Lozan Antlaşması ve İsmet Paşa

Lozan Antlaşması ve İsmet Paşa

Yazan: Prof. Dr. Zeki ARIKAN

İsmet Paşa’nın Seçimi
Lozan’a Yolculuk
Lozan’a Hareket ve Konferansın Başlaması
Türk Heyetine Verilen Yönerge
Tartışmalar

Kaynakça


İsmet Paşa’nın Seçimi

İsmet Paşa, Mudanya Mütarekesini imzalarken, diplomasi alanında da ilk önemli başarısını elde etmiş oluyordu. Bundan sonra İsmet Paşa, Türkiye’nin bağımsızlığını onaylayacak olan Lozan Konferansında Türkiye’yi temsil edecek ve yaşamının en parlak sınavlarından birini verecektir. Şevket Süreyya’nın vurguladığı gibi, “yakın tarihimizde bir başka müdahalesi olmasaydı bile İsmet Paşa, yalnız Lozan’daki mihnetleri, direnişleri ile, unutulması mümkün olmayacak bir yer işgal edebilirdi.”

Mudanya Mütarekesinden sonra İngiltere, Fransa ve İtalya asıl barış görüşmelerinin 13 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lozan kentinde yapılmasını kararlaştırmışlar ve “Doğu’da savaşa son verecek bir antlaşma” yapılması için TBMM hükümeti yanında İstanbul’un da temsilciler göndermelerini istemişlerdi. Ankara’nın yanında İstanbul’un da görüşmelere çağrılması, müttefiklerin iki tarafı karşı karşıya getirmek taktiğinden başka bir şey değildi. Bu taktik ters tepti ve Büyük Britanya hükümeti Lozan’a İstanbul hükümetini de çağırmakla, farkında olmadan saltanatın sonunu hazırladı. Son sadrazam Tevfik Paşa’nın Lozan’da toplanacak konferansa birlikte gidilmesi önerisine Mustafa Kemal Paşa’nın yanıtı sert ve kesin oldu: “…sulh konferansında Türkiye Devleti yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından temsil olunur…”

Milli mücadeleyi boğmak için bütün Anadolu’yu kasıp kavuran ayaklanmalar çıkartan, ulusal kurtuluş savaşının önderlerini idama mahkûm eden bir saltanatın şimdi, kazanılan büyük zafere ortak çıkması büyük bir cesaret örneği idi. Sadrazam daha da ileri giderek, Türkiye Büyük Millet Meclisince belirlenecek bir zatın özel bir yönergeyle hemen İstanbul’a gönderilmesini istiyordu. Bu, saltanat ve hilafetçilerin büyük zaferden sonra, hiçbir şeyin değişmeden devam edeceğine olan inançlarının ilginç bir göstergesidir.

Mustafa Kemal Paşa, 31 Ekim 1922’de toplanan Müdafaa-i Hukuk gurubunda Osmanlı saltanatının kaldırılmasının zorunlu olduğunu belirten bir konuşma yaptı. 1 Kasım’da toplanan mecliste uzun tartışmalar oldu. Mustafa Kemal Paşa, meclisin karşısına çıktı. Tarihin unutamayacağı, bilimsel açıdan kalıcı olan uzun bir söylev verdi. Bu söylev, inanılması güç bir bilgi birikimi ve geniş bir görüşle saltanat ve hilafet kurumunun tarihçesidir. Bu söylevinde İslam ve Türk tarihinden söz ederek hilafet ve saltanatın ayrılabileceğini, egemenlik ve milli saltanat makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihsel olaylara dayanarak açıkladı. Saltanat ulusa geçtiği için saltanat diye bir şey kalmamıştır. Ancak ne var ki saltanatın kaldırılması için yasa tasarısını hazırlamakla görevli komisyonda sarıklı üyeler, tartışmaları uzattıkça uzattılar; saltanatın hilafettin ayrılamayacağını fukahadan, şeriattan örnekler vererek açıklamaya çalışıyorlardı. Mustafa Kemal’in müdahalesi üzerine herkes “gerçeği” anladı. Nitekim yasa tasarısı bir iki saat içinde tamamlandı. Aynı gün genel kurulda büyük gösteriler arasında kabul edildi. 16 gün sonra kendini güvenlik içinde görmediği gerekçesiyle, Vahdettin gizlice Büyük Britanya Krallığının koruması altına girdi. TBMM Vahdettin’in taşıdığı halifelik ünvanıyla bir fitneye alet olmaması için Abdülmecit Efendi’yi halifeliğe seçti (18 Kasım 1922).

Müttefikler tarafından toplantı yeri olarak belirlenen Lozan, o tarihlerde Türklük için elverişli bir ortam değildi. Lozan’da oturan Rumlar, Ermeniler, Türkler için zehirli bir hava yaratmaya çalışıyorlardı. Vaktiyle Osmanlı İmparatorluğu aleyhine yönelen tepkiler, şimdi savaş boyunca da beslenerek Türkler üzerinde yoğunlaşmıştı. Ancak, yalanla yanıltılmış olan İsviçrelilerin gerçeği öğrenecekleri ve haklının yanında yer alacaklarına inanılıyordu. Bu yüzdendir ki Türkiye, Lozan’ın toplantı yeri olarak seçilmesine karşı çıkmadı. Fakat burada kim Türkiye’yi temsil edecekti? Hangi diplomat, Avrupa’nın ortasında, Türkiye’nin haklı dâvasını bütün dünyaya karşı savunacak ve gereken sonucu elde edecekti? Bu iş, Prof. Cemil Bilsel’in deyimiyle, “Milli Kurtuluş Savaşını zafere erdirmek kadar çetin bir işti.

Müttefiklerin, Çanakkale bunalımı sırasında görüş ayrılıklarına düştüğü ve hatta Fransa’da Kurtuluş Savaşımızı destekleyen bir kamuoyunun varlığı da biliniyordu. Ancak bu, Konferans sırasında müttefikler arasındaki çelişkilerin süreceği anlamına gelmiyordu. Tam tersine birçok konuda ortak çıkarlar etrafından birleşen müttefiklerin Türkiye’ye karşı ortak bir cephe oluşturmaları tehlikesi vardı. Sözün kısası Türkiye Lozan’da “bütün devletlere ve bütün tarihe karşı savaşacaktı.” Bu savaş da kolay kazanılmayacaktı. Lozan, bir muahededen çok bir hesaplaşma idi. Zaten orada karşımıza çıkan da, ağır bir yenilgi ile “Küçük Asya Felaketi“ni yaşayan Yunanistan değildi. Türkler, Lozan’da bütün Osmanlı tarihinin hesabını vermek gibi ağır bir görevle karşı karşıya bulunacaklardı. Bu konuda, Gazi’nin en olumlu kararı vererek İsmet Paşa’yı seçtiğini görüyoruz. Mustafa Kemal Paşa’ya göre, Bakanlar Kurulu başkanı Rauf Bey, Dışişleri Vekili Yusuf Kemal Bey ve Sıhhiye Vekili bulunan Rıza Nur, gidecek heyetin doğal üyeleri gibi görünüyordu. Ancak Rauf Bey’in başkanlığında bulunacak bir heyetin bizim için yaşamsal olan sorunlarda başarılı olacağından Gazi emin değildi. Rauf Bey kendisini zayıf görüyordu. Danışman olarak İsmet Paşa’nın katılmasını istiyordu. Oysa, danışman olarak gidecek bir İsmet Paşa’dan beklenen yarar sınırlı olacaktır. Ancak Gazi, “İsmet Paşa reis olursa azami istifade temin olunacağı” kanısındaydı. Bazı görüşmelerden sonra Mustafa Kemal Paşa kararını verdi. Dışişleri vekili Yusuf Kemal Bey’e, özel ve gizli olarak görevinden ayrılmasını ve İsmet Paşa’nın onun yerine seçilmesinin sağlanmasını rica etti. Yusuf Kemal Bey de, daha önce Mustafa Kemal Paşa’ya bu görevi en iyi İsmet Paşa’nın yapabileceğini söylemişti. Bu yüzdendir ki İsmet Paşa’nın anılan göreve seçilmesi önemli bir sorun yaratmadı.

Nutuk‘ta olay şöyle açıklanmaktadır: “İşte, ondan sonra idi ki, İsmet Paşa’ya emrivaki halinde Hariciye Vekili olacağını ve ondan sonra da sulh konferansında Heyet-i Murahhasa Reisi olarak gideceğini söyledim. Paşa birdenbire mütehayyir kaldı (hayrete düştü). Asker olduğundan bahsederek, beyanı itizar. En nihayet, teklifimi bir emir telakki ederek mutavaat (uymak) gösterdi.

Atatürk döneminde yazılan ve Atatürk’ün gözden geçirdiğine şüphe bulunmayan Tarih IV Türkiye Cumhuriyeti başlıklı eserde, bu seçimin ne kadar yerinde olduğu şöyle açıklanmaktadır:

“Büyük Gazi, Türk zaferinin, Türk milletine temin edebileceği siyasi menfaatlar hakkındaki görüşlerinin en çok İsmet Paşa tarafından anlaşılmakta olduğuna ve bilhassa beynelmilel büyük bir konferansta fikir ve arzularının en iyi İsmet Paşa tarafından takip ve tatbik olunabileceğine kani idi.”

O günlerde bu seçimi beğenmeyenler oldu. Oysa o günlerde bu işi İsmet Paşa’dan başka yapacak kimse yoktu. İsmet Paşa, kendisine duyulan böyle bir güven Mustafa Kemal Paşa’nın haklılığını yeterince kanıtladı. Ali Fuat Cebesoy, daha sonra yazıp yayınlanan anılarında, Lozan’da Osmanlı diplomasisinin deneyiminden yararlanılmamış olmasından yakınmakta, bunu bir eksiklik olarak görmektedir. Mondros Mütarekesini imzalayan bir diplomasinin acaba hangi deneyiminden yararlanılacaktı. Bunu o günlerde dile getirmiş olsaydı herhalde İsmet Paşa, yaşamının ileriki yıllarında kullandığı, bir özdeyiş haline gelen şu sözleri söylerdi: “- Hadi canım sen de!” Çünkü, Osmanlı Batı’nın gözünde “Hasta Adam” idi. Batı, bu hastanın yaşamasını çıkarlarına uygun görüyorsa, tedaviye devam ederdi. İşin ilginç yönü, Osmanlı diplomatları da bir “hasta adam“ı temsil ettiklerine inanıyor ve kendilerini Avrupa diplomatlarıyla eşit göremiyorlardı. Uluslararası kongrelerde azarlanıyorlardı. Berlin Kongresinde Bismark, Osmanlı diplomatlarını azarlamış, Clemenceau da Paris barış görüşmelerinde Damat Ferit Paşa”a hakaret etmişti. Buna karşılık, İsmet Paşa, aşağıda görüleceği gibi eşitlik konusunda direnmiş ve bu konuda ödün vermemiştir. Bu bakımdan Avrupa’ya gidecek heyetin başında bulunacak kimsenin yeni bir zihniyeti, yeni bir ruhu temsil etmesi gerekirdi. Bu da kayıtsız ve şartsız bağımsızlık arayan ve bunu savunabilecek bir kimse olması gerekiyordu. Bu yüzdendir ki İsmet Paşa’nın dışişleri vekilliğine ve baş murahhaslığa getirildiğini duyanların çoğu bunun önemini kavrayamadı. Yalnız onu yakından tanıyanlar bu seçimin yerinde olduğunu takdir ettiler.

Evet İsmet Paşa, diplomasi usul ve kurallarını bilir miydi? Dil bilir ve diplomasi dilinden anlar mıydı? İsmet Paşa’nın Türkiye’nin haklarını savunmak için meslekten yetişmiş bir diplomat olması gerekmiyordu. Kaldı ki onun bu konumu, Türkiye’nin aleyhine değil, lehine olmuştur. Üstelik Fransızca ve Almanca olmak üzere iki yabancı dil biliyordu. Dünya siyasetine yabancı değildi. Sezgileri güçlüydü. Gerçi İsmet Paşa, amatör oluşunun kendisini zaman zaman güç durumda bıraktığından söz etmektedir. Sözgelimi kapitülasyonlar konusunda uğradığı güçlüğün “biraz da askerlikten gelip amatör olarak diplomatlık yapmamdan doğmuştur” der.

Cumhuriyetin 50.yıldönümünde Türk Tarih Kurumunca düzenlenen seminerde ilk konferansı veren İsmet İnönü (23 Ekim 1973) Lozan’daki tartışmalardan söz ederken, en sonunda yine kendisinin dediğine gelindiğini belirtirken “hukuk dilini” öğrenemediğini söyler:

Promajo isminde bir Fransız hukukçusu var, hariciye hukuk müşaviri imiş. Çok anlatır bana. Kapitülasyonlar maddesini söyleriz, “yazın” der, kapitülasyonlar maddesi: “Kapitülasyonların ıslahı ve kaldırılması için zemine girmek üzere…” İşte şöyle olur, böyle olur…

“Canım, kaldırılması zeminine girmek falan yok! Kaldırılmıştır! Niye bunu demiyorsunuz?”

“Canım, hukuk dili bu, olmaz ki böyle şey… Hukuk dili…” Hulasa, dokuz ay hukuk dilini öğrenemedim… Sonra bir gün, kapitülasyonlar maddesini yazmak için Promajo bana geldi:

“Nasıl istiyorsunuz?” dedi.

“Yazın!” dedim, kapitülasyonlar kaldırılmıştır! Lağvedilmiştir!” Daha bilmem ne falan… “Bitti, yoktur böyle bir mesele!” dedim.

“Peki, böyle yazalım” dedi.

“Ne oldu, hukuk diline uydu mu?” dedim.

“Karar verdiler” dedi. Kapitülasyonları kaldırmaya karar verdiler…”

İnönü, Dışişleri Bakanlığına getirilince Garp Cephesi Komutanlığından ayrılmıştı. 28 Ekim’de yayınladığı bir mesajla, “Garp Cephesi orduları milletimizin büyük eseridir.” diyerek orduya veda etti. 3 Kasım günü baş murahhas olarak TBMM’de yaptığı konuşmada Misak-ı milli ile belirlenen TBMM hükümetince yapılan antlaşmalarda yer almış olan ilkeleri savunacağını dile getirdi: “… Misak-ı milli ve yüksek heyetimizin siyasetimize esas olarak kabul ettiği anlaşmalar çerçevesinde hukukumuzu savunacağız…

Lozan Konferansı’nda İsmet Paşa ile karşı karşıya gelen delegeler bile onun diplomasideki başarı ve becerisini takdir etmekten geri kalmamışlardır. Nitekim Lozan’ın ikinci döneminde İsmet Paşa ile en çok karşı karşıya kalan General Pellé, ondan şöyle söz etmektedir:

“Mükemmel bir asker olduğu kadar, mükemmel bir diplomat! Az söylüyor, fakat özlü söylüyor. Bir şeye “olmaz!” dediği zaman biliyorsunuz ki o şey “olmaz”dır. Artık onu yaptırmamaya uğraşacaktır. Onun için müzakerelerde, ‘peki, kabul ediyorum’ dediği zaman rahatlık duyardım. ‘Hayır…’ dediği zaman ise büyük bir mücadelenin başlamak üzere olduğunu anlardık.”

İtalyan delegesi de İsmet Paşa’nın her bakımdan Konferansa hakim olduğunu belirttikten sonra şöyle demektedir:

“Müzakereleri daima iyi idare etti. Karşısındakilerin zayıf noktalarını buldu. Bilgi ile, izan ile, zekâ ile ve mücadeleden yılmayarak uğraştı. İsmet Paşa, büyük askeri başarılardan sonra Türk tarihinde misli olmayan bir siyasal zafer kazandı.”

Bu sözlerin İsmet Paşa’nın Lozan’daki rakipleri tarafından söylenmiş olması dikkate değer bir anlam taşımaktadır.


Lozan’a Yolculuk

Mudanya Mütarekesinden sonra Avrupa’da dünya siyasetini ilgilendiren önemli değişmeler olmuştu. Mudanya’nın imzasından beş gün sonra yani 19 Ekim’de Lloyd George düştü. Yerine Bonar Law getirildi. Lord Curzon yine hariciye nazırıydı. General Harrington’un, daha Mudanya’da sezdiği ve tahmin ettiği gibi, İsmet Paşa Lozan’da onunla karşılaşacaktı. Konferansa; İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı (Yugoslavya) ve Japonya hükümetleri katılıyordu. Boğazlarla ilgili çalışmalarda Karadeniz kıyı devletleri olarak Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan’ın da katılması ilkesi kabul edildi. Amerika ise konferansa “müşahit” olarak katılıyordu. Japonya, Versay’dan sonra “büyük devletler” denilen emperyalist güçlerden biri olmuştu. Bu bakımdan, Türkiye ile ilgili büyük bir konferansa ilgisiz kalamazdı.

Türkiye ile savaşmayan ve 1918 tarihli mütarekeye taraf olmayan Birleşmiş Milletler bu antlaşmada sorumluluk almak istemiyordu. Yalnız ABD, halen Türkiye’de büyük çıkarları olan ve kapitülasyonlardan yararlanan devletlerden biri olduğundan sonunda konferansa gözlemci göndermeye karar verdi. Bütün bunların anlamı şuydu. Bütün bu devletler yeni bir Türkiye’nin kurulmakta olduğunu düşünmüyor, bir kuşa dönmüş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun son tüylerini de yolmak için kolları sıvamış bulunuyordu. Bundan ötürüdür ki İngiliz gazeteci G. Ellison, Lozan Palas’ta Japon bayrağının dalgalandığını görünce şaşırmış ve İnönü’ye “Japonya’nın burada ne işi var?” diye sormaktan kendini alamamıştı.


Lozan’a Hareket ve Konferansın Başlaması

İsmet Paşa’nın başkanlığında ikinci delege Rıza Nur ve danışmanlardan oluşan Türk murahhas heyeti Lozan’a gitmek üzere 4 Kasım’da Ankara’dan ayrıldı. Konferansın açılması 13 Kasım olarak kararlaştırılmıştı. Ancak Türk heyeti Lozan’a vardığı zaman ortalıkta kimse yoktu. Bu gecikmeden yararlanarak, kendisine yapılan özel çağrıyı kabul ederek Paris’e gitti. Fransa Hariciye Nazırı Poincaré ile konuştu. Ayrıca İtilaf devletleri temsilcilere gönderdiği telgrafta Konferansın gecikmesinin barışın da gecikmesine neden olacağını açık bir dille anlattı. Konferans bir haftalık gecikmeyle 20 Kasım 1922’de saat 16’da İsviçre Konfederasyonu başkanı Mr. Haab’ın konuşmasıyla Mont Benon gazinosunda açıldı. Haab, Konferansın Yakındoğu anlaşmazlıklarına son verecek bir barış girişimi olduğunu belirterek sözlerine şöyle devam etti. “Dilerim ki, Türk-Yunan Savaşı, on yıldan beri Avrupa’yı ve Asya’nın bir parçasını yakıp yıkmış olan ve uğursuz etkileri, hem yenenlerin hem yenilenlerin gelecek kuşaklarında sürüp gidecek trajedyanın son perdesi olsun…

Haab’ın konuşmasından sonra Lord Curzon kürsüye çıkmış, eşitlik ilkesinde son derece direnen İsmet Paşa da hemen kürsüde görünmüştür. İsmet Paşa, Seha L. Meray’ın düzenlediği Lozan Barış Konferansı Tutanakları‘na yazdığı önsözde bu durumu şöyle anlatmaktadır:

“Lord Curzon yerine otururken, törende toplanmış olanlar beni, hayretle kürsüde gördüler. Reisicumhura hitap ettikten sonra, konuşmama başladım. Sulh arzusuyla geldiğimizi çok haksızlık gördüğümüzü söyledim; sulh arzularının bütün konferansa hakim olması, adalet içinde bir sulh yapılması dileği ile sözümü bitirdim. Oturdum.

Herkes, garip bir vaziyette, nihayet benim diplomat usullerini bilmeyen bir asker olduğuma hareketimi vererek, aramızda sataşmalar ve usul münakaşalarıyla, törendeki müdahalemi hazmedip geçtiler.”

İsmet Paşa’nın konuşması son derece anlamlıydı. Paşa, şu dakikada bile hâla bir milyondan fazla masum Türkün Küçük Asya ovalarında ve yaylalarında evsiz, ekmeksiz serseri dolaştıklarını” dile getirerek “bütün uygar uluslar gibi özgürlük ve bağımsızlık” istediğimizi vurguladı. Paşa’nın bu çıkışı, diplomatik kurallara aykırı görülmüşse de o bu davranışıyla Konferansa eşit haklarla katıldığımızı göstermek istemişti. Çünkü “Curzon konuşursa ben de konuşurum” demiş ve İngiliz diplomatının konuşmaması halinde kendisinin de konuşmayacağını açıkça dile getirilmişti. Curzon’un konuşmayacağı söylendiği halde kürsüye çıkışına da böylece haklı ve yerinde bir tepki göstermiştir.


Türk Heyetine Verilen Yönerge

İsmet Paşa başkanlığında Lozan’a giden Türk heyetine, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, on dört maddeden oluşan bir yönerge vermişti. Görüşmeler bu on dört maddede yer alan ilkelere göre yapılacak gerektiği zaman Ankara”an talimat istenecekti. Bu maddelerin önemli bir bölümü sınırlarla ilgili idi. En çarpıcı olanı, “Ermeni Yurdu“nun kesinlikle kabul edilmemesiydi. Böyle bir önerinin getirilmesi görüşmelerin kesilmesi (inkıta-ı müzakere) anlamına geliyordu. Irak sınırı Süleymaniye, Kerkük ve Musul livalarını kapsayacak biçimde çizilecekti. Suriye sınırının ise düzeltilmesine çalışılacaktı. Adalardan kıyılarımıza pek yakın olanlar sınırlarımıza katılacak, Trakya sınırı ise 1914’teki gibi çizilecekti. Batı Trakya için Misak-ı Milli maddesi uygulanacak yani plebisite gidilmesi istenecekti. Boğazlar ve Gelibolu yarımadasında yabancı askeri kuvvet kabul edilemez, bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse Ankara’ya haber verilecekti. Kapitülasyonlar kabul edilemez, bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse gereken yapılır (inkita-ı müzakere). Azınlıklar için mübadele uygulanacaktır. Osmanlı borçları, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan ülkelere paylaştırılacak, Duyun-u Umumiye İdaresi kaldırılacak. Ordu ve donanma konusunda sınırlama yapılamayacaktır, vb.

Görüldüğü gibi yönergede yer alan maddelerin neredeyse yarısı sınırlarla ilgili bulunuyordu. Yeni Türkiye’nin sınırları burada yer alan esaslar çerçevesinde çizilecekti. Bu da Misak-ı Milli’nin uluslararası bir konferansta tescil edilmesi anlamına geliyordu. Bu sınırlar içinde bir Ermeni yurdunun kurulmak istenmesi görüşmelerin hemen kesilmesi anlamına geliyordu. Bu konuda İsmet Paşa, Ankara’ya danışmadan görüşmelere kesebilecekti. Nitekim bu madde zaman zaman masaya getirilmek istenmiş, müttefikler üstelik bununla da kalmamış “Asuri Yurdu“, Geldani Yurdu“ndan dahi söz etmeye başlamışlardı. Ancak Türkiye’nin kararlı tepkisi üzerine bu tasarı tarihe karışmıştır. Kapitülasyonlar konusu da yine bu bağlamda değerlendirilecekti. Yani, gerekirse görüşmeler kesilebilecekti. Bu sorun da, İsmet Paşa’nın ve Türk heyetinin direnmesiyle çözüme kavuştu.


Tartışmalar

Lozan’daki görüşmeler 21 Kasım günü Ouschy şatosu otelinde başladı. Müttefikler üç komisyon kurmuşlar ve başkanlıklarını da kendi aralarında paylaşmışlardı. Görüşmelerin çok sert geçeceği anlaşılıyordu. Nitekim İsmet Paşa’nın başkanlıklardan birinin Türkiye’ye verilmesi, genel sekretere de bir Türk yardımcı atanması yolundaki önerisi kabul edilmemişti. Curzon, Türklerin büyük bir zafer kazanarak, Batılı devletlerle eşit koşullar altında aynı masaya oturmalarını bir türlü içine sindiremiyordu. Nitekim görüşmeler boyunca Curzon sık sık Mondros’u hatırlatmış İsmet Paşa da “Ben buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geldim” yanıtını vermiştir. Lozan’ın iki özelliği vardır, ikisi de Lord Curzon tarafından açıklanmıştır: “Kendilerini ilgilendiren sorunların çözümüne genellikle Türkler katılmazlardı. Yalnızca galiplerin kararları bildirilirdi kendilerine. Sevr’de de böyle olmuştur. Lozan’da ise durum tamamen değişiktir… Türkler, masa başına öteki devletlerle eşit koşullar altında çağrıldı. Antlaşmanın her maddesi nokta nokta tartışıldı.” Curzon doğrudan doğruya İsmet Paşa’ya şunu anlatmak istiyordu. Türkler siyasal yönden büyük bir zafer kazanmışlardır. Batıya galip gelmişlerdir. Ne var ki bağımsızlığın ömrü kısa olacak ve ekonomik alanda yine Batıya muhtaç duruma düşeceklerdir. Curzon, bütün müttefikleri yanına çekip Türkiye’ye karşı tam bir cephe oluşturmaya çalışıyordu. Nitekim o, büyük sorunları karara bağlamadan önce açık tartışmaya getirmek istemiyordu. İsmet Paşa bunun farkındadır. Bu yüzdendir ki o “sulhün İngilizlerin elinde bulunduğu” kanısına varmış ve “onların kopma meselesi yapabilecekleri konulara teşhis koyarak, oralarda bir neticeye varmayı öne” almıştır. Ancak İsmet Paşa baştan sona kadar haklılığımızı dile getirmekten de geri kalmamıştır. Çünkü Türkiye Lozan’da hakkından başka bir şey istememiştir. Dahası, emperyalist güçlerin dilediklerini Osmanlı İmparatorluğu’na yaptırmaya alışmış temsilcileri İsmet Paşa’nın ağzından “Egemenlik, bağımsızlık” sözlerini sık sık duyacaklardır. Nitekim İsmet Paşa, “Türk halkı, bütün öteki halklar gibi, kendi varlığına, bağımsızlığına ve haklarına ilişkin her şeyde son derece kıskançtır” diyecektir. Curzon, İsmet Paşa’nın sık sık egemenlikten, bağımsızlıktan söz etmesinden yakınmaktadır. Fakat karşılığını almakta da gecikmez: “Bağımsız bir ulus ve devlet olan Türkiye’nin; haksız ve egemenliğine göz dikmiş önerileri, ne yoldan ve ne biçimde olursa olsun, kabul etmesi beklenemez.

Lord Curzon, sık sık İsmet Paşa’yı kündeye getirmeyi denemekten geri kalmamıştır. Konferansın azınlıklar sorunu yüzünden kesilmesi tehdidine İsmet Paşa’nın yanıtı şu olmuştur: “Eğer bu sözlerde bir kesilme tehdidi varsa, eğer bu kesilmeden Türkiye mesul tutulmak isteniyorsa, mesele bu şekilde ortaya sürülmemelidir. Çünkü Lord Curzon’un nutkundan evvel azınlıklara hak tanımayı biz kendimiz kabul etmişizdir. Sonra, Türk heyeti hiçbir güçlük çıkarmış da değildir. Buna rağmen kesilme için azınlıklar meselesi münasip bir bahane olarak kullanılırsa, bu hakikatler öğrenilince, bizim lehimizde yükselecek ses o zaman muhterem Lordun zannettikleri gibi yalnız Ankara’nın sesi olmayacaktır.

Ellerinin temiz” olduğunu, bu yüzden de Milletler Cemiyeti’nin denetiminden çekinmediğini öne süren Lord Curzon’a İsmet Paşa, alnı açık olarak şunları söyler: “Yabancı istilası yüzünden yakılıp yıkılmış kendi memleketlerinde çalışan Türklerin elleri özellikle temizdir. Bu eller hiçbir vakit, hiçbir yabancı memlekete ne saldırmış, ne yabancı bir memleketi istila etmiş, ne yakıp yıkmıştır; bütün başka ellerle karşılaştırılmakta çekinecek hiçbir şeyleri yoktur.

Bu sahneye tanık olan Ali Naci Karacan, İsmet Paşa’nın sözlerinin etkisini şöyle açıklar: “Biz Cemiyeti Akvam’a girmekten korkmuyoruz. Çünkü ellerimiz temizdir” sözüne “bizim ellerimiz bilhassa temizdir” şeklindeki karşılığı büyük bir etki yarattı. Yalnız bu cümle Curzon’un bütün nutkuna tek başına yeterli bir cevaptı… İsmet Paşa’nın Lord Curzon’a çok haklı ve biraz sert karşılık vermesi, Türk başdelegesini birdenbire Lozan’ın her sınıftan, her ekolden çeşit çeşit diplomatları arasında en cazip, en saygıdeğer şahsiyeti haline getirdi. Türke en düşman yabancı muhabirler bile söyleyecek söz bulamıyordu.

Lozan’da tartışma konusu olan belli başlı sorunlar arasında arazi, kapitülasyonlar, azınlık hakları, Osmanlı borçları bulunmaktadır. Arazi sorunları geniş ölçüde savaşlarla çözülmüştü. Ankara İtilafnamesiyle Suriye sınırı çizilmiş, Trakya, Mudanya Mütarekesi hükümlerine uygun olarak Türk yönetimi altına girmişti. İstanbul ve Boğazların boşaltılması ise kaygı verici bir durum yaratıyordu. Türkiye Rodos ve Oniki Ada üzerindeki İtalyan egemenliği tanınmış, Musul sorunu ise çözülememişti. Boğazlarla ilgili olarak bir komisyonun kurulmasında uzlaşmaya varılmıştır. Ayrıca Batı Trakya ve İstanbul dışarda kalmak üzere bir nüfus değişimi de kabul edilmiştir.
Kapitülasyonların kaldırılması, Lozan’ın en güç, en karmaşık sorunları arasında bulunuyordu. Bu konuda bütün müttefikler ve Amerika’da karşımızda bulunmuştur. Bir ortaçağ kurumu olan kapitülasyonların aslında çağdışı olduğunu yabancı devletler de kabul ediyor fakat bu ayrıcalıkları bırakmak istemiyor ya da onların yerine geçecek bir çözümün arayışı içinde bulunuyorlardı. Bu yüzdendir ki kapitülasyonlar sorunu ilk dönemde çözülememiş ancak ikinci dönemde Türkiye’nin istediği biçimde sonuçlandırılmıştır, yani kaldırılmıştır.

Diğer önemli bir konu da Düyun-ı Umumiye yanı Osmanlı Borçları idi. Osmanlı İmparatorluğu devletlere değil fakat banker denilen kişilere borçlanmıştı. Bu büyük sermaye sahipleri, İngiltere ve Fransa’ya egemendiler. Fakat bu borçların ödenmesi için baskı yapan da devletlerdi. Bunlar borçların altınla ödenmesini istiyor, eski nüfuz alanlarının kaldırılmasına da karşı çıkıyorlardı. Bu ayrıcalıklı şirketlerin baskısı yüzünden konferans kesintiye uğramıştır.

Azınlıklar konusunda da Türkiye’nin tuzağa düşürülmesine çalışıldığına şüphe yoktur. Çünkü müttefiklerin azınlık tanımı ve kavramını farklı algıladıkları görülüyordu. Bunlar; soy, din ve dil bakımından azınlıkları üç gruba ayırıyorlardı. Bu, Türkiye için oldukça “vahim” bir şeydi. Türkiye bunu kabul edemezdi ve etmemiştir. Yalnız dini azınlık kavramı kabul edildi…

Osmanlı borçları ve kapitülasyonlar konusunda bir uzlaşmaya varılamamıştı. 31 Ocak 1923 günü Müttefikler hazırladıkları bir anlaşma metnini İsmet Paşa’ya vermişlerdi. Bu taslakla ilgili olarak “Biz ‘barış istiyoruz’ dediğimiz zaman ‘tam bağımsızlık’ istiyoruz dediğimizi herkesin bilmesi lazımdır. Bunu istemeye hakkımız ve kudretimiz vardır” demiştir.

İsmet Paşa, Lord Curzon’un tehdit kokan sözlerine kararlılıkla şu yanıtı vermiştir: “Memleketimi esarete mahkûm eden bir belgeye imza koyamam.

Konferansın kesintiye uğramasının hemen ardından Fransız ve İtalyan delegeler durumu düzeltmek için harekete geçtiler. İsmet Paşa, Lozan’dan ayrılmış Bükreş’ten geçerken Universal Gazetesine verdiği demeçte Konferansın sona ermediğini, yalnızca askıda bırakılmadığını söylemiştir. Bununla birlikte Curzon, Türklerin barış antlaşmasını imzalamamakla büyük bir hata işlediklerini yineleyip duruyordu. Gazette de Lausanne, 5 Şubat 1923 tarihli sayısında Konferansın kesildiğini, görüşmelerin bir sonuca ulaşmadığını yazıyordu. Bunu son derece esef verici (regvettable) buluyordu.

Konferansın kesilmesi Türkiye’de büyük bir kaygı yarattı. Barış olacak mıydı, olmayacak mıydı? Yeniden savaş mı başlayacaktı? Konferans yeniden toplanabilecek miydi?

Lozan’la ilgili meclis görüşmeleri 21 Şubat’ta başladı ve iki hafta boyunca sert tartışmalar oldu. İsmet Paşa ve danışmanlar bakanlar kuruluna gerekli açıklamaları yapıyor, Doğu Trakya sınırı, Musul, mali, adli ve iktisadi sorunlar şiddetle eleştiriliyordu. İsmet Paşa’nın yaptığı açıklamalar yeterli bulunmuyor, onun şahsına yönelik saldırılar yapılıyordu. En sert eleştiriler, zaten öteden beri muhalefet etmeyi değişmez bir politika olarak kabul etmiş bulunan Hüseyin Avni (Ulaş)’den geliyordu. Mustafa Kemal Paşa, müdahale etmek zorunda kalmış ve “Arkadaşlar, mevzubahis olan mesele cidden mühim ve naziktir. Bu meseleyi asabiyetle görüşmek gayri caizdir, onun için bütün arkadaşlarımı sükûta davet etmek cüretinde bulunacağım” dedi ve uzun bir konuşma yaptı (27 Şubat 1923). Görüşmeler gergin bir hava içinde günlerce devam etti. 6 Mart günü yapılan toplantıda, Saruhan milletvekili Reşat Bey ve arkadaşlarının sunduğu önerge kabul edilerek görüşmelere son verildi.

Lozan Konferansının ikinci dönemi 23 Nisan 1923’te başladı. İkinci dönemde Curzon’un yerini Sir Horace Rumhold almıştı. Fransa’yı ise İstanbul’daki Fransız yüksek komiseri general Pellé temsil ediyordu. Yunanistan’ı yine Venizelos temsil ediyordu. Venizelos Lozan Konferansında, 1815 Viyana Konferansında Fransız Dışişleri Bakanı Thiers’in oynadığı bir role soyunmaya çalışıyordu. İtalyanlar, Meis adasını Oniki adaya katmayı anlaşılmaz bir onur sorunu haline getirmişlerdi. Venizelos savaş ödentisi yerine Karaağaç’la Meriç ve Arda ırmakları arasında bulunan üçgen şeklindeki araziyi Türkiye’ye bırakmayı öneriyordu. Öte yandan İtalyanlarla Fransızlar Türkiye’den tazminat istemekte direnmişlerse de bundan vazgeçmişlerdi. Tartışmaların en dikenli konularından biri olan kapitülasyonlar kesin olarak kaldırılmış, Osmanlı borçlarının paylaşılması da kabul edilmişti. Sözkonusu madde bugünkü dille şöyledir (Madde 28):

Antlaşmayı yapan yüksek taraflar, Türkiye’de kapitülasyonların bütün ile kaldırılmasını, her biri kendisi ile ilgili olarak, kabul ettiklerini açıklarlar…

Lozan antlaşmasında kabotaj hakkının daha iki yıl süreceği, belirli bir süre yabancı hukuk danışmanlarının görevlendirileceği, Boğazlarla ilgili komisyonun varlığı gibi kısıtlamalar geçici olduğundan zorunlu olarak kabul edilmiştir.

Lozan barış antlaşması 143 maddeden oluşmakta, buna bağlı 17 protokol ve sözleşme de bulunmaktadır.

17 Temmuz’da askıda kalan bütün sorunlar çözülmüş ve antlaşmanın imzalanmasına hiçbir engel kalmamıştı. İsmet Paşa’nın antlaşmayı imzalamak için Ankara’dan istediği yetki ise hükümet tarafından gönderilmiyor. Başvekil Rauf Bey, İsmet Paşa’nın telgrafına bu bağlamda yanıt vermiyordu. Son olarak İsmet Paşa, 18 Temmuz’da Mustafa Kemal Paşa’yı uzun bir telgraf çekerek bir “tereddütün” sözkonusu olup olmadığını soruyordu. Mustafa Kemal Paşa “hiç kimsede tereddüt” olmadığını açıklıyor ve elde ettiği başarıdan ötürü de İsmet Paşa’yı tebrik ediyordu.

24 Temmuz’da Rumini otelinde büyük bir törenle Lozan antlaşması imzalandı. Aylarca süren çalışmalardan, çekişmelerden, tartışmalardan sonra barışın artık sağlandığı bütün dünyaya ilan edildi.

Atatürk, bu antlaşma için şöyle der:

Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış, büyük bir suikastın çöküşünü anlatan bir belgedir. Osmanlı dönemi tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir.

Lozan, devletlerarası hukuk açısından dünya savaşını sona erdiren antlaşmaların sonuncusudur. Türkiye açısından, Kurtuluş Savaşının sonunda imzalanan, Osmanlı İmparatorluğu’nu tasfiye eden ve yeni Türkiye’nin kuruluşunu onaylayan bir barış antlaşmasıdır. Savaş sonrasında yenenlerin yenilenlerle imzaladığı antlaşmaların ağırlığı gözönünde bulundurulursa Lozan’ın önemi çok daha iyi anlaşılır. Lozan’a danışman olarak katılan ve antlaşmanın 10.yılında bu antlaşmanın oldukça kapsamlı bir araştırmasını yapan M. Cemil (Bilsel) Lozan’ı savaş sonrası imzalanan antlaşmalarla karşılaştırdıktan sonra şu yargıya varmaktadır: “İlim adamları için doğruyu aramak ve doğruyu söylemek ilme ve tarihe karşı borçtur. Hiç kimseye hoş görünmek fikrile değil, sırf okuduklarımdan ve gördüklerimden anladığım tarihin ve hakikatın önünde söylüyorum: İsmet Paşa Lozan’da memlekete büyük hizmet etmiştir.

Lozan Avrupa’nın göbeğinde, muahedesile de, zabıtlarile de, tatbiklerile de onun adına dikilmiş edebi abidedir.

Lozan da dahil olarak bütün kurtuluş, Gazi Mustafa Kemal’in abidesi olduğu gibi.

Lozan’ın bir “imtihan” olduğunu belirten İnönü, anılarında bu sınavın önemini şöyle belirtmektedir:

Mudanya Mütarekesinden sonra Lozan Konferansı, milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır. Türkiye medeni âlem ortasında, davasını açık ve kesin olarak izah ve müdafaa edecek medeni ve siyasi bir seviyede midir? Acaba oradaki manzara Anadolu dağlarında şu veya bu tesadüfün, veya Türkiye’ye hasım devletler tarafından işlenen şu veya bu hatanın tesadüfi neticesi midir? Yoksa bir milletin belli bir hedefe doğru giriştiği şuurlu bir mücadele midir? Lozan imtihanında işte bu suallerin cevabı verilmiştir.


KAYNAKÇA

Atatürk, Nutuk, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü yayını, İstanbul, 1972.
Aydemir, Şevket Süreyya, İkinci Adam, Remzi, İstanbul, 1984.
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi, Ankara, 1973.
Bilsel, Cemil, Lozan, tıpkıbasım, Sosyal yayınları, İstanbul, 1998.
Cebesoy, Ali Fuat, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953.
İnönü, İsmet, “İstiklal Savaşı ve Lozan”, TTK’da Cumhuriyetin 50. Yılında Verilen Konferans. Ayrıbasım.
İnönü, İsmet, Hatıralar, Bilgi, Ankara, 1987, II.
Karacan, Ali Naci, Lozan, Milliyet, İstanbul, 1971, 2.baskı.
Kültür Bakanlığı, Lozan’ın 70. Yıldönümünde İsmet İnönü, On the 70th anniversary of Laussanne.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev. Metin Kıratlı), TTK, Ankara, 1970.
Meray, Seha L., Lozan Barış Konferansı, AÜ SBF yay., Ankara, 1969.
Meray, Seha L., Su Başlarını Devlet Tutmuş, Çağdaş Yay., İstanbul, 1977.
Öpöz, Funda, İsmet Paşa ile Lozan’a Gidenler, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 1998.
Şimşir, Bilal, Lozan Telgrafları, I (1922-1923), II (Şubat-Ağustos 1923), TTK, Ankara, 1990-1994.
TBMM, Gizli Celse Zabıtları.
Turan, Şerafettin, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Kültür Bakanlığı, Ankara, 2000.
Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, 2. Kitap, Bilgi, Ankara, 1998.
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Tarih IV Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul, 1932.
70. Yılında Lozan Barış Antlaşması Uluslararası Semineri, İnönü Vakfı, Ankara, 1994.