Bu zafer çok pahalıya mal olmuştu.

Mareşal Stalin bu şehri savunmak için beş yüz bin tutarındaki Kızıl Hassa’yı dahi Stalingrad ateş hattına göndermekte tereddüt etmemişti.

Kızıl Hassa Stalingrad fırınında erimiş, lakin Alman ordusunun saldırısı da tamamen kırılmıştı.

*

*   *

Bu andan itibaren, Rusya’nın Türkiye’ye karşı siyaseti yeniden türlü şekilde kendini göstermeye başladı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya ile Türkiye arasında çıkacak güçlüklerin hesabı Türkiye için gitgide ön plana geçti.

30 Ocak 1943’te Adana’da Churchill-İnönü görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşme esnasında savaş sonrası ihtimalleri ciddi olarak görüşüldü.

1943 senesi Türk ordusunun eksiklerini tamamlamak için görüşmeler ve yetersiz hazırlıklarla geçti.

1943 Aralık ayında Kahire’de İngilizler Türklerden hava üsleri istediler ve Almanya’nın Türkiye’ye saldırmayacağını söylediler. Oysa ki, savaşın bu devrinde Almanya henüz çok kuvvetli ve bizimle savaşabilecek ve bize saldırabilecek durumda idi. “Uçak meydanları vermek savaşa girmek değildir” diye bir hareket hattı takip edemezdik.

Onun için bu isteğe karşı; “Hava üsleri vermek savaşa girmek demektir. Savaşa gireceğimizi bilelim ve kararlaştıralım ve savaşın başında İngilizlerle ve Amerikalılarla fiilen beraber bulunalım” demiştik. Fakat Amerikalılar ve İngilizler kabul etmediler.

*

*   *

1943 ve 1944 seneleri müttefikler arasında siyasi idarenin, daha ziyade, Rusya’nın elinde olduğu devir idi. Rusya, bu müddet esnasında, Lehistan’ı tekrar parçalamayı müttefiklere kabul ettirmiş, Balkanlar’ı kendi siyasi sahasına terk ettirmiş ve Avusturya ile Almanya’nın parçalanmasını müttefiklere o zaman kabul ettirdiği sonradan anlaşılmıştır.

*

*   *

İngilizler ve Amerikalılar Rusya’nın Almanya ile tek başına bir barış yapması ihtimalinden uzun müddet korkmuşlardır ve Rusya bu korkuyu mahirane istismar etmiştir.

Roosevelt Almanya’dan sonra Japonya ile devam edecek olan savaşın, Amerika için doğuracağı kayıplar üzerinde daimi bir endişe beslerdi. Ruslar, kendilerinin, Almanya’dan sonra Japonya’ya karşı savaşacakları ümidini Roosevelt’e verdiler. Rusya’nın faydalandığı önemli etken bu idi.

Stalin, Japonya’ya karşı savaşa katılmak meselesini o kadar mahirane idare etmiştir ki bu savaş için Amerika’nın göndermiş olduğu silah ve malzeme Üçüncü Dünya Savaşı ihtiyacına yolaçacak kadar bol olmuş ve Japonya’ya karşı savaşmak vaadine karşılık Sibirya ambarları Amerika tarafından doldurulmuştur.

V. Aşama (1944 senesi)

1944’te Yalta’da Rusya, Boğazlardan bahsetti.

Türkiye için müttefiklerle beraber harbe girmenin en iyi şekli Balkanlar’da müttefiklerle beraber savaşmaktı. Türkiye 1944 başından itibaren bu tezi savundu. İngilizler, görüşmeler esnasında bu tezi açıktan açığa onaylar bir konum almadılar. Sonradan anlaşıldı ki İngilizler esasen, bu fikre taraftar imişler. Lakin bize söylemediler.

Amerikalılar böyle bir planı desteklemediklerini açıktan açığa bildirdiler. “Eğer Türkler Balkanlar’da harbe girerse Amerika’nın kendilerine yardım etmeyeceğini” Amerika Büyükelçisi söylemiş.

Amerikan tezine göre müttefiklerin, bütün kuvvetleriyle, Avrupa’nın batısında cephe açmaları lazımdı; başka harekât için, başka bir cephe açmak için kuvvet ayırmamalılardı.

Rusya’nın arzusu da bu idi. Rusya, ikinci cephenin Balkanlar’da ve doğu savaş alanına yakın ufuklarda değil, uzakta, Fransa’da açılmasını istiyordu. Amerikalılar da fazla kan dökmemek için Amerikan ordusunun Büyük Britanya Adası’ndan karşı yakaya sıçrayıvermesini istiyorlardı.

Stalin ve Roosevelt başka başka sebeplerden ve düşüncelerden dolayı aynı istekte birleşmiştiler.

*

*   *

5-6 Haziran 1944 gecesi müttefikler, Normandiya kıyılarına çıkmaya başladılar.

Bir Alman generali bu çıkarmayı şöyle tasvir eder :

“5 Haziran 1944 akşamı. Ara sıra ay, yoğun bulut tabakasını delerek Normandiya sahilini biraz aydınlatıyordu. Kıyı boyunca uzanan emniyet postalarımızın nöbetçileri, devriye vazifesine devam etmekte idiler.

Gece olunca müttefik bombardıman uçaklarının monoton homurtuları işitildi. Biraz sonra kıyının çeşitli noktalarından sağır patlama sesleri geldi. Normandiya’da gece bombardımanları sık sık olurdu. Fakat, bu gece patlamalar gitgide ve saatten saate arttılar ve o zamana kadar görülmemiş bir şiddete vardılar.

Gece yarısından biraz sonra, kuvvetli hava birlikleri Fransa üzerine üşüştüler ve keşif uçaklarının attıkları binlerce aydınlatma fişeği Fransız topraklarının içerisinde geniş sahaları birdenbire aydınlattılar.

Sabah saat birden itibaren binlerce paraşütçü, aydınlatma fişekleri tarafından işaretlenen bölgelere indiler. Top, araba ve asker dolu yüzlerce planör de toprağa temas ettiler. Bunların yere inmelerini engellemek için konulmuş olan kazıklar planörleri önemli hasarlara uğrattılarsa da bunların taşıdıkları insanlar ve malzeme, genel olarak, kayıpsız karaya inmişlerdi.

Biraz sonra karada şiddetli bir savaş başladı. Paraşütlerden atlayan birlikler, kıyı savunma hatlarında bir gedik açmak için, kıyıya doğru ilerlediler.

Sen Körfezi etrafına serpilmiş olan gözetleme ve ölçme istasyonları, son günler zarfında hava bombardımanlarıyla tahrip edilmişlerdi. Havanın fenalığından dolayı da Alman uçakları keşif uçuşları yapamamışlardı. Aynı sebepten dolayı, alışıldığı üzere kıyının önünde ve ilerisinde nöbet bekleyen gemiler dahi limanlardan dışarı çıkamamışlardı.

Saat 5.30’da müttefik donanması tarafından Alman mevzileri üzerine atılan daneler patlamaya başladı. Bu patlamalar, dün gece, büyük bir donanmanın Manş Denizi’ni geçmiş olduğunun belirtileriydi.

Bu, bir mermi tufanı idi. On zırhlının, yirmi üç kruvazörün ve yüz kırk muhribin topları, misli görülmemiş bir yoğunlukta bombardımana başladılar. Aynı zamanda müttefik bombardıman uçak grupları, birbiri ardınca, Normandiya üstünde yayılıyorlar ve yağmur gibi bomba yağdırıyorlardı.

Savaş gemilerinin ateşinin himayesi altında, özel İngiliz ve Amerikan birlikleri –hücum birlikleri– kıyıya yaklaşarak, bindikleri küçük zırhlı gemilerden dışarıya atladılar ve cezir dolayısıyla açığa çıkmış olan engelleri tahrip etmeye başladılar.

Bundan sonra savaş gemilerinin topları, savunmayı baskı altında tutmak amacını güden atışlarına devam ederken, yüzlerce küçük çıkarma gemisi plajlara yöneldiler. Plajlara çıkan Amerikan ve İngiliz piyadesi, emniyet postaları arasından sızarak, cephe gerisinde yere inmiş olan paraşütçü birlikleriyle temas edindiler. Çıkarma gemilerinin getirdiği suda yüzer tanklar plajlara vardılar ve büyük zırhlı unsurların himayesi altında piyadeler hücuma kalktılar.

……….

Öğleden sonra artık şüphe kalmadı. Müttefik çıkarması başarılı olmuştu.

6 Haziran akşamı durum hiç elverişli değildi. İngilizler Alman cephesinin sağ yanında, yirmi beş kilometre genişliğinde ve dört ilâ dokuz kilometre derinliğinde bir köprübaşı kurmuşlardı; Amerikalılar da, solda, Contentin Yarımadası’nda bir sıçrama mevzii ele geçirmişlerdi. Başka her tarafta Almanlar, mevzilerini ellerinde tutuyorlardı. Fakat kuvvetlerimizin hepsi savaşa sokulmuştu ve birlik kumandanları strateji tedbiri olarak geride bulunan zırhlı birlikler kütlesinin yetişmesini sabırsızlıkla bekliyorlar ve bu birliklerin çabuk müdahalesiyle düşmanın denize döküleceğini umuyorlardı.

Lakin gelen giden yoktu. Cephane stokları azalıyordu. Bütün cephe boyunca cephane sarfiyatı sınırlandırıldı. Kumanda heyetlerini –yani onlardan henüz ölmemiş olanları– ümitsizlik kaplamaya başladı.”

Savaşlar devam etti.

*

*   *

Sahil cephesinde 1. Ordular Grubu Kumandanı Mareşal Rommel 17 Temmuz günü alçak uçuş yapan bir müttefik uçağı tarafından ağır surette yaralandı.

Birkaç saat önce Mareşal Rommel Hitler’e şu raporu göndermişti:

“Duruma göre yakın bir gelecekte düşmanın, hattımızı, bilhassa 7. Ordu tarafından tutulan cepheyi yarmaya ve Fransa arazisi içinde derin bir ilerleme yapmayı başaracağını beklemeliyiz. Halen hareketsiz olan ve kendi bölgelerinde muharebeye sokulmuş bulunan ve ancak karanlığın himayesinde yerlerini değiştirebilen zırhlı grubun yedeklerinden başka, bir yarmaya karşı dövüşmek için hiçbir seyyar yedeğimiz yoktur. Hava kuvvetlerimiz tarafından girişilecek bir teşebbüsün ancak sınırlı bir tesiri olabilir*.

Ordunun önemli parçaları düşman uçaklarının ve topçusunun müthiş ateşiyle mahvolmuşlardır. Hayatta kalanlar her yerde kahramanca dövüşmeye devam etmektedirler. Fakat eşit şartlara sahip olmayan bu savaş sonuna yaklaşmaktadır. Dolayısıyla bu durumdan mantıki sonuçlar çıkarmak zaruridir**. 1. Ordular Grubunun Başkumandanı sıfatıyla bu nokta üzerinde ısrar etmenin görevim olduğuna inanıyorum.”

Yukarıda bahsettiğimiz Alman generali anlatıyor :

“Temmuz ayının son haftasının başında Amerikan birlikleri Saint-Lö’yu zaptetmişlerdi. Bu bölgede bizim tertibatımız şöyle idi: Zırhlı tümen şehrin batısında, 5000 metrelik bir bölge tutuyordu; bu birliğin zayıf yedekleri 3700 metre derinliğinde bir savunma sahası kurmuşlardı. Henüz sağlam bir halde olan altmış tank veya motorlu tanksavar topu sabit top olarak kullanılıyordu.

Fakat Amerikan uçakları tarafından yapılan bombardımanlar gittikçe şiddetlendi. 26 Temmuzda 1600 uçarkaleden ve başka vasıtalardan oluşan bir birlik, saat dokuzdan öğleye kadar zırhlı tümeni bombardıman etti. Cepheyi tutan birlikler, bütün malzemeleri –tank, tanksavar topları ve motorlu toplar– ile beraber hemen tamamen mahvoldular. Bomba salkımları her yöne düşüyordu. Topçu mevzileri ezilmiş, tanklar devrilerek toprağın içine gömülmüş, piyade mevzileri dümdüz olmuş, caddeler ve yollar kalmamıştı.

Öğleye doğru, bu saha bir ‘ay’ manzarasına benziyordu. Bombaların açtığı çukurlar birbirine bitişmekte idi. Bağlantılar derhal kesilmişti. Birlikler üzerindeki tesir tasvir edilemez. Çıldıran erler, siperlerden çıkıp her istikamette koşuşuyorlar… ve ölüyorlardı.

Bomba tufanı ile aynı zamanda, sayılamayacak kadar çok Amerikan topları sahra mevzilerimize ateş yağdırmakta idiler.”

……….

Düşman, yeter miktarda ton bomba ve ağır mermi tahsis etmek şartıyla, herhangi bir kaleyi, hücuma olgun hale getirebiliyordu.”

*

*   *

1944 yılı büyük ölçüde Rus propagandasının tesiriyle, Türkiye ile müttefikler arasında güç münasebet yılı olmuştur. Fakat tartışmalar yavaş yavaş yumuşamış ve müttefiklerin isteğiyle Türkiye Almanya’ya karşı savaşa girmiştir. Ancak savaşın fiilen yapılmasına ve sürdürülmesine ihtiyaç ve imkân kalmadan savaş sona ermiştir.

8 Mayıs 1945‘te Almanya kayıtsız ve şartsız teslim oldu.

Almanya’nın kayıtsız ve şartsız teslim olması hususunda müttefiklerin ısrar etmeleri hayırlı olmamış, Avrupa’nın ortasındaki denge unsuru yok olmuş, müthiş bir boşluk meydana gelmiştir.

Tabiat, boşluktan ürker.

44

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUNA DOĞRU

“Müttefikler   birçok   sorunları   çözeceklerini   sanıyorlar.

Müttefikler   birçok   sorunları   çözemeyeceklerdir.”   –

“Çatalca   hattını   şimdi   Almanlara,   sonra   başkalarına

karşı   savunacağız”   –   “Siyasi   meseleleri   stratejik   düşünürüm”   –

Lord   Salisbury,   amatör   kimyager   – Politika   “imkânlar”

san’atıdır   –   “Moltke,   iyi   bir   siyasi.   Bismarck,   iyi   bir   asker.”

 

1944 sonunda, müttefiklerin muzaffer olması yaklaşıyordu.

İnönü Çatalca hattını teftişe gelmişti. Dedi ki: “Müttefikler birçok sorunları çözeceklerini sanıyorlar. Müttefikler birçok sorunları çözemeyeceklerdir.”

Gerçekten müttefikler yani galipler birçok meseleleri değil hiçbir meseleyi halledemediler. İkinci Dünya Savaşı da Birinci Dünya Savaşı gibi hiçbir meseleyi halletmemiş; aksine, yeni yeni ve daha karışık meselelere yol açmıştır. İkinci Dünya Savaşı bittikten yedi yıl sonra yani üçüncü savaş her gün söz konusu olurken İkinci Dünya Savaşı’nın barışı henüz kurulmamıştır.

İnönü Çatalca hattına çok değer ve önem veriyordu. Savaş esnasında, gene Çatalca hattında, “Onu, şimdi Almanlara; sonra da, başkalarına karşı savunacağız” demişti. Onun kanaatince Çatalca ve Demirkapı mevzileri, Boğazları kapatan bu iki güçlendirilip sağlam tutulmuş saha “siyasette güvenlik ve hürriyet sağlamakta ve politika için sağlam dayanak oluşturmaktadırlar.”

İnönü, “Ben siyasi meseleleri stratejik olarak düşünürüm” derdi. İngiliz Dışişleri Bakanlarından Lord Salisbury gençliğinde kimya tahsil etmiş; iç politikada olduğu gibi dış politikada da, duygusallıktan kaçınmak ve siyasi meseleleri kimya bakımından düşünmek alışkanlığında imiş.

Stratejik bakımdan düşünmek demek, politikayı stratejiye tâbi kılmak değildir; stratejice mümkün olmayan bir hedefin siyasetçe takip edilmemesi demektir. Politika “imkânlar”ın, “mümkün”ün sanatıdır. “İmkânlar”, “mümkün” ise, en son çözümlemede, stratejiden ibarettir.

General Bradly siyaset-strateji münasebetini pek güzel ifade etmiştir: “Dış işlerinin sevk ve idaresinden siviller sorumludur. Ancak dış politikamızın, onu, askeri güç ve kabiliyetimizin, sonuna kadar destekleyebilmesi temeli üzerine kurulması esaslı öneme sahiptir.”

Mareşal Moltke için iyi bir siyasi, Bismarck için de iyi bir asker demişlerdi. Tuhaf gelen bu sözün manası şudur: Bismarck, büyük siyasi meseleleri askerce yani strateji gereğince; Moltke de önemli askeri meseleleri siyasi bakımdan düşünürlerdi ve bu iki büyük adam birbiriyle pek iyi anlaşırlardı.

Birinci savaştan önce Alman diplomatları, ikinci savaştan önce Hitler hiç stratejik olarak düşünmemişler; düşünememişler; duygulara, hülyaya, hayale tâbi olmuşlar; Almanya ne kadar kuvvetli olursa olsun, askeri coğrafyaya, kuvvet ve direnç hesaplarına ve maddi imkânlara göre “Dünya”ya galip gelemeyeceğini takdir edememiş ve anlayamamıştı. Eğer bu adamlar, stratejik düşünebilseler yani “imkânlar”ı hesap etselerdi savaş çıkarmazlardı ve siyasi hedeflerinin bir kısmını olsun, savaşsız elde ederlerdi… Ve dünya da bu hale gelmezdi.

 

 

45

BİRİNCİ SAVAŞ VE İKİNCİ SAVAŞ

1914   yılı   ilkbaharında   genç   Kurmay   Binbaşısı   İsmet   Bey   –

Silahlı   tarafsızlık   –   Almanya’nın   muzaffer   olacağına   inanmış

diğer   bir   kurmay   subay   –   Cesur,   atılgan,   çelik   iradeli   bir   lider   –

Osmanlı   Devleti’nin   iki   asırdır   beklediği   kurtulma   fırsatı   –

Bir   teşhis   hatası   –   Dünyanın   üçte   ikisine   karşı   savaş   –

Bir   buçuk   milyon   kayıp   –   Dört   yıl   daha   savaş   –

Yirmi   beş   yıl   sonra   –   Savaşın   ve   siyasetin   sürekli   istikamet

değiştiren   karanlıkları   ve   fırtınaları   içinde   en   doğru   yol   –

Müttefiklerle   omuz   omuza   savaşmak   istedik   –

Bir   yabancı   diplomat   demiştir   ki…

 

1914 yılı ilkbaharında genç Kurmay Binbaşısı İsmet Bey yakında genel savaş çıkacağını ve savaş olursa, hükümetin derhal seferberlik ilan ederek tarafsız kalması (silahlı tarafsızlık) icabettiğini söylemişti. İsmet Bey’in fikrince, savaş devam ettiği müddet zarfında seferberliğimiz sürekli olarak genişletilerek ordu, her sene, daha kuvvetli olacaktı. Savaşın sonunda, hangi taraf galip gelirse gelsin, savaştan muhakkak çok yorgun düşmüş olacağı için taze ve kuvvetli bir ordu olan Osmanlı ordusuyla yeni bir savaşı göze alamayacakktı. Böylece toprak bütünlüğümüzü ve bağımsızlığımızı sağlamak mümkün olacaktı.

Bu genç kurmay subayının fikri gerçekleşmedi.

Diğer bir genç kurmay subayı –Almanya’nın savaşı kazanacağına inanan, büyük enerji ve cesaret kaynağı olan, ölüm korkusu nedir bilmeyen, atılgan ve çelik iradeli bir lider olan, büyük Moltke’nin, “Önce tartmak, sonra atılmak” tavsiyesini hiçe sayan bir kurmay subayı– Almanlarla beraber savaşa atıldı. “Birinci Dünya Savaşı, sadece tarafsız kalmakla, Osmanlı Devleti’ne iki asırdır beklediği kurtuluş fırsatını vermiş iken” bu kurmay subayının teşhis hatası ve yanlış inancı yüzünden Osmanlı İmparatorluğu dünyanın üçte ikisine karşı savaşa girdi.

Seferberlik müddetince iki milyon sekiz yüz elli bin kişi silah altına alındı. Bir buçuk milyon kişi –yaralılar, hastalıktan ölenler ve kayıplar dahil– kayıp verdik. Yalnız Çanakkale kaybı üç yüz bin idi. Müterakede ordunun mevcudu 65.000 idi. Osmanlı Ordusu dört yıl dokuz cephede, sayıca üstün düşman ordularıyla kahramanca dövüştü. Lakin savaşın sonunda memleketin yarısından fazlası kaybedildi. Geri kalan kısmı istila edildi. Devlet de battı.

Türk milleti, milli sınırlar içinde bağımsız bir vatan sahibi olmak için dört yıl daha savaşmaya mecbur oldu. Bu ikinci dört yıl içindeki kaybı da Birinci Dünya Savaşı’nın kayıp bilançosuna eklemek lazım gelir.

*

*   *

Yirmi beş yıl sonra İkinci Savaş çıktı. Birinci Savaşta, Binbaşı İsmet Bey’in arzu ettiği fakat yapamadığı şeyi, İkinci Savaşta, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü yaptı. İsmet İnönü, Mareşal Moltke gibi ve Mareşal Moltke kadar iyi tarttı. İnce hesap etti. Almanya tarafını tutmadı. Fiilen silahlı tarafsızlığı uzun müddet muhafaza etti.

Fakat Türkiye, siyaseten tarafsız değildi. Hiçbir zaman müttefiklerle ittifak andlaşmasının gereği olan görev ve yükümlülüklerden sakınmadı. Savaşın başından sonuna kadar eşit haklara sahip müttefik gibi savaşın ve siyasetin gereklerini görüşüp tartıştı.

Lakin müttefiklerle omuz omuza harp etmek imkânı ve şartları elde edilmediğinden Türkiye, müttefiklerinden uzak bir harekât alanında, tek başına, savaşa girmedi.

Almanya’ya savaş ilan ettikten sonra ise fiilen savaşa girmesine ihtiyaç kalmadan savaş sona erdi.

Böylece İsmet İnönü savaşın ve siyasetin sürekli yön değiştiren karanlıkları ve fırtınaları içinde hakiki durumun gerektirdiği en doğru yolu muhafaza etti. Memleketin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını korudu. Memleketi tahrip edilmekten kurtardı. Bir Dünya Savaşı’nın kaybının önüne geçildi… Ve bunların hepsi kadar kıymetli olarak Türkiye’yi Üçüncü Dünya Savaşı ihtimalleri karşısında, sağlam bünyede, doğru yönde ve hürriyet ve medeniyet cephesinde bulunmaya hazırladı.

*

*   *

Bir yabancı diplomat demiştir ki; “İkinci Dünya Savaşı İnönü’yü çok nazik durumlar karşısında ve sonuçları itibariyle son derece önemli olacak büyük kararlar vermek mecburiyetinde bulundurdu. İnönü bu durumlara hâkim oldu ve memleketin selameti için –ve Avrupa’nın dahi selameti için– en doğru kararları verdi. Savaşın son kurşunu atıldığı zaman memleket sapasağlam, ordu gayet kuvvetliydi… Ve Türkiye’nin zaten pek az olan şehirleri tahrip edilmemiş bulunuyordu.”

 

 

46

DARILMA

Sebebi    anlaşılamayan    bir    darılma    – Irkçıların    muhakemesi    –

Atatürk    de    gücenmişlerdi    –    Ücra    Yıldız    tepesindeki

Harp    Akademisi    –    Tûr-ı-Sîna’da    Hazreti    Mûsa    gibi    –

Dolmabahçe    Sarayı’ndan    çekilen    telgraf

 

İnönü, 1945 senesinde, bana darıldılar. Acaba niçin darılmışlardı? Sebebini hiçbir zaman anlayamadım.

Darıldıklarını tahmin ettiğim vakit, ırkçıların Askeri Yargıtay’da yargılandıkları zamana rastlıyordu.

Irkçılar hakkında İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nin verdiği karar, Yargıtayca bozulmuş ve tutuklular tahliye edilmişti.

……….

Bu dargınlık epey sürdü.

*

*   *

Atatürk de, 1931’de gücenmişlerdi. Onun sebebini pek iyi biliyorum: Birinci Kolordu Komutanı Derviş Paşa’nın cenazesinin kaldırılacağı gün, öğleden evvel, Harp Akademisinde büyük kumanda kursunun harp tarihi dersinde idim. Kursa katılanlardan albay rütbesinde bir zat, “Derviş Paşa’nın cenazesine gitmiyor muyuz?” diye sormuştu. Kursa devam edenlerin cenaze merasimine katılmaları, derslerine engel olacağı için “Hayır!” demiştim.

Harp Akademisi öğrenci subayları İstanbul şehrinin bir ucundaki ücra Yıldız tepesinde, Tûr-ı-Sîna’da Hazreti Mûsa gibi, her şeyden soyutlanmış olarak, düşünürler, hesap ederler ve çalışırlar… Dersleri, şehirdeki hiçbir törene katılmalarına izin vermez. Ve katılmazlar.

Ben, o gün, dersi olmayan öğretmenler ve yöneticilerden görevi uygun olan birkaç subayla birlikte, cenaze törenine gittim.

İzin isteyen zat rahmetli Salih (Bozok) Bey’in ahbabı imiş. Derviş Paşa da Salih Bey’in dayısı imiş. O zat, Salih Bey’e söylemiş. Salih Bey de Atatürk’e arzetmiş.

Atatürk Derviş Paşa’yı çok severlerdi. “Nutuk”larında, onu “kahraman” diye nitelendirmişlerdi; Büyük kumanda kursunun ve Harp Akademisinin cenaze merasimine katılımının sağlanmamasına çok üzülmüşler ve gücenmişler. Bunu bana Başkâtip Tevfik Bey –eski Moskova Elçisi, Kurmay Albay, Harp Akademisi harp tarihi öğretmeni Tevfik Bıyıklıoğlu– söyledi.

Atatürk’ün dargınlığı, İran Şehinşahı ile birlikte Akademiyi şereflendirdikleri zamana kadar devam etti.

……….

Atatürk, beni Dolmabahçe Sarayı’na akşam yemeğine çağırdılar. Gece yarısından sonra şu telgrafı bana dikte ettirip başyaver vasıtasıyla çektirdiler :

Ankara, Başbakan İsmet Paşa Hazretlerine

Millet, ordu ve arkadaş büyüklerinden size arzediyorum: Dediğiniz olmuştur. Memnunuz. Kardeşce ve bütün samimiyetle gözleriniz öpülür. Derin muhabbet.

Harp Akademisi Kumandanı

Ali Fuad

Ben Başbakan İsmet Paşa’ya bu üslupta yazı yazamazdım. Kurmay Yüzbaşısı İsmet Bey’in, “Enis-i-vicdanımı” (gönül dostum) bile resmi bularak yalnız “vicdanım” dediği eski çağda, ona hitap etmiş olduğum gibi hitap edemezdim. İsmet Paşa bu telgrafın manâsını ve onu kimin yazdırdığını şüphesiz anlamıştır.

 

 

47

DEMOKRASİ

“Hürriyetin    sahici    olduğuna    inanıyorlar    mı?”    –

Saffet    Arıkan’ın    intiharı   – Tarihteki    meşhur    fedakârlıklar    –

Cincinnatus,    İkinci    Murat,    Washington,    Bolivar    –

Sylla’nın    fedakârlığı    gösterişti,    sahteydi,    yapmacıktı    –

Beşinci    fedakârlık    –    Bu    hürriyet,    bu    demokrasi,

bu    çok    parti    sistemi    keşke    yirmi    beş    yıl    önce    olsaydı!    –

 

1949 yılı idi. İsmet İnönü bana sordular: “Hürriyetin sahici olduğuna kamuoyu inanıyor mu?”

Benim kamuoyu ile temasım yoktu. Lakin kamuoyunu kendi vicdanımda duyarım. “Evet” dedim.

Gazetelerimiz serbestti. Her istediklerini yazıyorlar, şiddetli eleştiriler yapıyorlar, İnönü aleyhinde de yazıyorlardı.

İnönü hürriyet ve demokrasi için kendi partisinin aşırı unsurlarıyla, hatta kendi arkadaşlarıyla da mücadele etti. Saffet Arıkan, bir gece, geç vakit sofrada, “Partiyi Atatürk’ten böyle mi aldınız? Partiyi ne hale getirdiniz?” demiş. Sert bir karşılık görmüş ve o gece intihara yeltenmişti.

Benim izlenimim öyle idi ki, İnönü, o zaman, hürriyet ve demokrasi hususunda cidden ve hakikaten samimi idi.

Gene o yıl, bir gün, İnönü’ye, tarihteki meşhur “fedâkârlık”lardan bahsettim. Birçok istifalar ve fedakârlıklar içinde, samimi ve faziletli, yalnız dört fedakârlık örneği bildiğimi söyledim:

1. Romalı Cincinnatus. Roma’yı iki defa büyük tehlikeden kurtarmış ve her defasında, vatanı kurtardıktan sonra, sabanının başına dönmüştü.

2. Osmanlı padişahlarından, Fatih’in babası, II. Murat. Saltanatı oğluna terk ederek Manisa’ya çekilmiş. Düşmanların saldırısı ve Fatih’in ısrarı üzerine ordunun başına geçmiş, tekrar tahta çıkmış, Varna ve İkinci Kosova Meydan Muharebelerini kazanmıştı.

3. Washington. “Harpte birinci, barışta birinci, vatandaşlarının kalbinde birinci” diye vasıflandırılan Washington üçüncü defa olarak Cumhurbaşkanı seçilmeyi reddetmiş ve Cincinnatus gibi çiftliğine çekilmişti.

4. General Bolivar. Güney Amerika’nın hürriyet ve bağımsızlık kahramanı ve kurtarıcısıydı. Kendisine diktatörlük iftirasını atmışlar. Diktatör olmadığını ispat etmek için istifa etmişti.

(En yüce iktidarda iken fedakârlıkta bulunan Romalı diktatör Sylla’yı bunların arasına sokmadım. Çünkü onun fedakârlığı gösterişti, sahteydi, yapmacıktı. Sylla Afrika’yı, Asya’yı, Avrupa’yı, hatta yarımadayı bile soyarak, büyük bir servet topladıktan ve “tam otoriter” olduktan sonra iktidardan çekilmiş göründü. Fakat hakikatte, sonuna kadar, işleri perde arkasından idare etmek kuvvetini ve vasıtalarını kendi elinde tutmuştu.)

Bu “fedakârlıklar” başka birçok istifalar ve fedakârlıklar gibi, bezginlikten, hastalıktan yahut zoraki olarak değil, iktidarın zirvesinde mecburiyet olmaksızın, gönül rızasıyla gerçekleşen fedakârlıklardı.

“Bu tarzda beşinci fedakârlık da İnönü’nün fedakârlığı olacak” dedim. Bundan kastım Cumhurbaşkanlığından derhal çekilmek değil, tam otoriteden fedakârlık etmekti. İnönü, Atatürk’ten miras aldığı tam iktidarı, olduğu gibi, elinde tutuyordu.

*

*   *

“Tarihte karşı tarafın baskısı olmaksızın, gönül hoşnutluğu ile terk edilmiş ayrıcalık (imtiyaz) yoktur” derler.

Celâl Bayar ve arkadaşları ve Demokrat Parti, hürriyeti ve demokrasiyi elde etmek için cesur, sabırlı ve inatlı bir gayret gösterdiler.

Lakin İnönü’nün rızasının, karşı tarafın baskısından daha fazla olduğu şüphesizdir.

Demokrat Parti, hürriyeti ve iktidarı barikat muharebeleriyle fethetmedi.

*

*   *

Keşke bu hürriyet, bu demokrasi, bu çok parti sistemi yirmi beş yıl önce olsaydı!

“Bir memlekette demokrasi istendiği zaman kurulamaz. Demokrasi bir gelişmenin sonucudur.” “Demokrasi ne zorla olur, ne birdenbire olur.”* “Hürriyet yolu uzundur ve güçtür.” “Demokrasi nazik, güç ve çetin bir rejimdir” gibi sözler genelde, teorik olarak doğrudurlar. Lakin hürriyet yani düzenlenen, kontrol altında tutulan, savunulan hürriyet; demokrasi yani teşkilatlandırılmış muhalefet ve çok partili siyasi hayat gerçek bir Cumhuriyetin varlığının göstergesi, ayrılmaz gereği, tabii ve zaruri gereği ve şartıdır. Ve “Cumhuriyet idaresi, medeni devlet şeklinin özü olan demokrasiyi bütün kapsamıyla içerir” – Celâl Bayar.

 

*) Bu söz, vesayet altındaki milletlere bağımsızlık vermemenin bahanesi olarak da söylenmektedir.

 

 

48

İSMET İNÖNÜ

Ruh    ve    fikir    özellikleri    –    İsmet    Bey’in,    İsmet    Paşa’nın,

İsmet    İnönü’nün    görüşleri    –    Zaman,    görünen    hedef    ile

aradaki    hava    tabakası    yahut    takvimin    yaprakları    gibi

bir    şey    idi  –    “Her    şeyden    evvel    iyi    bir    kâtip”    –    Abraham    Lincoln    –

Tatlı    bir    düğüm    –    Sylla’nın    mezar    taşındaki    yazıt    –

Ne    tyran    ne    diktatör    –    Kusurları    –    Büyük    İskender    –

Hedef    değil    hedef    için    vasıta    –    Atina  –  Yaratılış    dâhi    yaratmakta

cömert    değildir    –    Hayırlı    halef    –    Ağır    ve    zahmetli    miras    –

Tarih    boyunca    Türk    ordularının    en    güzel    simalarından    biri    –

Türk    ırkının    soylu    nitelikleri    –    Sonsuzluğu    kucaklamak

 

İsmet İnönü’nün ruh ve fikir özellikleri :

Dehaya temas eden zekâ ve akıl. Zekâ ile hafızanın mutlu birleşmesi.

Geniş, uzak ve derin görüş. İsmet Bey’in, İsmet Paşa’nın, İnönü’nün görüşlerine daima hayran olmuşumdur. O’nun için “zaman”, açıkça gördüğü hedef ile aradaki hava tabakası veya mesafe yahut takvimin yaprakları gibi bir şeydi.

Görüşleri:

1914 ilkbaharında, yakında Genel Savaş çıkacağını söylemişti.

Birinci Dünya Savaşı’nda, bizim, Boğazları kapayarak “silahlı tarafsızlık”ı seçmemiz kanaatinde idi.

Bu harpte, “Almanya’nın yenileceğini, lakin mahvolmayacağını” bilmişti.

Çanakkale’de İngilizlerin, her yenilgiden sonra, daha iyi hazırlanarak daha çok kuvvetle tekrar saldıracaklarını bilmişti.

8 Haziran 1331 tarihli mektubunda; “Vatanımız tam manâsıyla bağımsız ve hâkim olacak. Türk her manâsıyla saygın ve şerefli olacak” demişti.

İngilizlerin Irak’ta Kûtülamare, Filistin’de Gazze yenilgilerinden sonra, son hedefe erişmek kararıyla, tekrar tekrar saldıracaklarını söylemişti.

1916 yılında, Şam’da, “Eyvah! Meğer Suriye’yi kaybetmişiz de haberimiz yok!” demişti.

Yirmi yıl önce, İsmet Paşa, “İngiltere, bizim mahvedilemeyeceğimize inandıktan, biz de mahvedilemeyeceğimizi ispat ettikten sonra yani on seneye kadar bizimle işbirliği yapacaktır,” demişti.

Japonlar 1938’de Çin’e saldırdıkları vakit, “Japonlar Çinlileri yetiştirecekler, onları zorla savaşçı yapacaklar” demişti. Sahiden Almanlar, İkinci Dünya Savaşı’nda, Rus ordularını yetiştirdikleri gibi Japonlar da Çinlileri yetiştirdiler. Almanlar, nasıl, Rusları yenip imha ede ede, Ruslara da, Alman ordularını yenmeyi ve imha etmeyi öğretmişlerse, Çinliler de Japonlar tarafından öldürüle öldürüle ölmeyi ve öldürmeyi öğrenmişlerdir. Öldürebilmek için önce ölmeyi öğrenmek lazımdı.

İsmet İnönü İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın mahvolacağını görmüştü. Alman orduları 1939, 1940, 1941 yıllarında zaferden zafere koşmuşlardı. Rusya’da, beş ay içinde –her biri bir Tannenberg olan– on bir imha savaşı kazanmışlardı. Fransa, tek bir imha savaşıyla yıkılmıştı. İnönü’nün fikrince: “Almanlar, bir zafer zirvesinden, bir zafer zirvesine, bu zafer zirvesinden başka bir zafer zirvesine gidecekler; zirveler birbirine eklenecek… Fakat sonuncu zirveden sonra Almanya, yok oluş uçurumuna yuvarlanacaktır. Askeri coğrafyanın ve dünya stratejisinin belirlediği kader budur.” İnönü bunu, daha savaşın başında iken söylemişti.

Savaşın sonuna doğru da, müttefiklerin, barış meselelerini bir türlü halledemeyeceklerini bilmiş ve söylemişti.

Böyle daha birçok olayları sıralayıp sayabilirim.

İsmet İnönü, yalnız, 1950 seçimlerinde, Halk Partisi’nin ezici bir yenilgiye uğrayacağını zannederim tahmin etmedi. Halk Partisi’nin kazanacağından pek emin değildi. Fakat Demokratların bu kadar ezici çoğunluk elde edeceklerini sanmamıştı.

Realist olmak. Gerçeği görmek. Matematik fikirli olmak.

Kendine hâkim olmak. Duygularına ve sinirlerine hâkim olmak; “Heyecan ve üzüntüsünü belli etmemek, içindeki yangınlardan ve fırtınalardan dışarıya renk vermemek.”

Fikirde ve ifadede, tanımlama, niteleme ve betimlemede açıklık ve belirginlik. “Nadir bulunur bir görüş berraklığı.”

Kararlılık ve irade. Sabır ve sebat. Dayanıklılık.

Çekicilik ve büyüleme özelliği.

Çalışkanlık. İnceleyip araştırma ve öğrenme merakı. Çok okumak. İsmet İnönü son derece çalışkandır.

İyi yazma. Hitabet. Güzel ve etkili konuşma. İnönü güzel konuşur, güzel yazar, iyi nutuk söyler. Yazıları kolayca yazılıvermiş sanılır, gerçekte ise derinliklidir.

Topçu okulunun ders sorumlusu Mazhar Paşa, elli yıl önce, “İsmet Efendi her şeyden evvel iyi bir yazıcıdır,” demişti. İsmet Bey’in gençliğinde Türkçe’de iki örnek nesir, Namık Kemal nesri ve Servet-i-Fünun nesri vardı. İsmet Bey, bu iki edebiyatın dışına çıkarak şahsi bir üslup yaptı.

İsmet Bey’in üslubunda, büyük üslupların sadeliği, kısa ve öz olma niteliği vardır.

Kayınbiraderim Şerif Remzi Reyent İnönü’nün nutuklarını Abraham Lincoln‘ünkilere benzetir. Ben Abraham Lincoln’ün nutuklarını okumadım. Fakat İsmet Paşa’nın yazıcılıktaki üstünlüğünü Lloyd George’a, Clemanceau’ya, Churchill’e benzetirim.

Yazılarında tatlı bir kapalılık vardı… ki, son zamanlarda kalmamıştır.

*

*   *

Sylla’nın mezarında şöyle yazılı imiş: “Hiç kimse, dostlarına onun kadar iyilik, düşmanlarına da onun kadar fenalık yapmadı.” Bir kardeş ve dostlar Cumhuriyeti Başkanı için hiç yazılmamış en güzel yazıt!

İnönü için böyle bir şey söylenemez. O, ne dostlarına çok bonkör, ne düşmanlarına karşı zalim olmuştur. Esasen onda despot ve diktatör yaratılışı hiç yoktur.

İnönü otoriterdi. Lakin diktatör değildi.

*

*   *

İnönü’ye şu kusurları yüklerler:

Kendi fikrine aykırı düşünce ve görüşlerden hoşlanmamak. Ancak, bu, her zaman, herkese ve her görüşe karşı değildir.

Fikren baskıcı olmak. Bu da kesin değildir. Kendi fikrine güvenmek ve kendinden şüphe etmemekle fikir baskısını birbirine karıştırmamak gerektir.

Adam tanımamak. Ben, İsmet Bey’i adam tanır ve çok iyi tanır bilirim. Lakin, İsmet Paşa’nın ve İsmet İnönü’nün daima adam iyi tanıyıp tanımadığı düşünülmeye değer. (Gambetta, “On administre avec les capacités –Memleket zekâ, bilgi, kavrayış ve yetkinliklerle idare edilir” demiştir.)

İnat. Sebat ile inadın ara kesitini, kesin olarak tayin etmek güç olmakla beraber, İnönü bazen, bu ara kesitin biraz ötesine geçmiş gibi görünür.

Kin. İhanet ve kötülüğe karşı düşmanlık, kin değildir. Fakat İnönü’nün, bunların dışındaki hallerde de, bazen düşmanlık beslediği sanılır ve İnönü’nün, unutmayı bilmediği ve fena hatıralarla iyi politika yapılamayacağı söylenir.

Kıskançlık. Bazen ve biraz kelimeleri ilave edilirse hakikatten pek uzaklaşılmış olmaz.

Övgüden hoşlanmak. Dünyada, övülmekten hoşlanmayan insan acaba var mıdır? İnönü de övülmeye karşı duyarsız değildir. Hatta duyarlıdır.

Büyük İskender de övülmekten hoşlanırdı ve en çok hoşlandığı, Atinalıların övgüleri, Atina şairlerinin kasideleriydi. Kimse, onlar kadar güzel övemiyordu. İskender, Granik ırmağından (Çanakkale civarındaki Çan deresi) geçiş savaşında, yüzyüze kaldığı tehlike ve meşakkat esnasında, “Atinalılar! Sizin tarafınızdan övülmek için ne zahmetlere katlanıyorum” demişti. Bu, şu demek gibidir ki o, Asya savaş meydanlarındaki tehlikelere ve meşakkatlere, Asya’yı fethetmekten çok Atina tarafından övülmek için katlanmaktadır. Sanki Asya, hedef değildi de hedef için araç idi; hedef Atina, kaside, övgü idi.

*

*   *

Yaratılış da yaratmakta cömert değildir. Aksine kıskançtır ve cimridir. “Dâhi”nin, memleketin kültür ve medeniyet seviyesiyle münasebeti yok gibidir. Dâhilerin ortaya çıkışında mucizenin bir payı vardır: Milletin bu hususta hiçbir yetkinliği olmayabilir. Dâhi yaratılışın sırlarındandır. “Dâhi”nin meydana gelişi güç bir doğumdur. Sanki yaratılış onu yaratmak için büyük gayret harcar; yorulur ve uzunca bir müddet dinlenmek ihtiyacını duyar.

Napoléon’dan sonra, yüzyıl, Fransa’da dâhi bir kumandan çıkmadı.

Mareşal Foch’tan sonra da, o ayarda bir komutan çıkmadı. Fransa, 1870-71 Savaşı gibi, İkinci Dünya Savaşı’nı da, dâhisiz ve dehasız yaptı. İkinci Dünya Savaşı’nda bir Poincaré, Clemanceau da bulunmadı.

Almanya’da büyük Moltke’den ve Schlieffen’den sonra, o çapta bir stratej gelmedi. Ne Birinci Savaşta, ne ikincisinde, Alman Başkumandanlığında dâhi yoktu. (Hindenburg’a, Ludendorf’a dahi dâhi denmez.) Hitler, stratej değil amatör-stratej idi. Bismarck’tan sonra da bir siyaset dâhisi gelmedi.

Osmanlı tarihinde Sokullu’dan, Köprülü’den sonra, yüzyıllarca bir dâhi; hattâ Reşit Paşa’ya ve değerli şehit Mithat Paşa’ya kadar büyük çapta bir devlet adamı ve Mohaç’tan sonra imha savaşı kazanan bir komutan görülmedi. Bu, uzun süren bir kısır çağ idi.

Tanrı, Türk milletinin kaderinin dönüm noktasında Mustafa Kemal‘i gönderdi.

İsmet İnönü de Atatürk’e yakışır şekilde onu izledi; Atatürk’ün izleyicisi oldu.

Von Papen demiştir ki: “Büyük bir adamın izleyicisi olmak, ekseriya, ağır ve zahmetli bir mirastır. Fakat İnönü mükemmel bir izleyici olduğunu dünyaya gösterdi.”

Sanki yaratılış, birçok yüzyıllar sürmüş olan cimriliğe son vermek için Türk milletine karşı cömert olmak istedi.

İsmet Paşa, tarih boyunca, Türk ordularının en güzel simalarından biridir.

Tarih, ırkın soylu nitelikleri kendinde beliren İsmet İnönü’nün vatana yaptığı hizmetleri birer birer sayacak ve Türk milletlerinin, feci saatlerde, kaderi düzeltmek ve memlekete büyük hizmetler yapmak için, yetiştirmiş olduğu az sayıdaki müstesna adamlar arasında layık olduğu konumu ona verecektir.

İnönü, çoktan, sonsuzluğu kucaklamıştır.

 

 

49

DORUK

İnsan,    hayatının    doruğunda    iken    dorukta    olduğunu    bilmez    –

İsmet    İnönü’nün    doruğu    acaba    hangi    andır?    –

“Dört    çeşit    minnet”    – Tarih,    Allah’tan    sonra    en    tarafsız

hâkim    olan    tarih…        –    “Kâse    kâse    sunulan    zehirli    su    –

Hayır!..    Sanırım

 

Herkesin hayatında, maddeten ve manen en mutlu olduğu bir an vardır. Bu an, hayatın doruğudur. İnsan, dorukta iken, o “an”ın zirve olduğunu bilmez. Ancak birçok zaman geçtikten sonra, geriye doğru bakınca “zirve”nin ne zaman olduğunu anlayabilir.

Geleceği yalnız Allah bilir. Fakat İsmet İnönü’nün geçmişteki hayatında doruk acaba hangi zamandır?

Birinci İnönü Savaşı’ndan sonra Büyük Millet Meclisi tarafından rütbesinin tuğgeneralliğe yükseltildiği an mı?

İkinci İnönü Meydan Savaşı’nın sonunda o meşhur raporunu yazdığı “Metristepe” mi? Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal’den o, tarihleşmiş ve sonsuzlaşmış tebrik telgrafını aldığı zaman mı?

Batı Cephesi kuvvetlerinin Afyon’daki düşman mevzilerini yardığı saat mi?

Batı Cephesi kuvvetlerinin İzmir’e girdikleri zaman mı?

Mudanya Mütarekesi’ni imzaladığı an mı?

“Lozan”da barışı imzaladığı, Lozan katedralinin çanı barışın imzasını dünyaya ilan ettiği an mı?

Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin delegeleri, o kadar genç ve mütevazı görünen Türk diplomat-generalini bir hâle gibi çevreledikleri ve birlikte resimlerinin çekildiği an mı?

Lozan’dan geldikten sonra Büyük Millet Meclisi’nde, elini hafifçe kürsünün kenarına vurarak, “Bu devletin adı Türkiye’dir” dediği an mı?

Başbakan olduğu zaman mı?

Cumhurbaşkanı olduğu zaman mı?

Memleketin İkinci Dünya Savaşı’ndan hiçbir zarar görmeden çıktığı zaman mı?

Atatürk’ün muhteşem eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’ne demokrasi tacını koyduğu vakit mi?

Yoksa, kurucusu olduğu bu demokrasinin gerçekleşerek onu –kendi yenilgisi ile– somut olarak algıladığı 14 Mayıs 1950 günü mü?

*

*   *

Max Nordeau’ya –yarım yüzyıl önce Beykoz ormanında okuduğumuz Max Nordeau’ya– göre dört çeşit minnet varmış:

Kişinin kişiye karşı minneti. Kişinin topluma karşı minneti. Toplumun kişiye karşı minneti. Toplumun topluma karşı minneti.

Kişinin kişiye karşı minneti yeni nimetler ümit etmekten ibaretmiş. Bu ümit kalmayınca şükran ve minnet de bitermiş.

Kişi, iyilik ve nimetini gördüğü topluma daima minnettar kalmaya mecbur imiş. Toplum bunu istermiş.

Yüksek ve asil ruhlardan başka toplum, büyük hizmetkârlarının sağlıklarında, onlara karşı biraz nankör olurmuş. Kamu vicdanında saklı olan minnettarlığın somut göstergeleri, çok defa o kişilerin ölümünden sonra meydana çıkarmış.

(8 Mayıs 1945 İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da zafer günü idi. Londra’da, Başbakanlık binasının önünde toplanmış olan halk, Başbakan Churchill’i hiç görülmemiş bir şekilde alkışladı. Fakat iki buçuk ay sonra, 26 Temmuzda, İngilizler oy sandıkları başına gittiler ve iktidar kahramanını, iktidardan uzaklaştırdılar.

Birinci Dünya Savaşı’nda, Fransızlar, Clemanceau’yu “ZAFERİN BABASI” diye nitelendirmişlerdi. Aynı Fransızlar, zaferden sonra yapılan Cumhurbaşkanı seçiminde “Zaferin Babası”nı seçmediler.

19. yüzyılın Fransız şairlerinin en meşhuru olan Victor Hugo hakkında çağdaş Fransız gençleri “Bête comme Himalaya –HİMALAYA GİBİ AHMAK” demişlerdi. 1952 yılında yani Victor Hugo’nun doğumunun yüz ellinci yılında Fransız milleti onu ilahlar mertebesine yüceltti. Hayatta iken değer verilmeyen büyük şair için, ölümünden 67 yıl sonra, bayraklarla donatılan Panthêon’un kubbesi altında Fransız büyükleri tarafından şu sözler söylendi:

“O bizim için sürgünün sesi, vatanın sesi, vicdanın sesi ve duyguların sesidir.”

“Bizim değersiz seslerimizin çoktan susmuş olacağı bir zamanda, onun sesi, dirilerin seslerinden daha yüksek olarak vicdanlarda tınlayacaktır!”

“Bu ışık saçan meş’ale önünde bütün insanlığın gözleri kamaşmaktadır.”

“Parlak dehasıyla Hugo vatanımızın geçmişidir ve geleceğidir.”)

Toplumun topluma, bir milletin bir  millete karşı minnettarlığında ise menfaat ve siyaset egemen imiş. Siyaset ve menfaat, aksini gerektirdiği vakit, iyilik bilirlik ve minnetten eser kalmazmış.”

……….

Vatanın büyük hizmetçilerine karşı bazen çağdaş vatandaşların esirgedikleri minnet borcunu, tarih –Allah’tan sonra en tarafsız hâkim olan tarih– öder.

*

*   *

Acaba İsmet İnönü yeryüzündeki alın yazısını tamamlamış mıdır? Bundan sonra, onun nasibi, “galipler”in iki yıldan beri her gün, kendisine kâse kâse sundukları “zehirli su”dan mı ibaret olacaktır?

Hayır!.. sanırım.

Victor Hugo diyor ki:

“L’avenir n’est à personne

L’avenir est à Dieu.”

“Gelecek kimsenin değildir. Gelecek Allah’ındır.”

Ve bir Fransız atasözü:

“Dans la politique, il n’y a que les morts qui ne reviennent plus.”

“Politikada, geri gelmeyen yalnız ölülerdir.”

 

 

50

CHURCHILL’İN MEKTUBU

“Tarih,    general    olarak    kazandığınız    zaferlerden    başka

Türkiye    Cumhuriyeti’ni    İkinci    Dünya    Savaşı’nın

vahim    tehlikeleri    içinden    nasıl    sıyırıp    geçirdiğinizi

hayranlıkla    yazacaktır.”

 

İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığından çekildiği vakit Churchill bir mektup göndermiş. Bu mektubu, kitabıma koymayı arzu ettim ve İnönü’nden lütfen mektubun suretini vermelerini rica ettim.

Mektubun tercümesi şudur :

Londra 31  Mayıs 1950

General İnönü’ye

Aziz Generalim,

Her ne kadar benim Türk politika işlerine karışmaklığım doğru olmayabilirse de, Türkiye’nin alın yazısına başkanlık ettiğiniz uzun devrenin kapanmış olduğunu, şahsen büyük üzüntü duyarak, okumuş bulunuyorum.

Bana öyle geliyor ki, tarih, general olarak kazandığınız zaferlerden başka, Türk Cumhuriyeti’ni, İkinci Dünya Savaşı’nın vahim tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda, Mustafa Kemal tarafından sert mücadelelerle kurulmuş olan liberal ve gelişmiş hükümet sistemini nasıl muhafaza ettiğinizi hayranlıkla yazacaktır.

Dostça ve zevkli olan görüşmemizi daima hatırlarım ve politika sahnesinden şimdiki çekilişinizde size en iyi dileklerimi yollarım.

Pek samimiyetle sizin

Winston S. Churchill

 

 

SON SÖZ

Bu kitabın ilk cümlesi şuydu: “Geleceğimle benim aramda bir engel ve perde oluşturan yıllardan birini çiğneyip geçtim.”

Son cümlesi de şu oldu : “İsmet İnönü’nün yaptıklarını tarih hayranlıkla yazacaktır.”

İlk cümle on üç yaşındaki çocuğundur.

Son cümle, Büyük Britanya Devleti’nin Başbakanı yetmiş altı yaşında Winston Churchill’indir.

Bu iki cümle arasında bir Türk kurmay subayının oluşum aşamaları anlatıldı.

Erkân-ı Harp Yüzbaşısı İsmet Efendi.

Harekât Ordusu Kurmayları İsmet ve Kazım Beyler Hurşit Paşa ile (1908)

Şam, IV. Ordu Komutanlığı Karargâhı (1916) Enver Paşa (ortada) ve Cemal Paşa (sağda) ile

Kolordu Komutanı Albay İsmet (1917, Suriye Cephesi)

İkinci İnönü’den sonra (Nisan 1921)

İzmir yangını (1922)

Büyük Taarruz Öncesi (1922)

Atatürk’le Akşehir Karargâhı’nda arabaya binerken (1922)

20 Ağustos 1922’de Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile Ordu Komutanı Yakup Şevki ve Kolordu Komutanı Kâzım Paşa, alayı teftişten sonra Bolvadin Hamidiye Köy’de dinleniyorlar

Fahrettin Atay ile teftişte (1922)

İsmet Paşa Dumlupınar’da çadırının önünde (1922) (Asım Gündüz, Paşa’ya evrak sunuyor)

İsmet Paşa; Asım Gündüz, Fahrettin Altay ve diğer komutanlarla istasyonda (1922)

Lozan Antlaşması imzalanırken

Atatürk, İstanbul’a hareketinden önce Ankara İstasyonunda İsmet Paşa tarafından uğurlanıyor (20.01.1938)