1950'de Ne Olmuştu ?

1950’de Ne Olmuştu ?

Prof.Dr. Hakkı Uyar – 7.4.2019

1877 yılından beri seçim yapıyoruz. Osmanlı döneminde yapılan seçimlerin üçüncüsü olan 1908 seçimleri, 1877-1919 arasında yapılan 6 seçimin en özgürlükçü olanıydı. Sonraki süreçte ve bugünü de belirleyen en özgürlükçü seçimler 1950 seçimleri oldu. Oysa iki seçim arasındaki dönem ( yani 1908 ile 1950) dünyada otoriter ve totaliter rejimlerin iktidarda olduğu bir dönemdi. Hitler, Stalin, Mussolini, Franko ve Salazar… Hatta daha niceleri… Dünyanın büyük bölümü de sömürgeydi. 20. Yüzyılın ilk yarısında bağımsız devlet sayısının 60 civarında olması –bugün sayı 200 civarındadır-, dünyanın büyük çoğunluğunun sömürge olduğu gerçeğini bir kez daha teyit eder.

Ünlü tarihçi E. Hobsbawm’ın tespitiyle Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki demokratik devlet sayısındaki gerileme, Türkiye’deki çok partili rejim denemelerine denk gelir:

— 1922: 64 bağımsız devletten 29’u demokratik (% 45.3)

— 1942: 61 devletten 12’si demokratik (% 19.7)

Dünyada demokrasi gerilerken ve totaliterlik yükselirken Atatürk iki kez çok partili rejim denemesine girişti. 1924-25 TpCF ve 1930 SCF denemeleri çok partili hayat için ülkede altyapının oluşmadığına kanaat getirilmesine ve çok partili uygulamanın 1945 yılına kadar askıya alınmasına yol açtı. Atatürk’ün iki kez denediği ama başaramadığını 1945 yılından itibaren İnönü denedi ve 1950’de iktidarı seçimle muhalefete devretti. Bu, bir tek parti yönetimi için istisnai ve özgün bir örnekti. 1950 seçimleri Türkiye’nin Demokrasi Devrimi oldu. Aslında İnönü daha 1939 yılının ilk aylarında Cumhurbaşkanı olur olmaz, en büyük eksiğimizin ikinci bir parti olduğunu –demokrasinin temel şartı- İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada dile getirmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Türkiye’nin güvenlik kaygılarının devreye girmesi, girişimi savaş sonuna ertelemişti. Savaş biter bitmez İnönü, çok partili rejim için yeşil ışık yakmıştı.

Türkiye’de akademik çevreler –bazen de politikacılar- Türkiye’nin hangi dinamiklerle çok partili hayata geçtiğini tartışmaktadırlar. Cumhuriyetin kurucu kadrolarıyla sorunlu olan akademik ya da politik çevreler, çok partili hayata geçişte dış faktörlerin etkili olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa kurucu kadroların demokrasi idealini ve Türkiye’nin iç dinamiklerini es geçmek gerçekçi bir analiz değildir. Türkiye 1945’te çok partili hayata geçerken Atatürk’ün başlattığı ve İnönü’nün tamamlamak istediği demokrasi devrimini görmezden gelmektedirler. Bu ideal, Fransız Devrimi’nin yolunu açtığı demokratik cumhuriyet geleneğidir.

Tüm dünyada demokrasi gerilerken ve hiçbir zorunluluk yokken Atatürk, iki kez çok partili rejim denemesine girişti. İki denemenin başarısız olmasının ardından ortaokullarda Medeni Bilgiler adıyla okutulan ders kitabında –bugünkü Yurttaşlık Bilgisi- demokrasi anlatıldı. 1931 yılından itibaren bağımsız milletvekilliği (ardından Müstakil Grup) uygulamasına girişildi ve mecliste partili olmayan muhalefet arayışı benimsendi. Atatürk’ün muhaliflerle barışma politikasını İnönü de 1939’dan itibaren sürdürdü. Cebesoy, Bele, Karabekir, Orbay… Hatta 150’likler denilen Milli Mücadele’ye ihanet etmiş isimler bile affedildi.

1935 seçimlerinde kadınlar milletvekili olarak parlamentoda yer aldılar. Azınlıklar da parlamentoya girdiler. Rejim, otoriterleşme eğilimleri gösterse de tüm kesimleri siyasal sisteme dahil etmeye de yöneldi. Elbette ki tek parti döneminin demokratik bir dönem olduğunu söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte demokrasinin altyapısının hazırlandığı bir dönem olduğu şüphesizdir.

İkinci Dünya Savaşı biterken çok partili hayata geçmek, çok partili hayata geçişi kolaylaştırmıştır. Bununla beraber iç dinamiklerin ve İnönü faktörünün daha belirleyici olduğu fikrindeyim. Batı ittifakı içerisinde yer almak için çok partili hayata geçildiği tezi gerçekti değildir.  Bu konuda verebileceğim en somut örnek Portekiz’dir. Portekiz, Salazar diktatörlüğü altında yönetilirken 1949’da NATO’nun kurucu ülkeleri arasında yer alabilmiştir. Öyle ise Batı ittifakı içerisinde yer alabilmek için demokratik bir yönetime sahip olma zorunluluğu yoktur. Bu dün de böyle idi, bugün de böyle…

İnönü, 1945’te çok partili hayata geçme kararı aldığında bundan muhtemelen partisinin önemli bir kesimi memnun da olmadı. Çünkü rahatları kaçacak, partiler arası yarışa girmek zorunda kalacaklardı. Ancak İnönü, sağlığında ülkede demokrasinin yerleştiğini görmek istiyordu. O, Atatürk’ün hayalini tamamlamak peşindeydi. Son devrim: Demokrasi Devrimi…

İnönü, 1945’te 61 yaşındaydı… Bu, o dönem için ileri bir yaş sayılırdı. İnönü, 1950’de 66 yaşında idi… Milli Mücadele ve Lozan kahramanı, Cumhuriyetin ikinci adamı İnönü, iktidarı bırakıp muhalefete geçmeyi göze almıştı… Üzerindeki bütün unvanları da bırakarak: Milli Şef, CHP Değişmez Genel Başkanı… Tüm bunları, cumhurbaşkanlığı da dahil geride bırakıp muhalefet lideri olabilmeyi sindirebilmek muazzam bir şey… Üstelik dünyada seçimle ve kendi isteğiyle, kendi içerisinden doğan bir muhalefet partisine iktidarı devredebilmek…

14 Mayıs 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra (1951) ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, yazdığı Siyasi Partiler adlı kitabında şunları söylemişti:

“Türkiye, engelsiz ve sıkıntısız bir şekilde, tek-parti sisteminden plüralizme (çok partili sisteme) geçmiştir. Bugün o, Orta-Doğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç aydının yönettiği hayali gruplar ya da fanatik dinsel tarikatlar yerine, gerçek partilere sahip bulunan tek Orta-Doğu devletidir. (…) … Türkiye örneği, basiretle uygulanan bir tek parti yönetiminin, bir gün gerçek bir demokrasinin kurulmasını mümkün kılacak tek unsur olan yeni bir yönetici sınıfın ve bağımsız bir siyasal elitin yavaş yavaş ortaya çıkmasına imkân verebileceğini göstermektedir.”

CHP, 1946 seçimlerinde yaşanan usulsüzlükleri hızla geride bırakarak 1950 seçimleri öncesinde muhalefetle uzlaşarak bir seçim kanunu hazırladı ve bu kanun, bugünkü seçim sisteminin önünü açtı. Bu sayede 1950 seçimleri, 1908 seçimlerinden sonra tarihimizin ikinci en özgürlükçü ve dürüst seçimi oldu. İlkinden farklı olarak da sonraki seçimlerin yönetilmesini sağlayacak hukuki altyapıyı oluşturdu. En büyük hatası çoğunluk sistemi olsa da, Şubat 1950 tarihli seçim kanunu ile Yüksek Seçim Kurulu kuruldu ve seçimleri hakimlerin yönetmesi sağlandı.

1945 sonrasında CHP iktidarı çok partili hayata geçerken 1923’den beri iktidar olmanın yükünü de sırtında taşıyordu. Uzun iktidar yıllarının yıpranmışlığı, köktenci modernleşme çabalarının yarattığı hoşnutsuzluk, İkinci Dünya Savaşı yıllarının getirdiği sosyal ve ekonomik sorunlar (Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi), dönemin otoriterliği ilk akla gelenler olarak sayılmalıdır. Bu faktörler ya da bir başka deyişle farklı toplumsal kesimlerin hoşnutsuzluğu, CHP’nin 1950 seçimlerini kaybetmesine yol açtı. Aslında tüm bu nedenlerden dolayı CHP’nin seçimleri kaybetmesi şaşırtıcı değildi. Şaşırtıcı olan bunca yıpranmışlığa rağmen CHP’nin % 39 gibi yüksek bir oy alabilmesidir.

İnönü seçimleri kaybedebileceğinin farkındaydı. Hem partisini ve hem de ailesini buna hazırladı. En büyük yenilgisini de bu nedenle en büyük zaferi olarak tanımladı. O, bir muhalefet lideri olarak demokrasinin uygulamasını görmek, yaşanan sorunlara sağlığında müdahale etmek istiyordu.  İktidarın seçimle değiştiğini görmek onun en büyük hayaliydi. 6 aylık TpCF, 3 aylık SCF deneyimlerinden sonra, çok partili hayatta yılların ilerleyişi gördüğünde çocuklar gibi mutlu olan bir adamdı İnönü… Bir ölümlünün görebileceği tüm iktidar olanaklarını görüp, onları geride bırakabilmek ve demokrasi öğretmenliğine girişmek, ancak İnönü’nün yapabileceği bir şeydi.

Bir demokrasi öğretmeni olarak İnönü, zaman zaman yaşanan sorunlara müdahale de etti. Hakemlik yaptı… 1930’da Atatürk’ün Fethi Beyle İnönü arasında yaptığı hakemlik gibi, O da 1946 sonrasında CHP ile DP arasında hakemlik yaptı. 12 Temmuz Beyannamesi de bunun ürünüydü. Keşke aynı hakemliği 1960 öncesinde Cumhurbaşkanı olarak Bayar da yapabilseydi… Gerçekten tarihin akışının farklı olması mümkündü…

Kendi isteğiyle bütün iktidar imkanlarını bırakan İnönü’nün şu meydan okuyuşunu (Konya, 1957) bugün kaç lider tekrarlayabilir:

“Bütün rakiplerimi, muarızlarımı imtihana davet ediyorum. İktidardan düştükten sonra, 7 sene sonra Konya’da vatandaş önünde benim gibi konuşabilirler mi? Yaldızlı hilat insanın sırtından çıktıktan sonra, sokaktan geçerken vatandaş teveccüh ediyorsa o önemlidir”.

İnönü, 1950’de iktidarı kendi isteğiyle bırakmıştı. İktidara seçimle gelmek nasıl normalse seçimle gitmek de öyle olmalıydı. Bu İnönü için bile geçerliydi. İnönü’yü büyük adam yapan şeylerin başında gelen şeylerden biri de buydu. Sanırım İnönü’nün yaptığını tüm iktidara gelenler içlerine sindirebildiklerinde hem demokrasimiz ve hem de devletimiz güçlenecek, “beka” sorunu ortadan kalkacak…

Tarihten