Savaş Yıllarının İktisat Politikaları - Tedbirleri

Savaş Yıllarının İktisat Politikaları – Tedbirleri

Yazan: Prof. Dr. Özhan Uluatam

İkinci Dünya Savaşı 1939 sonbaharında başladı. 1 Eylülde sınırı dört yerden aşıp Polonya’yı işgal eden Alman ordularına karşı Polonyanın yetersiz askerî güçleri umutsuz bir mücadeleye girerken Fransa ve İngiltere de Almanya’ya savaş ilan ettiler. İzleyen haftalar ve aylar içinde Avrupa’nın pek çok ülkesi uzun yıllar sürecek acılı ve kanlı bir kavganın içinde buldular kendilerini. Bunlara Uzak Doğuda önce Japonya ile Çin daha sonra da Japonya ile Amerika Birleşik Devletleri arasında başlayan kanlı çatışmalar eklendi ve savaşa gerçek bir küresel boyut kazandırdı. Türkiye bu yılları silahlı çatışmaların dışında kalarak geçirebildi; ancak savaşın etki ve sonuçlarının dışında kalması mümkün değildi, kalamadı da. 1939-1945 arasında izlenen tüm politikalar eklendi ve savaşa gerek birıreseş zorunluklarına, kaygılarına göre biçimlendi.

Gerçekte, pek çok ülke gibi Türkiye de Avrupa’da çıkabilecek bir savaşın sıkıntı ve tehditlerini 1939 un çok öncesinden, yirmili yılların ortalarından beri hissediyordu. Üstelik bu sıkıntılara 1929 yılı sonbaharından itibaren tüm dünyaya yayılan bir büyük iktisadî bunalımının sürüp giden sorunları da ekleniyordu. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı öncesi yıllarda Türk iktisat politikasını biçimlendiren iki temel unsur muhtemel bir savaşa karşı hazırlıklar ile dünya iktisat bunalımının sıkıntılarına çare arayışları olmuştur.

Yaklaşan Savaşın Gölgesi

İtalya’da Mussolini ve kara gömleklilerinin 1922 yılında iktidara gelişi Türkiye için yeterince kaygı yaratmıştı. Mussolini ve yandaşlarının Türkiye toprakları üzerinde besledikleri emeller Faşist Partinin gelişen gücü ile birlikte bir askerî çatışma ihtimalini de arttırıyordu. 1926 ilkbaharında İtalya-Türkiye arasında ortaya çıkan çok ciddî bir siyasal bunalım bu ihtimali açıklıkla gözler önüne serdi. Bu yılda, diktatörlüğünü ülkesi içinde iyice sağlamlaştıran Benito Mussolini, Türkiye ile İngiltere arasındaki Musul uyuşmazlığını fırsat bilip Türkiye’nin güney sahillerine asker çıkarmak isteğini özel konuşmalarda belirtmiş, bu konuşmalara ilişkin söylentiler Türk kamuoyunu yaygın biçimde meşgul etmişti. Her nekadar, bu söylentiler İtalyan resmî makamlarınca yalanlandı ve Musul konusundaki görüşmelerin 1926 Haziranında bir anlaşmayla sonuçlanmasından sonra Türk-İtalyan ilişkileri görünürde normale döndüyse de Mussolini’nin Türk toprakları üzerindeki emellerinin sürdüğünün hemen herkes farkındaydı. Nitekim, İtalya’nın Türkiye’nin güney kıyılarını istila arzusu otuzlu yıllar içinde yeniden gündeme geldi ve Türk yöneticilerini kaygılandırdı. Bu kaygıların ne kadar ciddî temellere dayandığı ise İtalya’nın 1935 te Habeşistan’ı, 1939 da Arnavutluk’u işgal girişimleri ile açıkça ortaya çıkacaktır.
Almanya’da Nazi Partisinin başındaki Hitler’in 1933 te iktidarı ele geçirdikten sonra izlediği yayılmacı politika ise Türkiye için bir başka sıkıntı oluşturuyordu. Almanya’nın 1936 da Ren bölgesini işgali, 1938 de bir olup bitti içinde Avusturya’yı birleşmeye zorlaması, ayni yıl Çekoslavakya’nın Südetler Bölgesini sonra tüm Çekoslavakya’yı işgali pek çok ülkede olduğu gibi Türk yöneticilerinde de bu yayılmacılığın nereye kadar gideceğiyle ilgili kaygılara yol açmıştı.
İkinci Dünya Savaşının başlamasını izleyen aylarda ise Almanya’nın Türk sınırlarına kadar dayanan istilaları işgal tehdidinin kaygı ve sıkıntılarını çok büyük boyutlara ulaştırdı. Almanlar artık Yugoslavya, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan’ı ya fiilen işgal etmiş ya da kukla hükümetler eliyle denetim altına almış, böylece 1940 yılında Alman orduları fiilen Türk sınırlarına dayanmışlardı.
Bundan sonra Türkiye savaş boyunca Alman güçlerinin bir işgal girişimiyle karşılaşabileceği ihtimali ile yaşadı. Trakya ve Ege’de insanlar bu ihtimalle uyuyup uyandılar.

Büyük Dünya İktisat Bunalımının İzleri

24 Ekim 1929 günü New York Borsasını sarsan bir panik havası kısa sürede hisse senetlerinin hemen tümünü kapsayan bir kitlesel satış furyasına dönüştü. Başlangıçta geçici sanılan, zamanla kendi kendine düzeleceği umulan bu panik izleyen aylarda daha da derinleşti ve büyük boyutlu firma ve banka iflaslarını beraberinde getirdi. Zincirleme bir etkiyle başka firma ve banka iflaslarına da yol açan bu derin durgunluk savaş öncesi yıllarda yalnız Amerika Birleşik Devletlerini sarsmakla kalmadı tüm dünyaya yayılan bir büyük iktisadî bunalıma dönüştü.
Bu bunalımdan hem sanayileşmiş hem de tarımsal ürün üreticisi ülkeler nasiplerini aldılar. Ancak, en büyük sıkıntıyı, ihracatları tarım ürünlerine bağlı ülkeler duydu. Tarım ürünlerinin dünya fiyatlarındaki büyük boyutlu düşüşler ve sanayileşmiş ülkelerin azalan tarım ürünleri talebi ve aleyhlerine dönen ticaret hadleri nedeniyle tarım ürünleri ihracatçısı ülkelerin ödemeler bilançoları büyük açıklar verdi.
Başlangıçta Dünya İktisadî Bunalımının genişliğini kavramakta zorlanan Türkiye çok kısa sürede diğer tarımsal ürün ihracatçısı ülkeler gibi ödemeler bilançosunda ortaya çıkan bozulmanın sıkıntılarını yaşamaya başladı.
İzleyen yıllar bu sıkıntıları hafifletecek çareler arama çabalarıyla geçti. Bu yoldaki ilk büyük adım 20 Şubat 1930 tarihinde 1576 sayılı Türk Parasının Kıymetinin Korunması Hakkında Kanunun kabulüyle atıldı. Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Hakkında 1447 sayılı kanuna ek gibi getirilen bu kanun yalnız savaş içinde değil izleyen elli yıl boyunca kaldı. Aslında yedi maddelik bu kısa kanunun yalnızca üç yıllık geçici bir süre için yürürlükte kalması öngörülüyordu. Uluslararası alanda hüküm süren olağanüstü iktisadî koşulların bu sürede ortadan kalkacağının umut edildiği açıktı. Ancak, kanunun yürürlük süresinin tam oniki kez uzatıldığı görülecek ve son olarak da 11.12.1970 tarih ve 1224 sayılı kanunla süresiz olarak yürürlüğe konulacaktır.
Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanunun esasını 1. madde oluşturur. “Md. 1- Kambiyo, nukut (yabancı para), esham (hisse senedi) ve tahvilat alım ve satımının ve bunlar ile her nevi eşya ve kıymetlerin ve ticarî senetlerle tediyeyi temine yarayan her türlü vasıta ve vesikaların memleketten ihracı ve memlekete ithalinin tanzim ve tahdidine ve Türk Parasının kıymetinin korunması zımnında kararlar ittihazına İcra Vekilleri Heyeti selahiyetlidir.”
Kanunun gerekçesi oldukça kısaydı: “Kambiyo ve borsa muamelâtının tanzimi için mevcut olan 1447 sayılı kanunla millî paramızı muhafaza-i kıymeti için lüzum görülecek bazı tedabir ittihazı ve ezcümle icab-ı hale göre Heyet-i Vekilece banka ve müesseselerin seddi için selahiyet itası ve mevcut kanunda yazılı hususlar kanun ahkâmının hüsn-ü tatbikine kâfi görülmediğinden hususi menfaatleri tenkis suretiyle para kıymetini düşürmeye çalışanların ağır bir surette tecziyelerine, alınacak tedbirlerin hüsn-ü tatbikine müessir olmak üzere bazı ahkâmı cezaiye ilavesine lüzum görülmüş ve bu sebeple hazırlanan kanun layihası müstacelen müzakere zımnında takdim kılınmıştır.”
Günün çabuk karar almayı gerektiren olağanüstü koşulları içinde Bakanlar Kuruluna kanun gücünde kararlar alma yetkisini vermek ve bu kararları ağır cezaî yaptırımlarla desteklemek uygun bir yol olarak görünmüştü. Nitekim, kanunun yayınından hemen sonra çıkarılan 1 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kambiyo, yabancı para, hisse senedi ve tahvil işlemlerinde spekülasyonun yasaklandığı belirtildi, ardından çıkarılan 2 sayılı kararla da döviz tahsisi ile ilişkili bazı düzenlemeler getirildi.
1930 yılının dış iktisadî ilişkilerde yarattığı sıkıntılar aynı yılın 15 Haziranında kabul edilen 1705 sayılı Ticarette Tağşişin Men’i ve İhracatın Murakabesi Hakkında Kanunun çıkarılışında da sezilebilir. İç ve dış ticarette devlet denetlemesi getiren bu kanunla birlikte sıkı bir kambiyo rejiminin ve ihracatta kliring sisteminin uygulanmasına da başlandı.
Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İsmet İnönü ve genç cumhuriyetin diğer yöneticileri Dünya Bunalımının dış iktisadî ilişkilerde ortaya çıkardığı olumsuzluklara karşı mücadele ederken sağlam ve sürekli bir iktisat yapısının temellerini oluşturacak kurumları da yaratma çabasındaydılar. Bu çabalar içersinde bir merkez bankasının kurulması ile Osmanlı borçlarının fazla yük oluşturmayacak biçimde tasfiyesi ile ilişkili olanlar özellikle belirtilmelidir.
Bir süredir hazırlıkları sürdürülen bir merkez bankası kuruluşu 1930 yılı içinde gerçekleştirildi. 1715 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Kanunu 15 Haziranda kabul edildi; ancak Bankanın örgütlenmesini tamamlayıp fiilen çalışmaya başlayacağı Ekim 1931 tarihine kadar 16 ay gibi hayli uzun bir zaman geçecektir. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının kuruluşu ile o vakte kadar Osmanlı Bankası tarafından yürütülen merkez bankacılığı fonksiyonları yeni kurulan bankaca devralındı .
Düyun-u Umumiye alacaklıları ile uzun zamandır sürdürülen görüşmeler ise Merkez Bankasının kuruluşundan üç yıl sonra 1933 yılının 22 Nisanında kesin bir sonuca vardı. Gerçekte bu konuda 1928 yılında imzalanmış bir anlaşmaya göre Türk Hükümeti başladığı borç ödemelerini 1930 yılı mayısına kadar sürdürmüş, ancak derinleşen iktisadî bunalım koşullarında borç yükünde indirim yapılması gereğini ileri sürerek eski anlaşmanın yeniden müzakereye açılmasını istemişti. 1933 Nisanında Paris’te alacaklı temsilcileri ile Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanan yeni anlaşma anapara tutarında bir miktar indirim yanında ödemenin Fransız Frangı ile yapılması gibi Türkiye açısından başka bazı ödeme kolaylıkları da sağlıyordu.
Bu arada Dünya İktisat Bunalımının yaygınlaşan etkileriyle birlikte Türkiye’nin ödemeler bilançosu sıkıntıları da bütün ağırlığıyla hissedilmeye başlamıştı. Bu sıkıntıyı 1933 yılı Bütçe Kanunun Mecliste görüşülmesi sırasında İsmet İnönü Hükümetinin Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik Bey şöyle anlatacaktır:
“Dünyayı sarsan iktisadî buhranın bizim gibi ihracatı ziraî mahsule inhisar eden ülkelerde mühim akisleri olmuştur. Ziraî mahsuller kıymetlerini sınaî mamulât kıymetlerinden daha yüksek bir nisbette kaybetmiştir. Bu fiyat düşüklüğünü ihracat mallarımızın kıymetlerini arttırmakla telafiye uğraşırken diğer taraftan gümrük maniaları, kontenjantman sistemleri, döviz tahditleri yolunda her memleketin aldığı tedbirlerle karşılaştık.”
Abdülhalik Beyin işaret ettiği güçlükler, 1933 yılında Bakanlar Kurulunu, ithalâtı daha da sınırlamaya yönelik yeni tedbirlere yöneltirken Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanununa dayanılarak çıkarılan bir Bakanlar Kurulu Kararı ile “kambiyo ve yabancı para alım satımının yalnızca bankalarla Maliye Bakanlığınca izin verilecek bankerler aracılığıyla yapılması, borsa acentelerinin ancak bu banka ve bankerlerden aldıkları alım ve satım emirleri yerine getirebilecekleri” kararlaştırıldı.
1933 yılında ekonomideki kurumsal yapılanmanın önemli adımlarından birisi daha atılarak 2279 sayılı Ödünç Para Verme İşleri Kanunu yayınlandı. Kanun uzun zamandır geniş halk kitlelerinin şikayetini çeken tefeciliğin önlenmesi ve banka sistemi dışındaki kredi piyasasının düzenlenmesi amacını güdüyordu. Kredi piyasasında asıl önemli rol oynayan bankalarla ilişkili düzenlemenin yapılması ise 1936 yılında bir Bankalar Kanunun kabulü ile sağlandı.
Türkiye’nin Büyük Dünya Bunalımı koşullarında malî-iktisadî kurumlaşmayı sağlamak için çabalar gösterdiği, ödemeler bilançosundan gelen sıkıntıları azaltmaya çalıştığı bu dönem aynı zamanda reel yatırımları arttırma yolunda yoğun gayretler sarfolunan yıllardır. Bu çerçevede bir yandan ülkenin ulaşım altyapısının geliştirilmesi için demiryolu yatırımları hızlandırılırken diğer yandan da hazırlanan Birinci (Beş Yıllık) Sanayi Planı 1933 yılından itibaren uygulamaya konulmuştur.
1933 ile başlayan ve İkinci Dünya Savaşına kadar süren yıllar iktisat politikasında “devletçi” anlayışın çeşitli uygulamalarını kapsar. Daha önceki yıllarda çıkarılmış Teşvik-i Sanayi Kanununun umulan sonuçları bir türlü vermemiş olması, diğer yandan Sovyetler Birliğinde uygulanmaya başlanmış beşer yıllık planların başarısının ortak sonucu 1930 lara kadar özel kesimden beklenen sanayileşmede öncülük görevinin bu tarihlerden sonra devletçe üstlenilmesi olmuştur. Ancak, devletçiliğin Sovyetler Birliğindeki sosyalizmden tümüyle başka, Türkiye’nin koşullarından doğan özgün bir iktisat düzeni olduğunu devletin üst düzey yöneticileri hep işaretlemişlerdir.
Başbakan İsmet İnönü’nün 1930 yılı ağustosunda Ankara-Sivas demiryolunun açılışı vesilesiyle Sivas’ta yaptığı konuşmada böyle bir iktisat düzeninin mantığı bulunur:
“…Liberalizm nazariyatı bütün memleketin güç anlayacağı bir şeydir. Biz iktisadiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz. Bizi bu istikamete sevkeden bu memleketin ihtiyacı ve bu milletin fikrî temayülüdür. Memeleketin ihtiyaçları için herkes ve her yer hazineden çare arar. Elektriği olmayan şehir, limanı fena olan yer, iş bulamayan adam hükümeti muhatap tutar. Mutedil devletçi olarak halkın temayülatına ve metalibine yetişemiyoruz diye kusurluyuz. Devletçilikten vazgeçip her nimeti sermayedaların faaliyetinden beklemeye sevketmek bu memleketin anlayacağı şey midir?”
1933-1939 dönemi, demiryolları inşası, çeşitli tekstil, şeker fabrikaları kuruluşlarıyla devletin bizzat sınaî üretime geçme çabalarının en yoğun olduğu, bu bakımdan günümüzde kamu iktisadî teşebbüsleri diye bilinen kuruluşların çekirdeğinin yaratıldığı dönemdir. Nitekim, bu kuruluşların zaman içinde artan sayıları, büyüyen sorunları kendileri için yeni bir hukukî çerçeve çizmek gereğini ortaya çıkardığından 1938 yılında 3460 sayılı Sermayesinin Tamamı Devlet Tarafından Verilmek Suretiyle Kurulan İktisadî Teşekküllerin Teşkilatı ile İdare ve Murakabeleri Hakkında Kanun çıkarıldı. Bu kanun izleyen yirmibeş yıl süreyle bu kurumlarla ilgili temel kuralları belirledi.

Savaş Döneminin İktisadî Öncelikleri

İkinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte Hükümetin en büyük kaygılarından birisini halkın ve silahlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek gereksinmesinin karşılanması oluşturdu. Özellikle geleneksel olarak Türk halkının beslenmesinde temel rol oynayan buğdayın sağlanmasında 1941 yılından sonra ciddî güçlüklerle karşılaşıldı. Bu güçlüklere yol açan bir temel unsur önemli bir erkek nüfusunu silah altında tutulması sonucu tarım üretiminde çalışacak işgücünün azalması, dolayısıyla hububat üretiminin düşmesi; diğer unsur ise savaş koşulları içersinde buğday-hububat ithalâtının son derece güçleşmesi idi.
1941 yılı başlarında Başbakan Refik Saydam’ın Mecliste yaptığı bir konuşma bu sıkıntıları ve Hükümetin acil iktisadî önceliklerini ortaya koymaktadır. “Bugün dahilde en büyük çalışmamız, dünya buhranı karşısında iktisadî ve ticarî alanda muvazzeneyi muhafaza etmek, Türk vatandaşlarının asgarî ihtiyacına tekabül eden yiyim, giyim ve yakacak maddelerinin bulunması, nakil ve satış işini sıkı bir nizam altına alma, istihsali hatta elimizdeki vesaitin vevkinde bir dereceye çıkarmak ve bilhassa ihtikârla mücadeleyi kuvvetlendirmektir.”
Savaş koşullarının yarattığı tehditle büyüyen iktisadî sorunların önemi Cumhurbaşkanı İnönü’nün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için ulusa seslenişinde de işaretlenmiştir: “Millî irademizin bütünlüğünü korumak için hepimiz çetin vazifelere hazırız… Büyük yangına bulaşamamanın çaresi ve bütün dikkatimize rağmen bulaşırsak, şerefle vazife yapmamızın ilk şartı yangın ortasında yaşadığımızı bir an olsun unutmamaktır… Çok mahsul almalıyız, her iş yerinde, tarlada her zamandan ziyade çalışmalıyız.”
Refik Saydam’ın 1942 temmuzunda ölümü üzerine Cumhurbaşkanı İnönü tarafından Başbakanlığa atanan Şükrü Saracoğlu Mecliste yaptığı konuşmada halkın gıda sorunuyla ilişkili olarak şunları söylüyordu:
“Harp başladığı zaman devletin elinde 250 bin ton bir buğday stoku vardı. Herhalde halkın ve tüccarın elindeki miktar herhalde bu miktardan az değildi. Demek, harp yıllarına 500 bin ton bir buğday stoku ile girmiştik. Bu stok bizi yalnız iki sene rahat yaşattı. Üçüncü seneye pek sıkışık olarak girdik. Bu sıkışık yılda, huzurunuzda şükranla yadetmeyi vazife bildiğim yüz küsur bin tonluk İngiliz hububat yardımına rağmen gayet sert ve sıkı tahdidî tedbirler aldık ve Türk halkının başlıca gıdası olan ekmeği çok küçülttük. Bütün bunlara rağmen ekmek darlığını ve sıkıntısını halâ bertaraf edemedik. Bu hesaplar da göstermektedir ki yalnız buğdayda 350 bin tonluk bir açığımız vardır…”
Üretim ve ithalâtın tüketimi karşılamadaki yetersizliği, ekmek tüketiminde bir tayınlama uygulamasını zorunluk olarak ortaya çıkardı. Millî Korunma Kanununa dayanarak 1942 den itibaren çıkarılan Bakanlar Kurulu kararları ile şehirlerde ekmeğin karne ile dağıtılmasına başlandı. Başlangıçta yetişkinler için günde 375 gram ?çocuklar ve ağır işlerde çalışanlar için farklı miktarlar?çıkardı. Millî ış ekmek istihkakı zamanla daha da düşürüldü. Ancak, ortaya çıkan sakıncalar nedeniyle karne ile ekmek dağıtılması uygulamasının 1942 yılı sonbaharından itibaren Ankara, İstanbul ve İzmir ile sınırlandırılması, diğer şehirlerde uygulamanın kaldırılması kararlaştırıldı.
Buğday stoklarındaki yetersizlik ekmek kalitesinin düşürülmesi zorunluğunu, tayınlama gereğinden de önce ortaya çıkarmıştı. 1941 Şubatında yayınlanan bir Bakanlar Kurulu Kararı ile bundan böyle tek tip ekmek üretilmesi ve bunun için kullanılacak buğdaya yüzde 15 çavdar, yüzde 30 arpa karıştırılması kabul edildi. Keza çıkarılan br başka kararla da bu yıldan başlayarak buğday stoklarına devletçe el konulması imkânı getirildi. Zaman içinde bu uygulama pamuk, mısır gibi başka tarım ürünlerine yaygınlaştırıldı.
Doğal alarak, savaş koşullarına bağlı kıtlıklar yalnızca buğdayla sınırlı kalmadı. Özellikle ithalâta bağlı olanlar başta olmak üzere çok çeşitli maddelerin fiyatlarında artışlar, sağlanmalarında da kıtlıklar-darlıklar görülmeye başlandı.
Bu meyanda 1940 yılı içersinde şeker, benzin, çay, tütün, alkollü maddeler, kibrit, pamuklu, ipekli, deri ve cam fiyatları arttırıldı. Bu mallarda ve başka mallardaki fiyat artışları bu yılla sınırlı kalmadı izleyen yıllarda da sürdü. Bunlardan bazılarında ?øğu ılı ?çersinde şekeğıtım uygulamasına gidilmesi zorunluğu duyuldu. Akaryakıt ithalâtındaki güçlük nedeniyle, 1940 yılı sonunda özel ve ticarî araç kullanımına sınırlamalar getirildi.

Millî Korunma Kanunu

Savaş koşullarının getirdiği darlık, kıtlık, fiyat yükselişleri ve karaborsa eğilimi ile mücadelenin ortaya çıktığı hemen her ülkede görülen zecrî tedbirlere başvurma eğilimi ve gereği Türkiye’de de duyuldu. TBMM nin 18 Ocak 1941 tarihinde kabul ettiği 3780 sayılı Millî Korunma Kanunu bu gereksinmenin temel hukukî aracını oluşturdu. Kanun Bakanlar Kurulu aracılığıyla özel teşebbüslerin devletleştirilmesinden, çeşitli mal piyasalarında zorunlu alımlara, ithalâta, malların azamî satış fiyatlarının saptanmasına kadar değişen konularda devlete geniş yetkiler vermekteydi. Millî Korunma Kanunu, müteşebbislere getirilen bu sınırlamalar yanında işçilerin çalışma özgürlüklerine ilişkin kısıtlamalar da içerdiğinden tam anlamıyla olağanüstü koşulların olağanüstü kanunu niteliğini taşıyordu.
Kanunda Hükümete tanınan yetkilerin genel çerçevesi birinci maddede işaretlenmişti:
“Md. 1- Fevkalâde hallerde devletin bünyesini iktisat ve maliye bakımındn takviye maksadıyla İca Vekilleri Heyetine, bu kanunda gösterilen şekil ve şartlar dairesinde vazife ve selahiyetler verilmiştir. Fevkalâde haller şunlardır:
A- Umumî veya kısmî seferberlik,
B- Devletin bir harbe gimesi ihtimali,
C- Türkiye Cumhuriyetini de alakâlandıran, yabancı devletler arasındaki harp.”
Yöneticilerin bu kanunun çıkarılmasındaki gönülsüzlüğünü Başbakan Refik Saydam 1941 yılı Şubatındaki bir konuşmada şöyle açıklamaktaydı:
“…Millî Korunma Kanununun tatbikine geçilmesi kararını Hükümet, en son dakikaya bırakmış, yani normal hayatı bozmamak için elinden geldiği kadar normal vasıtalarla çalışmaya uğraşmıştır. Buna imkân olmadığı görülünce, fevkalâde tedbirler almakta tereddüt edilmemiştir.”
Bir Bakanlar Kurulu kararı ile Şubat 1941 den itibaren yürütülmeğe başlanan Millî Korunma Kanununun uygulanmasını denetlemek ve alınacak tedbirleri hazırlamak, alınmış olanları da izlemek üzere bir Bakanlıklararası Koordinasyon Kurulu oluşturuldu. Kurul Başbakanın başkanlığında Maliye, Millî Savunma, Ticaret, İktisat, Ulaştırma ve Tarım Bakanlarından oluşuyordu.
Kanunun uygulanmasına geçildikten bir süre sonra kanundaki müeyyidelerin arttırılması gerekli bulunduğundan 1941 Aralığında yapılan bir değişiklikle Millî Korunma Kanununda öngörülen cezalar yükseltildi.
Savaş yılları içinde Türkiye’nin bazı ihracat kalemleri savaş gayretlerinin devamı ve silahlanma açısından özellikle önem taşıdığından Müttefik Devletlerle Mihver devletlerinin Türkiye ile ilişkilerinde kritik bir unsur olmuştur. Bunlar arasında, kaliteli çelik üretimindeki yeri açısından krom özellikle dikkat çekiyordu. Savaşın başlamasından sonra 1940 yılı içersinde Almanya’ya krom ihracatının Hükümet kararıyla durdurulduğu açıklanmışsa da bu açıklama Müttefikleri tatmin etmemiş ve özellikle İngiltere Türkiye’nin Müttefiklere krom satışları çok azalmışken Almanya’ya krom ihracatının fiilen sürüşünden hattâ artışından şikayetçi olmuştur. 1944 yılı başlarında Müttefiklerin bu yöndeki baskılarının çok artması sonucu Almanya’ya krom ihracatı bütünüyle durdurulmuştur.

Vergi Sisteminin Sancıları

İkinci Dünya Savaşı başlarken Türk vergi sistemi 1925 yılında âşarın kaldırılmasıyla oluşan varidat boşluğunu tamamlama çabaları içinde kabul edilen vergilerle azçok istikrarlı bir yapı kazanmıştı. Dolaysız vergiler alanında getirilen kazanç vergisi, dolaylı vergiler alanında umumî istihlak vergisi ile hususî istihlâk vergisinin oluşturduğu yapıyı arazi-bina vergileri, veraset ve intikal vergisi, yol vergisi, gümrüklerde alınan vergiler, harçlar ve resimler tamamlıyordu.
1920 li yıllarda belirlenmiş bu vergi yapısı otuzlarda temel olarak korunmuş, ancak Dünya İktisadî Bunalımına ve artan savaş tehditlerine bağlı olarak çeşitli noktalarda tamamlanmak, aksayan noktaları düzeltilmek istenmiştir. Tarım üreticilerinin İktisadî Bunalım nedeniyle çok düşen gelirleri karşısında temel vergi matrahı olarak görünen ücretlerden daha fazla vergi alabilmek amacıyla bu yıllarda ücretlilerin kazanç vergisine zam yapılmış; yeni bir bina ve arazi vergisi kabul edilmiş; ayrıca “buhran vergisi”, “muvazzene vergisi”, “hava kuvvetlerine yardım vergisi” adlarıyla mevcut vergilere zam niteliğinde yeni vergiler getirilmişti. Keza, ilk biçimiyle umumî istihlâk vergisinin önemli uygulama sorunları çıkardığı anlaşıldığından vergiye daha basit bir yapı verilmişti.
İkinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte büyüyen kamu harcamaları devlet gelirlerinde yeni artış gereksinmeleri ortaya çıkardı. Savaşın çok olağanüstü koşulları altında vergi sisteminde köklü bir reform yapılması mümkün olmadığından devlet gelirlerindeki artış gereksinmesi bir yandan mevcut vergi oran ya da miktarlarına zamlar yapılarak diğer yandan da az çok olağanüstü nitelikte yeni vergilerle karşılanmaya çalışıldı. Bu arada 1927 yılından beri yürürlükte olan Teşvik-i Sanayi Kanunu da yürürlükten kaldırılarak kanunun sunduğu muaflık ve istisnalar kaldırıldı.
Vergilere zam getiren değişiklikler, varidatı arttırmak arzusu yanında özellikle dolaylı vergilerde yaygı olarak uygulanan specifique tarifelerin de sonucu idi. Zira, bir yandan genel fiyat seviyesindeki düşüşler, diğer yandan azalan üretim ve ithalât nedeniyle bu tür vergilerin sağladığı hasılat mutlak değer olarak azalmaktaydı. Üstelik, millî savunma harcamaları, vergi hasılatını yalnız mutlak değer olarak değil GSMH nın bir oranı olarak da arttırmak gereğini çıkarıyordu.
Bu nedenle, savaş içinde çeşitli tarihlerde çıkarılan 3828, 4040, 4041, 4226, 4415, 4430, 4437, 4565 sayılı kanunlarla hemen tüm vergilere zamlar yapıldı. Dolaylı vergiler üzerine yapılan bu zamlar bazı tüketim mallarının örneğin şekerin önemli bir bölümü için satın alınamaz boyutlara ulaştırdı.
Savaş yıllarında yapılan vergi zamlarının her şeye rağmen karşılayamadığı varidatı sağlamak için Hükümet bazı yeni vergiler alınması zorunluğunu da duydu. Bunlardan varlık vergisi ile toprak mahsulleri vergisi Türkiye’nin izleyen yıllardaki siyasal ve iktisadî gelişmesinde derin izler bıraktı.

Varlık ve Toprak Mahsulleri Vergileri

Varlık vergisinin ihdasında devletin gelir gereksinmesini karşılamak kadar savaş koşullarının toplumun savaş nedeniyle zenginleşen bir kesimin artan servetinin bir bölümünü devlete aktarmak düşüncesi de rol oynadığı söylenebilir. Bu düşünce, varlık vergisi kanununun kabulünden hemen on gün kadar önce Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Meclisi açış konuşmasında açıkça bulunur. 1 Kasım 1942 tarihindeki bu konuşmada İnönü şöyle diyordu. “…Acı ile hatırlamalıyız ki milletin iaşe işlerini tanzim etmek yolunda Cumhuriyet Hükümetlerinin sarfettikleri gayretlere, iki seneden beri, cemiyetimiz tarafından hiç yardım edilmemiştir. İşte bugün ilk hallolunacak mesele, umumi itimat havasının iade edilmesidir. Bulanık zamanı, bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metaı yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politik ihtirasları için büyük fırsat sayan ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir milletin hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadırlar…”
Bu sözlerle açık şekilde hedef alınanlar savaştan yararlanarak vurgun vurarak büyük kazanç sağlayan kişilerdir ve bu kişiler on gün sonra çıkarılacak 4305 sayılı Varlık Vergisi Hakkında Kanunun da temel hedefleridir. Bu hedef kanunun birinci maddesinde de hayli açık biçimde ortaya konulmaktadır.
“Md. 1- Servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve fevkalâde kazançları üzerinden alınmak ve bir defaya mahsus olmak üzere varlık vergisi adıyla bir mükellefiyet tesis edilmiştir.” Savaş yıllarının olağanüstü koşullarında serveti artan kişileri olağanüstü bir servet vergisine tabi tutmayı amaçlayan 17 maddelik bu kanun tarh yöntemlerindeki ve uygulanışındaki bazı aksaklıklar nedeniyle özellikle İstanbullu işadamları arasında büyük tepki uyandırdı. Verginin tarhı, olağandışı yöntemlerle kurulmuş takdir komisyonlarının kararlarına bağlıydı ve bu kararlara karşı itiraz yolu da kanundaki bir maddeyle kapatılmıştı. Kanunda vergi matrahının ve oranının ne olduğu açıklıkla belirtilmediğinden takdirlerde ufak-büyük haksızlıklarla karşılaşılması kaçınılmazdı. Vergisini ödemeyen veya ödeyemeyenler ise Doğu Andolu’daki çalışma kamplarına gönderiliyorlardı. Varlık vergisinin 463 milyon liralık tarhiyatından 1942 ve 1943 yıllarında 318 milyon liralık bir hasılat sağlandı. Mükelleflerin devletçe tahsil edilememiş vergi borçları ise 1944 yılında 4530 sayılı Varlık Vergisi Bekayasının Terkinine Dair Kanunla silindi. Vergisini ödeyemeyen 2000 kadar mükellef ise 1942-43 yıllarında çalışma kamplarına gönderildi.
Varlık vergisi devletin varidat gereksinmesine kısa süreli bir çözüm getirmiş sayılabilir. Zira 300 milyon lirayı aşan vergi varidatı bir önceki yılın devlet gerlirlerinin yüzde 35 ini bulmaktaydı. Ancak, verginin olağanüstü niteliği nedeniyle doğal olarak bu rahatlama kısa süreli oldu.
Varlık vergisi hem siyasal hem de iktisadî planda önemli sonuçlar doğurmuştur. Gerçekte İkinci Dünya Savaşına benzer olağanüstü koşullarda bir defalık/olağanüstü servet ya da servet artışı vergilerine gidilmesi malî-ahlakî gerekçelerle savunulabilir ve savunulmuştur. Toplumda insanların önemli bir bölümünün büyük sıkıntılar içersinde bulunduğu, bazılarının canlarını, kanlarını verecek ölçüde fedakârlık yaptıkları böyle zamanlarda koşulların zenginleştirdiği kişilerin servetlerinin bir bölümünün böyle bir vergiyle topluma aktarılmasına kolay karşı çıkılamaz. Bu açıdan varlık vergisi türü bir verginin ihdasına yol açan düşüncede bir yanlışlık yoktu. Ancak, Türkiye’de 1941-42 arasındaki uygulamada eleştirilen hususlar, verginin tarh ve tahsiliyle ilgili düzenlemelerin yanlışlıkları ve vergi düzenlemesinin haksız uygulamaları önleyecek unsurlar içermemesidir. Bu nedenle de varlık vergisinin belli gruplar ?özellikle gayrimüslim cemaatler mensupları?a eleştirilen huıusığı eleştirileri çok yoğun biçimde yapılmıştır. Varlık vergisi uygulamasının bir sonucu, o zamana kadar geniş ölçüde gayrimüslim sermayenin ağırlığı hissedilen iş hayatında ilk kez Türk-müslüman kökenli işadamlarının, azınlıklarla ortaklık yaparak ya da kısmen onların işlerini devralarak varlıklarını hissettirmeleri oldu.
Savaş yıllarında uygulanan bir başka vergi Toprak Mahsulleri vergisi oldu. Bir bakıma 1925 yılında kaldırılmış âşarın, yeni ve daha çağdaş biçim altında ortaya çıkışı olarak kabul edilebilecek bu verginin yalnızca olağanüstü koşulların devamıyla sınırlı kalacağı Hükümetçe umuluyordu. Nitekim, 1941 yılı ortalarında getirilen vergi 1944 yılında 4553 sayılı kanunla yürürlükten kaldırıldı. Aynî olarak alınan bu verginin toplanması ve mahsulün paraya çevrilmesi görevi esas olarak Toprak Mahsulleri Ofisine bırakılmıştı. Ofis, bu görevi ve genel olarak çeşitli tarım ürünlerinin satın alınmasıyla ilgili yüklendiği başka yaygın görevleri nedeniyle kısa sürede iktisat politikası uygulamalarının önemli bir aracı olmuştur.

Savaşın Hemen Sonrası

İkinci Dünya Savaşı Almanya’nın 7 Mayıs 1945 te ve Japonya’nın 14 Ağustos 1945 te kayıtsız-şartsız teslim olmalarıyla sona erdi. TBMM bu tarihlerden önce 23 Şubat 1945 te bu iki devlete savaş ilanına karar vermişti.
Savaş yıllarının olağanüstü koşullarının geride kalmasıyla birlikte bu yıllarda birikmiş siyasal-iktisadî sorunlarının çözümü zamanı gelmiş oldu. 1945 ile 1950 arasındaki yıllar bir bakıma bu sorunlara çözümler arama ve Türkiye’yi etkin çalışan bir siyasî-iktisadî yapıya kavuşturma çabalarıyla geçti.
Savaşın hemen bitimiyle birlikte iktisadî açıdan önem taşıyan bazı yeni girişimlere rastlanır. 1945 yılında çıkarılan 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu özellikle belirtilmeye değer. Bu kanun da, siyasî tartışmalarda ve Demokrat Parti muhalefetinde oynadığı rol ile, tıpkı varlık vergisi gibi, siyasî açıdan önemli sonuçlar yaratmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye uluslararası alandaki oluşumların dışında kalmama gayretine düşmüştür. Bu amaçla, 1944 de IMF ile Dünya Bankasının kuruluşuyla sonuçlanan Bretton Woods Konferansı ile 1945 te Birleşmiş Milletler Örgütünü kuran San Francisco Konferansına katılınmış ve bu kuruluşların anlaşmalarına kurucu üye olarak imza konulmuştur. Uluslararası kuruluşlarla ilişkiler, izleyen yıllarda Türkiye’nin izlediği siyasal-iktisadî politikaların belirlenmesinde gittikçe önem kazanan rol oynayacaktır.
Savaş sonrasındaki birkaç yılda Türkiye’nin vergi yapısında da önemli bazı değişikliklere hazırlanıldı. Bu hazırlıklar 1949 yılında sonuçlanmış ve 1926 dan o vakte kadar yürürlükte kalan kazanç vergisi yerini gelir ve kurumlar vergisi sistemine bırakmıştır (5421 ve 5422 sayılı kanunlar). Keza aynı yıl Esnaf Vergisi ile Vergi Usul Kanunları da yürürlüğe sokuldu. Böylece Türk vergi sistemin günümüzdeki yapısı, temel çizgileriyle yaratılmış oldu. İlk yılların pek başarılı sayılamıyacak sonuçları daha sonra çeşitli değişikliklerle düzeltilmeye çalışılmış, hele 1961 yılında yapılan değişiklik bu kanunların tamamen gözden geçirilmesi niteliğini alacak kadar köklü olmuşsa da sistemin temeli 1949-50 deki biçimini korumuştur. Ancak, bu temele, doğal olarak zaman içinde katma değer vergisi gibi önemli vergiler eklenmiştir.